19 Nisan 2008
GİDENİ hayırla yad etmek bizim kültürümüzün güzelliklerindendir. "Merhumu nasıl bilirsiniz" sorusuna o yüzden, tam aksini düşünseniz bile "İyi biliriz" yanıtı verilir. Bu bir yalancılık, riyakárlık değil, sosyal bir görevdir. Ölümünün 15’inci yıldönümü dolayısıyla Turgut Özal hakkında yazılan olumlu, hatta "hüngürtülü" yazıları okuyunca bu nedenle biz de "Merhumun gerçekten çok iyi tarafları, üstün nitelikleri vardı" diye düşünmekten kendimizi alamadık.
Örneğin merhum çok zeki bir insandı. Bazı meslektaşlarımız gibi kendisine "Danışmanlık" hizmeti sunacak kadar yakını olmadık -olmaya da hiç teşebbüs etmedik- ama gözlemlerimizden biliriz ki, gerçekten "dost" olunmaya değer biriydi.
Hoşgörü dağarcığı zengindi. Kin ve husumetten nefret ediyormuş gibi dururdu. Mücadelede kullandığı silah, sevgi ve hoşgörüydü.
Gözü kara bir siyasetçiydi. Başta ekonomik konular olmak üzere aldığı pek çok kararın dayanağı bu niteliğiydi. Ama temkinli olmayı da bilirdi.
Şekil ve kural sevmezdi. O yüzden plaj kıyafetiyle askeri birlik teftiş etmekte, ayağında sandaletle yabancı devlet adamı ağırlamakta sakınca görmezdi. Onu "öz" ilgilendirirdi.
Bu nitelikleriyle gerçekten Türkiye’de önemli değişiklikler yaptı. Tek cümleyle Türkiye’yi dünyaya o açtı. Lakin Turgut Özal bunlardan ibaret değildi.
Turgut Özal ne "devlet" denen kavramı bilirdi, ne de 4 yıl başında olduğu laik cumhuriyeti severdi. Muhtemeldir ki hiçbir zaman, göğsünü doldura doldura "Ne mutlu Türk’üm diyene!" dememişti.
Onun gözünde "laiklik" bu topluma "zerk edilmiş" (şırıngalanmış) bir yabancı madde gibiydi. O yüzden laik cumhuriyete katlanırdı. Onun misyonu, Cumhuriyet’in yanlış kurulduğunu, kötü olduğunu, işlemediğini ispat etmekti.
Ne Atatürk’ü severdi, ne İsmet İnönü’ye saygı duyardı. Onların yaptıklarını yanlış bulurdu. "Laiklik karşıtları" bugün bu noktaya geldiyse Özal’ın bundaki rolü çok büyüktü.
Tarikatları o palazlandırdı. Laik Milli Eğitim’in belini o kırdı. İran’daki "molla" rejiminin Türkiye’nin içinde cinayet şebekeleri kurmasına o aldırış etmedi. Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Uğur Mumcu onun Cumhurbaşkanlığı döneminde katledildi.
Gözünde bürokrasi bir "engelleme mekanizması" idi. Gerçi haksız değildi ama o bu gerçeği, bürokrasiyi azaltmaktan çok, işlevsizleştirmek için kullanırdı.
Merhum "milli ve manevi değerlere" pek önem verirmiş gibi görünürdü. Ama tam tersini yapardı. Örneğin "rüşvet ve yolsuzlukla mücadele" ediyormuş gibi görünür ama "Benim memurum işini bilir" der, "köşe dönmecileri" yani vur-kaç zenginlerini pek severdi. "Mal bildirimi" yasasını destekler ama mal bildiriminin "açık" olmasını, böylece hırsızların kolay teşhis edilmesini o engellerdi. Hırsızlara "sırdaş hesap" açtırma onun buluşuydu.
Meşru kazançtan yana imiş gibi görünür ama devlet hazinesini, "vergi iadesi" adı altında soyanları o korurdu. O nedenle "merhumu biz de iyi bilir"dik.
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2008
BU arkadaşları anlamak gerçekten zor. "Anayasa’nın temel ilkesi olan laikliğe karşı hareketlerine devam ederlerse buna izin verilmeyeceğini" Yargıtay Başsavcısı bir değil iki kere söyledi. Üstelik bunu alenen yani kamuoyu önünde yaptı.<br><br>Aldırış etmediler. Hatta Abdüllatif Şener Başbakan Yardımcısı iken bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan’a söylemiş ama "Hiçbir şey yapamazlar" yanıtını almış.
Derken dava açıldı.
O zaman da "Yüzde 47 oy alan parti kapatılır mı?" diye kıyameti kopardılar. Sanki yüzde 47 oy almak yasalar karşısında onları "imtiyazlı" kılarmış gibi.
Maksat tabii, "yargıyı etkilemek" idi.
Tam da akılları başlarına geldi. Mahkemeye bağırıp çağırmak yerine savunma hazırlamak doğru olur diye düşündüler sanıyorduk.
Önce Avrupa Birliği dünyasında ortak aradılar. Buldular da... Aynen bu arkadaşlar gibi hayatlarında "Laiklik demokrasiler için neden önemlidir?" sorusuna bir kere olsun yanıt aramamış kişiler, Anayasa Mahkemesi’ne demedik şey bırakmadılar.
O da bitti demeye niyetli iken, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nden (AKPM) "Aman bizi destekleyin" diye talepte bulundukları ortaya çıktı.
Daha doğrusu bu Meclis’in başkanı Luiz Maria de Puig, gerekli gördükçe bildiri yayınladığı bilinen AKPM açısından bu defa farklı bir durum olduğunu belirttikten sonra "Bilmenizi isterim ki bu talep Türk heyetinden geldi" deyince skandaldan hepimiz haberdar olduk.
Aslında biz skandal diyoruz ama gazeteleri tarayın, bazı insanlarla konuşun, çoğunun size "Ne var bunda?" dediğine tanık olacaksınız.
Zaten dün bazı gazetelerin olaya bakışı aynen böyle idi.
Oysa bunda çok şey var.
Bunda öncelikle "ulusal onur" diye bir kavramdan haberdar olmakla olmamak arasındaki kadar fark var.
Bunda ister yasaların hükmü gereği, ister yargıya saygı kavramının en tabii sonucu olarak "kendi yargı sisteminizi her türlü etkiden uzak tutma" ilkesini tanımakla tanımamak arasındaki kadar fark var.
Bunda "Bir ülkenin yargısına intikal etmiş bir mesele hakkında üstelik- yabancı kişi, kurum yahut otoritelerin laf etmesinin ancak sömürgeler için geçerli olabileceğini, egemen bir ulusun bu müdahalelere izin vermeyeceğini idrak edememe" var.
Olayın bir skandal olduğu kesin. Bize kalırsa AKPM’den yardım isteyenlerin, yaptıkları şeyin ne kadar vahim olduğunu idrak edemedikleri de en az o kadar kesin.
Oysa "Bizim AKPM’den istediğimizi bir başka ülkenin delegeleri bizden isteseler gözümüzde ne kadar küçülürlerdi?" diye düşünselerdi bu ayıba eminiz bulaşmazlardı.
Şimdi kapı kapı dolanıp "bizim yargıyı etkileyin" diyeceklerine, Yargıtay Başsavcısı’na kulak verselerdi daha iyi olmaz mıydı?
Yazının Devamını Oku 17 Nisan 2008
BİZ muhteremi "dilsiz" sanıyorduk. Meğer bülbül gibi şakırmış. Bunu Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın The Financial Times Gazetesi’nin 14 Nisan tarihli sayısında yayınlanan mülakatının orijinalini okuyunca anladık. Türkiye’de ağzından tek cümle laf almak için tirbuşon kullanmak gereken Sayın Bakan, karşısında ne dese "öyle" sanacak birini bulunca mangalda kül bırakmamış. Oysa bizim basına yansıyan habere göre sadece, "Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kapatılması istemiyle açılan dava"ya değinirken, "siyasi bir konunun mahkemeye götürülmesi halinde mahkemenin işinin önemli ölçüde zorlaştırdığından" söz ettiği, sırf bu zorluğu gidermek için "Anayasa’da değişiklik yapmayı düşündüklerini" söylediği, "parti kapatma kriterlerinin Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu tarafından belirlenenlerle sınırlı olmasını" istediği ve bir de "türban konusunu, din özgürlüğü ve eğitim hakkı açısından ele aldıklarını" ifade ettiği bildirilmişti.
Bunları söylemiş ama onunla kalmamış.
Dünkü VATAN Gazetesi’nde Mustafa Mutlu böyle bir noktaya dikkat çekiyordu:
Mutlu, Babacan’ın Anayasa Mahkemesi’nin işini kolaylaştırmak amacıyla Anayasa’yı değiştirmeyi düşündüklerini söylediğine değindikten sonra Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Katar’da El Cezire televizyonuna "AKP’nin kapatılacağına inanmıyorum. Bu yüzden Anayasa değişikliği yapıp bunu halkoylamasına götürmeyi düşünmüyoruz" dediğine işaret etmiş. "Birbirlerinden o kadar habersizler ki, off-side’a düşüyorlar" demiş.
Mülakattaki yanıtlarından Babacan’ın, yeni "Anayasa taslağının geniş bir şekilde dağıtıldığını" söylediğini öğreniyoruz.
Aslında o da yanlış. Çünkü hálá elde Ergun Özbudun ve arkadaşlarının hazırladığı taslaktan başka bir metin yok. Bir Dışişleri Bakanı eğer ondan söz ediyorsa, ya olayları iyi izlemiyor yahut muhataplarını kandırıyor demektir ki ne o iyidir ne öteki.
Kaldı ki "mahkemenin işini kolaylaştırmak" amacıyla Anayasa’yı değiştirme iddiası, kargaların güleceği kadar çocuksu bir açıklamadır. Umarız yüksek düzeyli diplomatik temaslar sırasında böyle argümanlar kullanmaz. Yoksa çok ayıp olur.
Zaten Başbakan Erdoğan’ın, "kapatılacağına inanmadığı" gerekçesiyle bu değişikliğe gerek görmediklerini söylemesi, gerçek sebebin "partiyi kapatılmaktan kurtarmak" olduğunu itirafa yetmektedir.
Babacan’ın Financial Times’a verdiği mülakatta, eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den "yaptığımız reform yasalarını veto ediyordu" diyerek şikáyette bulunduğu dikkati çekiyor. Böylece bir Dışişleri Bakanı’nın bir yabancı ülke kamuoyuna kendi Cumhurbaşkanı’nı şikáyet etmesi gibi bir garabet yaşanıyor. Babacan’a göre "Neyse ki Cumhurbaşkanı Gül" öyle değilmiş.
Babacan’ın mülakatının tam metnini okuyunca kendisinin "türban meselesini kimseye ödün vermeden çözmenin çok basit ve kolay olduğunu" söylediği anlaşılıyor. Ama ne bu çok kolay ve basit sorunun nasıl çözüleceğini söylüyor ne de niçin içinden çıkılmaz hale geldiğini anlatıyor. Dahası, Danıştay’ın ve Anayasa Mahkemesi’nin "türban" konusunda verdiği kararlardan kaynaklanan yasağı tümden yok sayıp, "Bu yasağı 28 Şubat süreci koydu" diyerek tarihi gerçekleri çarpıtıyor.
Mülakatı okursanız eminiz, "İyi ki bu zat ağzını Türkiye’de açmıyor" diyeceksiniz.
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2008
İKİ kişinin kavgasına karışmak pek akıl işi değildir ama, Deniz Baykal’a, "1938’de paralardaki Atatürk resimlerini siz kaldırmadınız mı?" diyen Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu sözleri üzerine lafa karışmaya kendimizi mecbur hissettik. Gerçi CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da dün "Ben 1938’de emekliyordum" diyerek kendini savunmuş ama, bize kalırsa ötekinin suçlamasındaki yanlışı o da savunurken yapmış.
Bu suçlama bilindiği gibi taa 1950’lerden kalmadır.
Demokrat Parti, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde büyük çoğunlukla iktidara geldikten kısa bir süre sonra, CHP’yi ve başında bulunan İsmet İnönü’yü siyaset sahnesinden silmeye karar verdi. Bu nedenle önce CHP’yi "hazine mallarının üstüne oturmakla" suçladılar. Sonra özel yasa çıkartıp CHP’nin tüm mal varlığına el koydular. İsmet İnönü’yü sindirip silebilmek için sadece kendisinin değil çocuklarının ve kardeşlerinin de hayatını didik didik ettiler. Örneğin Tokat milletvekili Ahmet Gürkan bir gün Meclis’te söz alarak "İsmet İnönü’nün büyük çocuğu Ömer İnönü’nün İstanbul’da Teknik Üniversite öğrencisi iken, kullandığı arabayla birini ezdiğini ama bu olayın örtbas edildiğini" ileri sürdü. İsmet Paşa’nın "Güneydoğu sınırında 103 kişinin öldürülmesi emri verdiği" bir başka DP milletvekili tarafından ortaya atıldı. Eşi Mevhibe İnönü’nün bir yurtiçi gezide ziyaret edilen kumaş fabrikasından çıkarken müdür tarafından hediye edilen bir takım elbiselik kumaşın bedelini ödememiş olduğu iddia edildi.
Yeri gelmişken sonunu da anlatalım. Ömer İnönü hakkında soruşturma açıldı. Sonra yargılandı ve beraat etti. Güneydoğu’da "öldürüldüğü" ileri sürülenler hakkında Araştırma Komisyonu kuruldu. İddia boş çıktı. Konu kapandı. Elbiselik kumaşın gerçekten Mevhibe Hanım’a verildiği ama bedelinin gönderildiği makbuz ibraz edilerek ispat edildi.
Tam 27 sene iktidarda kalmış bir insan ve parti için söyleyebildikleri bundan ibaret idi. Ama müfteriler utanmadı.
İsmet Paşa ve CHP hakkındaki suçlamalardan biri de "para ve pullar üzerindeki İsmet Paşa resimleri" idi. Bu konu bir gün Meclis kürsüsüne de getirildi. İsmet Paşa o zaman biz gazetecilere -belki Meclis kürsüsünde de anlatmıştır- şunları söyledi:
"Doğrudur. Büyük Atatürk’ten sonra paralara ve pullara Cumhurbaşkanı olarak benim resmim kondu. Ama amaç Atatürk’ü unutturmak değil, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurumlaştığını göstermekti."
Bu sözleri biz o zamanki TBMM binasının CHP Meclis Grup odasında dinledik. İsmet Paşa "kurumlaşma" ile neyi kastettiğini de şöyle anlattı:
"Biz Cumhuriyeti kurduğumuz zaman onu yaşatıp yaşatamayacağımız en büyük sorun idi. Çünkü Saltanatın ve Hilafetin lağvına karşı olanların sayısı çoktu ve hedefleri de Cumhuriyetti. Cumhuriyetin 10 yaşına bastığını görmek o yüzden önemliydi. Nitekim büyük Atatürk’ün emriyle 10’uncu yıl kutlamaları çok büyük bir bayram oldu. Biz de Cumhuriyetin ve devletin kurumlaştığını göstermeye bundan sonra hep itina ettik. Onun bir gereği de devletin kalıcı ama devlet başkanlarının farklı olabileceğini göstermekti. Bizim yaptığımız bu idi."
İnönü bu açıklamasında samimi miydi bilemeyiz ama aşiret kafasının "kurumlaşma" neden önemlidir, bilemeyeceğini biliriz.
Yazının Devamını Oku 15 Nisan 2008
YORUMCULARI eleştirenlerin en çok kullandıkları silah, "siz niyet okuyorsunuz" cümlesidir. Niyet okumak yargıda olmaz ama yorumda olur. O nedenle bugün bizi "niyet okumaya" zorlayan AKP Manisa Milletvekili Bülent Arınç’ın son sözlerini birlikte gözden geçirelim istiyoruz. Sayın Arınç kendine özgü bir üsluba sahiptir. Tane tane, kısa ve keskin ifadeli cümlelerle konuşur. Hukuk eğitimli olduğu için cümlelerindeki mantık dizisi sağlam gibi görünür. Ama mantığın en acımasız düşmanı olan "demagoji"den her fırsatta yararlanır. İşin tuhafı, ilk bakışta bilinen bir doğruyu tekrarlıyormuş gibi görünse de o öyle bir konjonktürde konuşur ki, bildiğiniz doğru, sorun yaratan doğruya dönüşür. Örneğin bir cenaze töreninde kendisine soru yönelten gazetecileri yanıtlarken tutar, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hakkında "kapatma" davası açan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na işittirmek istercesine "Ölüm bize şahdamarımızdan daha yakın. Hepimiz faniyiz" der ve ardından bu sözlerin hiçbir özel mesajı olmadığı izlenimini verecek şekilde, sözlerine "Onun için o kapatma davasını filan bırakın. Bir kenara koyun. En büyük hatip musalla taşındaki cenaze imiş. Susar ama çok şey söylermiş" diyerek devam eder.
İtiraz edeceğiniz bir şey yoktur herhalde...
Tıpkı tam bir yıl önce yani 15 Nisan 2007 günü, 11’inci Cumhurbaşkanı kim olacak tartışmaları başlayınca söylediği "Sivil, dindar ve demokrat cumhurbaşkanı taraftarları ile onun tam tersi tanımların tartışması son 50 yıldır hiç bitmedi. Meclisimizin sivil, dindar ve demokrat bir cumhurbaşkanı seçecek olmasına yine itiraz ediliyor" şeklindeki sözler gibi.
Sözü olduğu gibi ele alırsanız yanlışını bulmanız nerdeyse imkánsızdır. Çünkü seçilecek olan cumhurbaşkanının sivil, dindar ve demokrat olmasından kime ne, dindarsa dindar, der geçersiniz. Bizi sivil ve dindar olmasından çok demokrat ve liyakatli biri ve Cumhuriyet’in temel değerlerine bağlı olması ilgilendirir.
Ama onun maksadı başkadır. O "laik Cumhuriyet diyordunuz ya! Öyle bir Cumhurbaşkanı seçeceğiz ki, böylece laik dediğiniz Cumhuriyet’i istediğimiz kalıba dökeceğiz" demek ister.
Yazının sonuna bıraktık ama Arınç’ın son marifetini önceki gün okuduk. Sayın Arınç bu defa, "Demokrasilerde (...) iktidarların el değiştirmesi, kanlı, şeytani ve entrika dolu olmamalıdır, müdahalelerle karşılaşmamalıdır" buyurmuş.
Kim aksini söylüyor ki Arınç, bu lafları ediyor?
Ama o zaten bunu değil, asıl son cümleyi söylemek istiyor. O sözlerini, "kapatma" davasına getirip, "Bunların hepsi bir taraftan Türkiye’nin bağırsaklarını temizlemesidir. Bir taraftan da mutlu doğum sancılarıdır" demiş.
Demiş de "Türkiye’nin bağırsaklarını temizleme" sürecinden söz ederken kendisinin de mensubu olduğu dört partinin kapatılmasını mı kastettiğine açıklık getirmemiş.
Yazının Devamını Oku 13 Nisan 2008
DOSTUMUZ eski İstanbul Baro Başkanı Turgut Kazan uyarmasaydı biz de Bay Barroso gibi "Geç de olsa, sonunda Türk Ceza Yasası’nın -malum- 301’inci maddesini değiştiriyorlar ya... Bu da kárdır" deyip, Avrupa Birliği (AB) için canını bile feda etmeye hazır görünen hükümeti tebrik etmeye niyetliydik. Hani "can çıkmadan huy çıkmaz" derler ya...
Söz konusu 301’inci maddenin 65 kelimelik metni üzerinde iki yıl kafa patlattıktan, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın "sebzeciler derneği" türü Sivil Toplum Örgütleri’nin görüşlerini almak için yaptığı uzun -ve eminiz çok verimli- görüşmeler üzerinden bir sene geçtikten sonra ortaya çıkan metinle ilgili haberlerden duyduğumuz memnuniyeti biz de söylemiştik.
Şimdi sözümüzü geri alıyor değiliz. Değiliz ama, Turgut Kazan’ın uyarısı sayesinde fark ettik ki, gelişmiş demokrasiler nezdinde Türkiye’yi sıkıntıya sokan temel unsur, maddede duruyormuş.
Haklarını teslim etmek için belirtelim ki Radikal Gazetesi de durumun farkına varmış. Nitekim dünkü Radikal’de, "301’de son garabet" başlıklı bir haber vardı.
Biliyorsunuz öneri aslında hükümetin. Ama Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yasa çıkarmanın yeni ve kestirme bir yolunu buldu. Metni hazırlıyor lakin hükümet olarak sorumluluğu üstlenmek istemiyor. O yüzden hazırladıkları öneriyi -anladığımız yanlış değilse- uygun gördükleri bir milletvekilinin eline tutuşturup, "Bunun altını sen imzala da öneri seninmiş gibi işlem görsün. Biz hükümet olarak destekleriz, böylece değişikliğin şerefi de senin olur" diyorlar.
Bu defa 301’le ilgili öneriyi de Meclis Başkanlığı’na, Kahramanmaraş Milletvekili Veysi Kaynak vermiş. O nedenle "hükümeti değil Veysi Kaynak’ı eleştirin" diyemezsiniz.
Herkes gibi biz de yeni önerideki 301’inci maddeye göre, Türk ulusunu, Türkiye Cumhuriyeti’ni, TBMM’yi, hükümeti, yargıyı, Silahlı Kuvvetler’i ve güvenlik güçlerini hedef alan bir yazı yahut beyan dolayısıyla soruşturma açmayı düşünen Cumhuriyet Savcısı’nın ilk olarak Cumhurbaşkanı’na başvurarak "izin" istemesi gerekecek diyorduk.
Öyle değilmiş. Savcı -aynen Orhan Pamuk olayında olduğu gibi- soruşturmayı başlatacakmış. İlgiliyi çağırıp ifadesini alacak, olayla ilgili kanıt toplayacak, eğer "takipsizlik" kararı vermez de "yargılansın" derse, oturup iddianame hazırlayacak, ilgilinin 301’inci maddeye göre cezalandırılması gerektiğini söyleyerek dosyayı mahkemeye gönderecek... İşte o aşamada (artık kendisi mi yoksa dosya kendisine gelen yargıç mı, her kim ise) Cumhurbaşkanı’na sorup izin isteyecekmiş.
Bu 301 meselesi Orhan Pamuk, Hrant Dink, Elif Şafak gibi, karşıt düşünceler söyleyen şöhretler hakkında dava açılmasından çıkmadı mı? Hrant Dink hakkında "ertelenen" bir ceza verilmiş olsa da, ötekilerle ilgili "yargılansın" talebi ya mahkeme tarafından reddedildi veya tek oturumda beraatle neticelenmedi mi?
Bunların hepsi gözümüzün önünde oldu. Ama sıra oraya gelinceye kadar Türkiye zaten yerin dibine batırıldı. Şimdi aynı şey olacaksa, bu değişiklik ne getiriyor Allah aşkına?
Yazının Devamını Oku 12 Nisan 2008
AVRUPA Birliği (AB) Komisyon Başkanı Jose Manuel Barroso’nun önceki gün TBMM Genel Kurulu’na hitaben yaptığı konuşmayı dün dikkatle okuduk. İtiraf edelim ki, içeriği hayli boş bir konuşmayı boşuna beklemişiz diye düşündük.<br><br>Boş dedikse elbet hiçbir şey söylememiş değil. "AB’nin beklediği reformları çabuk yapın. Ama üyelik zor bir süreçtir. Sizi de daha önce İngiltere, İspanya ve Portekiz’i yaptıkları gibi uğraştırırlar. Aldırış etmeyin. Yolunuza devam edin" gibi "müzakere" sürecine girmiş her ülkeye AB yetkililerinin söylediği bilinen sözleri bir kenara koyarsanız, söylediklerini -tam çeviriyi tırnak içine alarak, dün de değindiklerimizle birlikte- birkaç başlık altında toplayabilirsiniz.
"Avrupa Birliği ulus devletlerden oluşmuş bir topluluktur. (...) AB’de bizler (...) kendi milli duygularımızı muhafaza ederek (...) ortak amacımıza hizmet ediyoruz."
Şiddet içermeyen düşünceleri yargı konusu yapmayın.
Laiklikle ilgili tartışmalarınızda biz taraf olmayız. Ama -tam kendi ifadesiyle aktaralım- "AB (...) üyesi ülkeler de benzer tartışmaları yaşadılar. Her biri kendine uygun uzlaşı formülünü kendisi buldu".
Teröre karşı ortak mücadelemize devam etmeliyiz. PKK bizim için terör örgütüdür.
"Kürt kökenli Türk vatandaşlarının kültürel ve siyasi haklarının da güvence altına alınması sağlanmalıdır."
"Kıbrıs meselesinin çözülmesi, Türkiye’nin katılımına da elle tutulur katkılar sağlayacaktır. (...) Adanın bütünleşmesiyle beraber doğuracağı sonuç, ortak menfaatimize hizmet edecektir."
Ankara Anlaşması’nı (1963) ve Gümrük Birliği’ni AB’nin öteki üyeleri gibi Güney Kıbrıs’a da uygulamanızın (limanları onlara da açmanızın) çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Barroso’nun AB üyesi ülkelerin "ulus devlet"lerden oluştuğunu vurgulaması, AB yanlılığını "ulus devlet" karşıtı olmak gibi anlayan akıllarımızı uyandırırsa iyi olur.
Laiklik konusunda "her ülkenin kendine özgü yani özel koşulları olabileceğini" söylemesi hem Anayasamızda yer alan hükümlerle hem de sistemin temeli haline gelen politikalarla örtüşmektedir. Bu sözler de laiklik konusunda şablonculuk yapanlara yanıttır ve önemlidir. Demek ki laikliğe karşıt eylemlerin odağı olmanın bir yaptırıma bağlanması AB yönünden de mümkündür.
Dikkate değer son sözü, Güney Kıbrıs’a limanları açma meselesine sadece değinip geçmesidir.
Not: Gazeteciliğin bir gerçeği olan vakit baskısı nedeniyle bir yanlış yapmışım. Bunu Adalet Bakanlığı ortaya çıkardı. Kendilerine teşekkür ediyor, yanlışımı düzeltiyorum:
Önceki günkü yazımda, "Ceza Yasası’nın 301’inci maddesinden 2007 yılı ilk üç ayı içinde yargılananların sayısının 744 olduğunu Adalet Bakanı’nın bildirdiğini" ifade etmiştim. Rakamın kendisi doğru imiş ama 2007’nin ilk üç ayında değil, 301’inci madde yürürlüğe gireliberi (1 Haziran 2005’ten itibaren) açılan davaların sayısı 744 imiş. Bakanlıktan ve okuyuculardan özür diliyorum.
O.E.
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2008
AVRUPA Birliği’nin (AB) patronu Jose Manuel Barroso dün TBMM Genel Kurulu’nda konuştu. Konuşması, AB sözcülerinin son günlerde hayli tartışma yaratan beyanları nedeniyle ilgiyle bekleniyordu. Barroso’nun konuşmasını o nedenle biz de TBMM’deki çeviriden izledik. Metni ele alıp ayrıntılı bir inceleme yaptıktan sonra gerekirse tekrar değiniriz. Ama ilk izlenimimiz şu:
Barroso Adalet ve Kalkınma Partisi ile ilgili "yargılama süreci" üzerinde bir şey söylemiyormuş gibi yaparak daha önce kamuoyuna yansıyan düşüncelerini dile getirdi. Örneğin Avrupa demokrasilerinin "şiddet içermeyen görüşlerin yargılanmasına karşı" olan görüşünü tekrarladı.
Bu görüş genel olarak doğrudur. Ama istisnası da vardır. Örneğin "Nazizmi" savunmak, "Nazilerin Yahudi soykırımı yaptığı yalandır" demek, şiddet içermese de yasaktır. İsviçre gibi -AB üyesi olmasa da- en gelişmiş sayılan demokraside "Ermeni katliamı iddiası yalandır" demenin suç oluşturduğunu bilmekteyiz. Fransa aynı yönde adım attı ama yasayı henüz çıkarmadı. Demek ki onlar da "şiddet içirmeyen" görüşleri kendilerine özgü nedenlerle yasaklayabiliyorlar. Aynı şey Türkiye’de de buraya özgü nedenlerle geçerlidir. O yüzden "laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu" iddiasıyla bir parti hakkında dava açması normaldir.
Bay Barroso’nun tüm konuşmasına değinme olanağı bulunmadığı için bir noktaya daha dikkatinizi çekmekle yetineceğiz:
Bay Barroso’ya göre "PKK terör örgütü" imiş. "Terör karşısında yakın işbirliği" yapılmalıymış. Keşke bu sözü TBMM’de değil de öteki AB üyesi ülkelerin parlamentolarında özellikle Belçika, Almanya, Hollanda’da söylese... Onlara "PKK’yı görmezden gelme veya gizlice koruma" huyundan vazgeçin dese...
Ama asıl önemlisi daha doğrusu asıl dikkatimizi çeken sözü başka... Bay Barroso "Güneydoğu’daki Kürt kökenli Türk vatandaşlarının siyasi haklarının tanınmasından" söz ediyor.
Kürt kökenli vatandaşlarımızın Kürt kökenli olmayan vatandaşların sahip olduğu siyasi haklardan bir milim eksik hakkı olsa, bu lafa hak verirsiniz. Bay Barroso’ya Türkiye’de yasalar önünde herkesin eşit olduğunu söyleyen yok mu? Eğer bunu biliyor ise, bir kısım vatandaşlarımıza özel siyasi haklar talep etmeye kalkmak kendi boyunu aşan bir beyandır. Bunu Bay Barroso’ya birileri hatırlatmalıdır.
Not: Okuyucular soruyor, sütunlarında yazanlar oluyor. Ortaya çıkan son "Andıç"la ilgili habere göre bu belgeyi hazırlayanların gözünde benim de birtakım bağlantılarım varmış. Denenler öylesine pis bir yalan ki, okuyan zaten anlar diye düşündüm ama herkesin idraki beklediğiniz düzeyde olmuyor. Anlamayanlara tekrarlayayım... Benimle ilgili orada denen her şey yalandır. Bu bir.
İkincisi... Belgenin Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı birimler tarafından hazırlandığı bildiriliyor. Genelkurmay Başkanlığı bu belge kendilerine aitse onu, değilse onu neden açıklamıyor?
Üç... Genelkurmay Başkanlığı’nın istihbarat kalitesi bu ise, ona nasıl inanacağız?
O.E.
Yazının Devamını Oku