8 Mayıs 2008
TÜRKİYE’nin iç sorunları hakkında hemen hepimizden çok görüş açıklayan Avrupa Parlamentosu Karma Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk’ten önceki günkü yazımız nedeniyle bir mektup aldık. Ancak yanıt bu sütunun boyutunu aşan uzunlukta olmuş. Zorunlu olarak özetleyeceğiz.
Yarın da konuşma sırası bize gelecek. Şimdi Bay Lagendijk’in mektubunu birlikte okuyalım:
"(...) Sol ve yeşil bir geleneğin üyesi olarak görüşlerimi herkesin paylaşmayacağını biliyorum. Lütfen ne dediğimi ve düşündüğümü bilerek eleştirin. (...)
1. Ben hiçbir zaman, hiç kimseye ’AKP kapatılacaktır’ demedim. Anayasa Mahkemesi’nde sürmekte olan bir davanın nasıl sonuçlanacağını merak etmiyor değilim, fakat nasıl sonuçlanacağını bildiğimi iddia edecek kadar cahil ve acemi de değilim. Evet, bir sohbet sırasında, ’İstanbul da konuştuğum birçok insan, AKP’nin kapatılacağını düşünüyor’ dedim. Bu iki cümle arasındaki farkın değerlendirmesini size bırakıyorum.
2. Yargının bağımsızlığı hukuk devleti ve demokrasinin olmazsa olmaz bir kuralıdır. (...) (Ancak) ben geçen yıl Anayasa Mahkemesi’nin "367 kararı" olarak bilinen (...) kararının politik bir karar olduğunu düşünüyorum. Cumhuriyet Başsavcısı’nın iktidar partisi AKP’yi yasaklama girişiminin de, Türkiye’de birçok insan gibi hukuki değil politik bir girişim olduğu görüşündeyim. Yanılıyor olabilirim, mahkeme süreci devam ediyor.
3. Siz gerçekten Başbakan, Cumhurbaşkanı ve birçok bakan için yargı sürecini başlatan Anayasa Mahkemesi’nin kararında benim, ya da Olli Rehn’in görüş ve açıklamalarının etkisi olacağını düşünüyor musunuz? (...)
4. (...) Türkiye herhangi bir ülke değil. (...) Türkiye’nin AB üyeliği birçok şeyi değiştirecek boyutta. AB kurucu anlaşmalarının altı ve yedinci maddeleri, demokratik temel hak ve hürriyetlerin önemini vurguluyor. Yedinci madde bu hürriyetlerin çiğnendiği hallerde üyeliğin askıya alınabileceğini öngörüyor. Bu süreç aday ülkeler için de geçerli. Biz, AB kurumları olarak, tüm üye ve aday ülkelerde bu temel ilkelerin takipçisi olmakla yükümlüyüz. Bu yüzden Türkiye’deki gelişmeleri de yakından takip ediyoruz. Konu ’dışarıdan müdahale’ değil AB’nin iç meselesidir.
5. Size son gelişmelerle ilgili kendi görüşümü söyleyeyim. Ne müzakerelerin başladığı Ekim 2005 tarihinde, ne de bugün AKP hükümetinin laikliği tehdit eden bir politik hedefi olduğunu düşünmedik ve bu yüzden müzakerelerin başlamasını destekledik ve bu desteğimiz bugün de sürmekte. Eğer Cumhuriyet Başsavcısı AKP’ye yönelik iddianamesinde haklı ise, bizim Türkiye hakkında hazırladığımız rapor ve aldığımız kararlarda hata yapmışız demektir. (....)
6. CHP’ye yönelik sözlerim de ne yazık ki çarptırılmış. Ben ’CHP’yi anlayamıyorum’ dedim, ’Utanıyoruz’ gibi rencide edici bir laf kullanmadım. (...)"
7. AKP’yi eleştirmediğim iddia ediliyor. Polisin 1 Mayıs’ta kullandığı şiddete karşı İzmir’de yaptığım açıklamada olduğu gibi birçok konuda AKP’yi eleştiriyorum. Ne yazık ki bu eleştirilerim basına yeteri kadar yansımıyor. Saygılarımla.
Joost Lagendijk"
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2008
CEZA Yasası’nın 301’inci maddesinin değiştirilmesinde de öyle olmuştu. Biz gazeteciler, "Bu madde ifade özgürlüğünü kabul edilemez şekilde sınırlıyor. Değiştirilmelidir" deyince kimse aldırış etmemişti. "Biz söyleyince önemsemiyorsunuz. Ama yarın yabancılar söyleyince yapacaksınız" deyince de duymazdan gelmişlerdi.
Sonra dediğimize geldiler. Avrupa Birliği bastırınca yaptılar.
Nedense bizde laf yabancının ağzından çıkınca önemli oluveriyor.
Aslında "nedense" diye sormaya pek de gerek yok. Çünkü biliyoruz ki bu temelde, bizim "aşağılık kompleksi" sahibi bir toplum olmamızın sonucu.
O nedenle bir Joost Legendijk ne diyecek diye meslektaşlarımız hemen mikrofonu dayıyor. Tabii o da insan, "Madem benim fikrim önemliymiş, söyleyeyim" diyerek aklına geleni sıralıyor.
Ve zaman zaman da ölçüyü kaçırıveriyor.
"Adalet ve Kalkınma Partisi hakkında açılan dava hukuki değil, siyasi" dediği gibi... "Yargısal darbe ile bir siyasi partiyi susturmaya çalışıyorlar" dediği gibi...
Ve CHP hakkında hiçbir incelik taşımayan cümlelerle konuştuğu gibi.
Bu sözcülere aslında kendilerinin yıllarca -ve haklı olarak- savundukları "hukuk devleti" gibi, "yargı bağımsızlığı" gibi, "Anayasal sisteme bağlılık" gibi temel değerlerle çelişkiye düştüklerini söylediğimiz zaman tuhaftır, onlar da aynen bizim yüce yöneticilerimiz gibi kös dinledikleri izlenimi veriyorlar.
O nedenle bu gün başka bir yol deneyelim dedik. Daha doğrusu Le Monde gazetesinde aynen bizim savunduğumuz tezi savunan bir yazı çıkmış ama biz o zaman fark etmemişiz. Bugün o yazıdan alıntı yapalım da, aynen bizimkiler gibi onların da "Avrupalı söyleyince kıymetli olur" gibi bir düşünceleri varsa, yararlansınlar istedik.
Yazı Le Monde’un 25 Nisan 2008 tarihli sayısında, Thomas Ferenczi imzasıyla yayınlanmış. Ferenczi Avrupa Birliği yetkililerinin Türkiye’de olup bitenlerle ilgili "tuhaf" politikalar izlediğine değindikten sonra şöyle demiş:
"Tuhaf olan bir başka konu ise, Türkiye’de iktidarda olan İslamcı Partinin (elimizdeki çeviriye göre bu ifade yazara aittir O.E.) laikliğe aykırılık gerekçesiyle yasaklanmasına ve yöneticilerine siyaset yasağı getirilmesine yol açabilecek dava karşısında, Brüksel’in sergilediği tutum(dur). Avrupa Komisyonu, Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn aracılığıyla, ’demokrasinin çiğnendiğine’ dair çığlıklar attı. Yargıçların gücünün, sandığın meşruiyetinin önüne geçmesine muhalefet etti ve davanın hukuki değil siyasi olduğunu ileri sürdü.
Oysa Avrupa Birliği’nin usanmadan savunduğu "hukuk devleti"nin niteliklerinden biri, Anayasa saygıyı en yüksek değer haline getirmek ve gerektiği yerde, yargının hükümeti engellemesine imkan sağlamak değil midir?"
Görüldüğü gibi AB adına konuşanlar ne kadar gürültü yaparlarsa yapsınlar, bazı gerçeklerin üstünü örtemiyorlar.
Bu gerçeği görmeleri elbet doğru olur. Ama ondan önce kendi savundukları temel değerlere bağlı kalmayı öğrenmeleri ve çift standartlı beyanlarla sadece kendilerini önemsizleştireceklerini görmeleridir.
Yazının Devamını Oku 6 Mayıs 2008
KOMŞUNUZ ve hatta dostunuz sizin sorunlarınızla ilgilenirse elbet memnun olursunuz. Ama tadını kaçırır da her şeye burnunu sokarsa, "Tamam da kardeşim, sen benim ne ’vasim’sin ne de ben, mahcur (hukuki yetkilerini kullanamayan) bir insanım" der, gerektiğinde kapıyı da gösterirsiniz.
Avrupa Birliği (AB) sözcüleri işi o noktaya getirdiler. Özellikle de AB Parlamentosu Karma Komisyonu Eşbaşkanı sıfatını taşıyan Hollandalı eniştemiz Joost Lagendijk bunu hak etmiş görünüyor.
Nitekim gün geçmiyor ki Bay Lagendijk bize, "Öyle yapma, böyle yap!" diye reçete (hatta talimat) vermesin.
Son olarak biliyorsunuz -bilmemeniz mümkün değil, çünkü muhteremin ağzından çıkan her kelime haber oluyor- İzmir’de bir konferans verdi ve hem "AKP’yi (türban konusunda aklınızdan geçenleri) sessiz ve yavaş yapın (...)" diyerek uyardıklarını itiraf etti, hem de "AKP’nin kapatılması davasının hukuki değil siyasi olduğunu" söyledi. Ve daha da ileri gidip "AKP kapatılacaktır" dedi. "AKP’nin kapatılmasının Türkiye’nin AB üyeliğine engel oluşturacağını" da ileri sürdü.
Öteki kehanetlerini de saydı. Örneğin AKP kapatıldıktan sonra yeni bir parti kurulacakmış. O parti seçmenden şimdiki AKP’den de büyük destek görecekmiş. O partiyi Tayyip Erdoğan dışarıdan yönetecekmiş.
Bunlara ek olarak enişte bey bir de terbiye dışı ifadelerle CHP’ye saldırdı.
Bizim anlamadığımız şu:
Bu Bay Lagendijk ile ondan bir gün önce Oxford Üniversitesi’nde bir konferans vererek "Türkiye, liberal demokrasi güçleri ile ulusalcı otokrasi güçleri arasındaki gerginlikten doğan bir kriz yaşıyor" diyen, AB’nin "Genişlemeden Sorumlu" Komiseri Olli Rehn’in Türkiye’yi anlamaları için daha ne kadar bekleyeceğiz? Daha doğrusu bu zevatın Türkiye’deki demokrasinin "olmazsa olmaz"larını öğrenmelerini beklemeye biz mecbur muyuz?
Kendi ülkelerinde "anti-laik" bir cereyan olabileceğini, bunun rejim için tehlike teşkil edecek boyutlara ulaşabileceğini tasavvur dahi edemeyen insanlara, onlara göre "yok" mesabesindeki hususun bizim için hayati önem taşıdığını nasıl anlatacağız?
Hadi onu bilmiyorlar diyelim. Peki ama "hukukun üstünlüğü" deyince mangalda kül bırakmayan, "yargı bağımsızlığı" söz konusu olunca herkese fetva veren bu insanlara, "Hukuk üstün ise, onun koyduğu kuralları çiğnemenin bir bedeli olmak gerekir. Bu bedeli bağımsız mahkemeler ödetir. AKP’nin şu anda karşı karşıya bulunduğu durum tam olarak budur" cümleleriyle özetlenebilecek durumu nasıl anlatacağız?
Özellikle de bağımsız yargının başlattığı bir süreci, "O hukuki değil, siyasi bir davadır" diyerek karalamanın, bu ülkenin yargı sistemine ağır bir saldırı teşkil ettiğini Bay Lagendijk’e açıklamak için hangi dili kullanmak gerekir?
Sahi bize akıl veren, demokrasi öğreten bu zevata özellikle de Bay Lagendijk’e, "Kendi ülkenizde demokrasinin álásı var diyordunuz ama son seçimlerde PvdA partisinden aday olmak isteyen Nebahat Albayrak’a, ’Ya Ermeni soykırımı gerçektir dersin, yahut aday olamazsın’ baskısı yapıldığı zaman demokratlığın neredeydi?" diye sormak gerekmez mi?
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2008
HÜRRİYET’in dünkü birinci sayfasında, 1 Mayıs günü "İstanbul"da görev yapan polisler ile Berlin’de bir eylem nedeniyle görev yapan üniformalı polisler mukayeseli şekilde gösterilmeseydi, şimdi size anlatmayı düşündüğümüz olay belki uzun süre aklımıza gelmeyecekti. Dün iç içe kullanılmış fotoğraflardan İstanbul’da çekilende yüzü maskeli, üniformalı polisler görünmekteydi. Maskeler aynı, üniformalar aynı... Biri suç işlese, hangisi yaptı bulmanız mümkün değil.
Alman polisi de üniformalı. Ama kafalarındaki kaskın arkasında o polisin hangi birime mensup olduğunu gösteren numara var. Birinde 23, ötekinde 24 örneğin.
Bizzat görmedinizse filmlerde dikkatinizi çekmiş olmalı. Üniformalı İngiliz polisinin de göğsünde en az 3 metreden rahatça okuyacağınız büyüklükte ve ilk bakışta göze çarpacak şekilde, parlak metalden yapılmış sicil numarası görülür.
Eminiz "hukuk devleti" kavramını yerleştirmiş ülkelerin hepsinde bu uygulama vardır.
Sadece "hukuk devleti"nin yerleştiği ülkelerde değil, bizzat gördüğümüz için söyleyelim... Sri Lanka’da bile var.
İşte size anlatmayı düşündüğümüz olay yahut hikáye de bununla ilgili...
Merhum Turgut Özal, Başbakan iken gazetecilere kızınca, özellikle toplumsal olayları izleyen meslektaşlarımızı (muhabirleri, foto muhabirlerini) polise dövdürerek rahatlardı. Hatta Hamdi Ardalı isimli İstanbul Emniyet Müdürü, bu uygulamanın şampiyonuydu.
Bu "gazeteci dövme" olaylarını önleyebilmek için Basın Konseyi olarak 1988-89’dan itibaren İçişleri Bakanlarına çeşitli defa başvurduk. Aynı olaya giden gazeteci ile polis, pataklama olmadan nasıl görev yapabilirler diye öneriler sunduk. Doç. Dr. Mustafa Kalemli, Abdülkadir Aksu ve daha sonra İsmet Sezgin kırmadı. Tüm illere, önerilerimize uygun genelgeler gönderdiler. Hiçbir şey değişmedi.
Bunun üzerine, "Bari gazetecileri döven polisleri tespit etme çaresi arayalım" dedik. Üniforma göğsüne büyük ve metal numara koyma fikri o zaman karşımıza çıktı.
"Basın Konseyi Başkanı" sıfatımla bir gün Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’a gittim. "Gazetelerde polis üniformasının değiştirileceğine ilişkin bir haber çıktı, doğru mu?" dedim. "Doğru" yanıtını verdi.
"Yeni üniformaların göğsüne 3 metreden okunacak büyüklükte metal sicil numarası konulursa, polisin görev yaparken suç işlemekten uzak duracağını" söyledim. Konunun bizi ilgilendiren kısmını da anlattım. O zamana kadar polisin yakasında bulunan 4-5 milimetre büyüklükteki metal yaka numaralarının okunamadığını da vurguladım.
Mehmet Ağar kimseye "Hayır" dememesiyle bilinir. Bana da "Hayır" demedi. "konu üzerinde çalışacaklarını" vaat etti.
Sonra yeni üniformalar ortaya çıktı. Baktık ki, yakada bile zor okunan numarayı Mehmet Ağar omuz dışına almış. Üstelik onu tırnaklarsanız silinecek yahut "cırt" diye çekince omuzdan alıp cebe konacak şekilde yaptırmış. Yani suç işleyen polisi bulma olanağı hiç kalmamış.
Polisi bu suretle "suç örgütü" haline getiren kafa hukuk dinler mi?
Yazının Devamını Oku 3 Mayıs 2008
GELELİM şimdi resmin öteki yüzüne...Gelişmiş demokrasilerde insanların "toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma" özgürlüğünü kullanması ne 38 yaralıya patlar ne de 530 kişiyi gözaltına alma zorunluluğu doğar. O nedenle "polisin gaddarlığını" eleştirenler elbet gerçeği dile getiriyor.
Getiriyor ama olay ondan ibaret değil.
Önce belirtelim ki "gelişmiş demokrasilerde" bu özgürlüğün kullanılması o kadar yaralıya veya gözaltı önlemine yol açmaz ama, o toplantı yahut gösteri yürüyüşü "adam gibi" yani yasalara uygun şekilde yapılırsa açmaz.
Yok eğer Paris varoşlarında iki yıl önce yaşanan türden bir karmaşa doğarsa veya yasa dışı bir toplantı yahut gösteri yürüyüşü söz konusuysa polis zor da kullanır, sert de davranır.
Ama bunu yine de "usulünce" yapar. Yani "sert" olabilir ama "gaddar" olmaz.
Oysa 1 Mayıs günü İstanbul’da yaşanan olaylar, bugünkü hükümetin Çalışma Bakanı Faruk Çelik’in bile dün TBMM’de açıkça:
"70 milyon nasıl rahatsızlık duyduysa, biz de rahatsızlık duyduk. Olumsuz görüntülere, kim olumlu bakabilir? (...) Polisin, işin başlangıcında bu şekilde sert davranmasının; polis, emniyet, güvenlik açısından, mülki amirler tarafından bir izahı gerekir. Bu görüntüler olmamalıydı. (...)Olayları, görüntüleri tasvip etmek mümkün değil" demesine sebep oldu.
Bu vahim tablo karşısında, Emniyet Genel Müdürü Oğuz Kaan Köksal’a şimdi, 30 Kasım 2007 tarihli Milliyet’te çıkan, "Yanlış yapanı affetmek gibi durumumuz yok" şeklindeki sözünü tutmak düşüyor. (Kendisinin 5 ay önce söz verdiği "sözcülük" kurumunu bile henüz kuramadığını parantez içinde anımsatalım).
Ayrıca aynı demecinde bildirdiği, "Emniyet güçlerinin olaylara nasıl müdahale edeceğine yönelik standart oluşturulması için TÜBİTAK’la yapılan ortak çalışma" ne olmuş, ne gibi sonuçlar alınmış açıklamalıdır. Bu bir.
Sadece Emniyet Genel Müdürü değil İçişleri Bakanı Prof. Dr. Beşir Atalay’ın da, hemen hemen aynı tarihlerde tüm illere gönderdiği genelgedeki, "Polis, görevini yerine getirirken, insan hakları ve özgürlükleri ile güvenliğin sağlanması arasındaki hassas dengeyi gözetmek, bunun sınırlarını profesyonelce tayin ve tespit etmek zorundadır" cümlesinin hálá geçerli olup olmadığını açıklaması doğru olur.
Sayın Bakan bununla kalmamış, "polisin vatandaşla muhatap olması durumunda, görevini yerine getirirken, ’sıfır hata’ ilkesi ile hareket etmesini" istemişti. "Yetkilerinin kullanımında hatalı uygulama yaparak bütün polis camiasını töhmet altında bırakacak personele hiçbir şekilde müsamaha gösterilmeyecek, bu görevliler hakkında gerekli yasal işlemlere derhal bakılacak" demişti.
Göstermelik "işlem"lerden söz etmiyoruz.
Sayın Bakan "bağımsız" müfettişlere işlem yaptıracak mı onu soruyoruz...
Hoş üniformasında polisin kimliğini saptayacak "numara" olmadıkça -bunları Emniyet Genel Müdürü iken Mehmet Ağar yok etmişti- soruşturma yapılması ne sonuç verir ki?
Yazının Devamını Oku 2 Mayıs 2008
KEŞKE çalışanların bayramı olarak kutlamayı herkesin istediği 1 Mayıs, birilerinin ötekileri patakladığı, bir inadın öteki inadı yendiği bir güç kavgasına dönüşmeden yaşanabilseydi. Olmadı. Hükümet ve onun talimatıyla hareket eden İstanbul Valiliği, dediğini yaptı ve 1 Mayıs’ı orada kutlamayı isteyen işçiyi Taksim Meydanı’na sokmadı.
Geriye, bir kısmı görev bilinciyle hareket eden, bir kısmı da amirlerinin emriyle kabalaşmayı (hatta gaddarlaşmayı) görev sanan polislerin mağdur ettiği insanlarla, amacına ulaşamadan "eylemi sona erdirme" zorunda kalan sendika liderleri kaldı.
Ve biraz da bu olaylarda hırpalanan işçiler...
Kanımızca bu olaydaki kusur payı daha çok Devrimci İşçi Sendikaları (DİSK) ile Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) liderlerine aittir.
Taksim Meydanı’nın "açık hava toplantılarına" ayrılmış meydanlardan olmadığı biliniyordu. Bunu bile bile "1 Mayıs’ı biz Taksim Meydanı’nda yapacağımız mitingle kutlayacağız" dediler. Meydana 500 bin kişi getirmekten söz ettiler. Devletin güvenlik gücüne ve yasal kurallara düpedüz meydan okudular. "Biz yasaları dinlemeyecek kadar güçlüyüz" dercesine hareket ettiler.
Bizde bilirsiniz tartışma adabı yoktur. Denenin doğru olup olmadığını irdelemek de gerekmez. Siz peşin olarak hangi tarafı tutacağınızı belirlersiniz. "İşçi sendikası"nı kendinize yakın görüyorsanız yapmanız gereken onu destekleyecek laf bulmaktır.
Nitekim CHP dahil bir kısım partiler, DİSK ve KESK’in taleplerinin yasalara uygun olup olmadığına bakmadılar. Çoğu ipe sapa gelmez bir kısmı duygusal gerekçelerle "İşçiler 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamalı ve Valilik de buna izin vermelidir" tezini savundular.
Düpedüz popülistlik yaptılar.
Oysa onlara düşen, "Toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmalarına antidemokratik bir kararla engel olan var mı yok mu?" sorusuna yanıt aramak, eğer böyle bir durum yoksa -ki kimse var diyemedi- "hukukun üstünlüğünden ve kamu düzeninden yana" olmaktı.
Bunu yapmalarının zor bir tarafı da yoktu. Çünkü geçen yıl da hemen hemen aynı tartışmalar yaşanmıştı. O tarihte DİSK yöneticileri, "Taksim’de toplantı ve gösteri yürüyüşü yapamazsınız" diyen İstanbul Valiliği’ne, "50 bin kişiyle oraya gelip toplanacağız" yanıtı vermişler, sonunda dediklerini yapamadıkları gibi 685 kişinin gözaltına alınmasına yol açmışlardı.
Tüm bunlar gösteriyor ki "demokratik hakların" sahibi olmak yetmiyor. Onu yasalara uygun şekilde kullanmayı bilmek de gerekiyor.
Nitekim dünkü 1 Mayıs’ın Türkiye’nin birçok yerinde "olaysız" yani itiş-kakışsız yaşandığını bildiren haberler, bu görüşümüzü doğruluyor.
Emekçilerin haklarını korumak elbet sendikaların görevi. Onlara mutlu günler yaşatmak istemeleri de çok doğru. Örneğin son Sosyal Güvenlik Sigortası Yasası nedeniyle çok haklı tepkiler koydular. Amaçlarına ulaşabildiklerini söylemiyoruz. Ama yerinde ve zamanında tepki koyarlarsa hepimizi yanlarında bulacaklarını bilmelerini istiyoruz.
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2008
BİZ bir ay kadar önce Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yöneticilerinin parti hakkında açılan "kapatma" davası nedeniyle sarf ettikleri hayli saldırgan sözlerden vazgeçip "kuzu kuzu" savunma hazırlamaları gerektiğini yazdık diye pek bir tepki almıştık.
Ankara haberlerinden anlaşıldığına göre, dediğimiz noktaya gelmişler. Tebrik ederiz.
Yazının Devamını Oku 30 Nisan 2008
ÇALIŞANLARIN özellikle de "işçi" sıfatıyla çalışarak ekonominin yükünü sırtında taşıyanların yılda bir günü "Bu da bizim bayramımız" coşkusuyla kutlamalarının kime ne zararı olabilir? O düşünceyle biz bu 1 Mayıs’a da sempatiyle bakıyor, çalışanların bayramını kutluyoruz.
Ancak her yılın 1 Mayıs günü hissedilen gerilim bu defa da gündemin orta yerine oturdu.
Bir yanda "1 Mayıs"a saygılı resmi yanıtlar var. Öbür tarafta "Kutlarız ama bunu ancak Taksim Meydanı’nda yaparsak tatmin oluruz" şeklindeki direnme devam ediyor.
Bu satırların kaleme alındığı dakikalarda Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ile Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) adına, Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş) desteğiyle sürdürülen temaslardan nihai sonuç alınmış değildi.
Somuta indirgersek, İstanbul Valisi Muammer Güler’in, "Taksim Meydanı, toplantı ve gösteri yürüyüşleri için ayrılmış meydanlardan değildir. O nedenle burada değil, Çağlayan’da, Kazlıçeşme, Kadıköy veya Kartal’da miting yapılabilir. Taksim’de yapılmak istenirse güvenlik güçleri buna izin vermeyecek, gerektiğinde de güç kullanacaktır" diye özetlenebilecek görüşü ile, çalışanları temsil eden sendika liderlerinin, "1 Mayıs’ı Taksim Meydanı’nda kutlama" konusundaki ısrarı eğer 1 Mayıs sabahına kadar değişmezse, kafa kafaya bir tokuşma söz konusu...
Kimin haklı kimin haksız olduğundan öncelikli olan husus, böyle bir tokuşmayı önlemektir.
Gerçi işçi kuruluşları liderlerinin Başbakan Tayyip Erdoğan’la ve Çalışma Bakanı Faruk Çelik’le görüştükleri bildiriliyor ama yine de her şey sizin bu satırları okuduğunuz dakikaya kadar yaşanacak gelişmelere bağlı kalıyor.
O kayıtla belirtelim ki "yasa" ve "hukuk" yönünden haklı olan İstanbul Valisi’dir. Çünkü Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’nın verdiği yetkiyle belirlenen meydanlar işçilere de, 1 Mayıs’ı kutlamak isteyen diğer bireylere de açıktır.
Dahası... İşçi örgütlerinin Taksim Meydanı konusundaki duyarlıklarının gereğini yerine getirmelerine de karşı çıkan yoktur.
Duyarlık derken 1 Mayıs 1977 günü Taksim’de düzenlenen büyük işçi mitinginde Sular İdaresi duvarları üzerinden açılan ateş sonucu 36 yurttaşımızın ölümüne yol açan olaydan söz ediyoruz.
İşçi örgütlerinin liderleri bu olayda hayatını kaybedenleri anmak istediklerini söylüyorlar.
Buna da mani yok. Çünkü resmi makamlar "Örgütlerinizi temsilen gelin Taksim’deki anıta çelenk koyun. Ölenlerin anısına saygı duruşunda bulunun. Basına açıklamanız varsa onu da burada yapın. Ama meydanı işgal etmeye kalkışmayın" diyor.
İşçi örgütlerinin liderleri yasaların konuyla ilgili hükümlerinin antidemokratik olduğunu ileri sürseler, kulak verip destekleyeceğiz. Oysa ortada o da yok.
O nedenle "işçi" örgütlerinin liderlerinin "Biz yasalardan üstünüz" iddiasıyla direnmelerini biz anlayamıyoruz.
Emeğe saygı herkesin borcudur. Ama emeğin de hukuka uygun yasalara saygı borcu vardır.
Yazının Devamını Oku