5 Haziran 2008
SİYASİ iktidarın tepe noktasındakiler hálá "Kamu görevi yapanların türbanla görev yapmalarına izin vermeyeceğiz" demiyorlar, diyemiyorlar. Çünkü dini duygularını istismar ettikleri seçmenlerden korkuyorlar. Ama dünya dönüyor.
Döndükçe de mahkemeler yeni kararlar üretiyor.
Son örnek -aslında karar geride kalan eylül ayında verildiği halde yeni kamuoyuna yansıdığı için- dünkü Hürriyet’te vardı:
Sakarya İmam Hatip Lisesi öğretmenleri Fatma Karaduman ile Sevil Tandoğan, okula türbanla gelmeleri yasaklanınca idari yargıya başvurmuşlar.
Danıştay bu başvuruyu reddedince hızlarını alamayıp Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) gitmişler.
Ama meşhur "Leyla Şahin davası" vardı ya...
Mahkeme sonunda onu suratlarına çarpmış.
Hani "Tıp fakültesinde türbanlı olarak okumak istiyorum ama engel oluyorlar" diyerek aynı yoldan giden Leyla Şahin vardı ya...
Ondan söz ediyoruz.
Anımsayacağınız gibi AİHM, 29 Haziran 2004 tarihli kararında;
"Mahkeme, laiklik ilkesinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin temel değerleriyle uyumlu olduğunu dikkate alarak, kararın (türbanla üniversitede öğrencilik yapma yasağının) uygulanmasının (...) demokratik sistemi korumak için Türkiye’de gerekli olduğu sonucuna varmıştır. Laikliği hiçe sayan bir davranışı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9’uncu maddesiyle düzenlenen din ve vicdan özgürlüğü kapsamında saymak zorunlu değildir" demişti.(Paragraf: 114 ve 106)
Şimdiki kararda da mahkeme, içtihadından dönmüyor.
Anlam itibarıyla, "Siz önce Türkiye’deki laik rejimin, ülkenizdeki demokrasinin yaşayabilmesinin temel koşulu olduğunu öğrenin. Bu ilkeyi din ve vicdan özgürlüğü gerekçesiyle yok saymaya kalkarsanız, birileri bunu yasaklayabilir.
Siz de özellikle kamu görevlisi iseniz, o yasağa uymak zorundasınız.
Kendi kişisel inancınızı kıyafetinize yansıtamazsınız.
Çünkü kamu görevlisi, hangi inançtan olursa olsun herkese karşı eşit ve tarafsız bir konumda ve görünümde olmaya mecburdur" diyor.
Buraya kadar olan, bize sorarsanız normaldir ve evrensel hukukun da gereğidir.
Ama başta belirttiğimiz gibi bize "normal" ve "hukukun gereği" gibi görünen bu kararlar Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) özellikle lider kadrosuna hiç de öyle görünmüyor.
O nedenle AKP’nin Mersin milletvekili Anayasa Profesörü Zafer Üskül’ün, bu kararı "doğru" bulduğunu söylemekle kalmayıp;
"Devlet bütün inançlara eşit mesafede durmak zorundadır.
Devlet memuru da yurttaşlara eşit mesafede durduğunu tüm davranışlarıyla olduğu gibi kılık kıyafetleriyle de göstermek zorundadır.
Devlet memuru görevini yaparken, kendi bireysel inancını yansıtacak işaretler taşıyamaz.
Bu anlayış çerçevesinde bir öğretmenin türbanlı olarak ders yapması bu temel ilkeyle çelişir" dediğini okuyunca, doğrusu Sayın Üskül hesabına endişelendik.
Çünkü bu görüşle o adreste uzun süre kalabileceğini hiç sanmıyoruz.
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2008
ŞİMDİ bir "gizlice dinleniyor olma" rezaleti yaşıyoruz ya... Sözde bu önlenip kurala bağlanmak isteniyordu.
O nedenle CHP’nin de desteğiyle bu iktidar, 2005 yılının Temmuz başında 5397 sayılı bir yasa çıkarmıştı.
Kaderin cilvesine bakın ki CHP şimdi o yasanın uygulanış şeklinden şikáyet ediyor.
Aslında yasanın uygulama şeklinden değil, kendi destekleriyle yasaya konan şu hükümden şikáyet etseler daha doğru olacak.
Yasada deniyor ki:
"(Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından yürütülen) İstihbarat faaliyetlerinde, bu maddede belirtilen suçların önlenmesi amacıyla ve hákim kararı alınmak koşuluyla, teknik araçlarla izleme yapılabilir.(...)"
Böylece aynı yasanın asıl hükmü yani, bir "dinleme" görevinin "yasal" olabilmesi için "hakkında tedbir uygulanacak kişinin kimliği, iletişim aracının türü, kullandığı telefon numaraları veya iletişim bağlantısını tespite imkán veren kodundan belirlenebilenler ile tedbirin türü, kapsamı ve süresi ile, tedbire başvurulmasını gerektiren nedenlerin" yargıçtan alınacak kararda belirtilmesini şart koşan hüküm tamamen göstermelik hale getirilmiş.
Nitekim Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı’nın yukarıdaki koşulların hiçbirini yerine getirmeden, mahkemeden "dinleme kararı" isteyen başvurusuna ilişkin haberler dünkü bazı gazetelerde vardı.
Burada Anayasa’nın, hem özel yaşamın hem de haberleşmenin gizliliği koruyan hükümlerine taban tabana zıt "dinleme"ler sayesinde kaç çeteyi çökerttikleri, kaç olayın failini adalete teslim ettikleri sayılıyordu.
Hukuku ayaklar altına alarak hukuk devleti olmak, galiba bir tek bize mahsus...
Ne hazin ki bunu da kamu düzenini hukuka bağlı kalarak korumakla görevli olan polis teşkilatı yapıyor.
Yasayı inceleyince gördük ki polisin marifeti ondan ibaret değil:
Belli ki yasanın kabulü aşamasında Emniyet Genel Müdürlüğü, ötekilerden örneğin Jandarma Genel Komutanlığı ile Milli İstihbarat Teşkilatı’ndan uyanık davranmış.
Emniyet Genel Müdürlüğü, tüm ülkede her istediği kişi ve kurumu tamamen keyfi bir şekilde dinlemesini sağlayacak yetkiyi alırken, Jandarma’nın bunu "sadece kendi sorumluluk alanında" yani ülke kırsalında kullanabileceği hükme bağlanmış.
İşin tuhafı asıl görevi "istihbarat" toplamak olan Milli İstihbarat Teşkilatı’na o yetki hiç verilmemiş.
Belki de onun kendi yasası zaten her şeyi yapmasını mümkün kılıyor demişlerdir.
Bu yasa yürürlüğe girmeden önce bizleri devletin kaç kurumu dinliyordu bilmiyoruz.
Ama dün de yazdığımız gibi, bu işleri kontrol altına almak için kurulan Telekomünikasyon İletişim Dairesi Başkanı halen 11 kurumun hepimizi dinleyebildiğini söyledi.
Gerçek bu ise ve "dinleme" yetkisi bu kadar keyfi şekilde kullanılabiliyorsa, "demokrasi"nin temel koşulu olan "konuşan Türkiye"yi unutmamız mı gerekecek?
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2008
İYİ ki yıllardır iltihap dolu bir çıban gibi hepimizi meşgul eden şu "yasadışı dinleme" meselesi önce Osman Paksüt, ardından Önder Sav olayı ile patladı da cerahat (irin) dışarı aktı.<br><br>Sorumluların sözleri de gösteriyor ki Anayasa’nın ne: "Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir.
Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz" diyen hükmüne ne de:
"Herkes, haberleşme hürriyetine sahiptir. Haberleşmenin gizliliği esastır.
Kanunun açıkça gösterdiği hallerde, usulüne göre verilmiş hákim kararı olmadıkça; (...) haberleşme(nin) gizliliğine dokunulamaz" şeklindeki hükmüne saygı gösteren vardır.
Çünkü "yasadışı dinlemeleri ortadan kaldırmak (...)" amacıyla kurulan Telekomünikasyon İletişim Kurumu’nun Başkanı (TİB) Fethi Şimşek’in 31 Mayıs 2008 tarihli Hürriyet’te çıkan sözlerinden anlıyoruz ki, uygulamada Anayasa’nın ve hukukun temel ilkeleri düpedüz çiğnenmektedir.
Örneğin, bu başkanlığın kurulmasını emreden yasa tüm "yasal dinlemeleri" bu kurumun gerçekleştirmesini emrettiği halde, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), Emniyet Genel Müdürlüğü’nün İstihbarat Dairesi Başkanlığı (ki bu dairenin başında Trabzon’da görev yaptığı dönemden beri adı hayli sık gündeme gelen biri oturmaktadır) ve Jandarma Genel Komutanlığı dahil, devletin 11 ayrı kurumu her istediğini dinleyebilmektedir.
Başkan örnek olarak Liman Koruma biriminin adını vermektedir.
Yasanın "bir telefonun dinlenebilmesi için usulünce verilmiş hákim kararına ihtiyaç olduğu" hükmü bu durumda boş bir laftır, başka hiç birşey değil!
Yapılan kanunsuz dinlemeye sözde "kanuni"lik kisvesi giydirebilmek için de bir yol bulmuşlar.
Bizzat başkandan öğreniyoruz:
İlgili kurum örneğin Emniyet Genel Müdürlüğü, -anlaşılan TİB aracılığıyla yapılan dinlemelerde- bir telefonu en çok üç ay dinleme olanağı veren mahkeme kararı alır, bu kuruma iletirmiş.
Dinlemeyi yapan TİB de elindeki kaydı ilgili kuruma verir, ardından elindekini otomatik olarak silermiş.
O silermiş ama örneğin Emniyet Genel Müdürlüğü isterse silmeyip kaydedileni kendi arşivine koyarmış.
Bunu sadece Emniyet Genel Müdürlüğü’nün değil, öteki kurumların da yaptığını düşünün.
Bir de suçla ilgili olarak her telefon için "tek tek" alınması gereken hákim kararını, "toptan" alma yolu bulmuşlar.
Yani yasayı ve hukukun emirlerini temelden yok saymışlar.
Bu durumda siz, Anayasa’nın "haberleşmenin gizliliği" yahut "özel hayatınızın koruma altında olduğu" yolundaki hükmünün zerre kadar anlamı kaldığını söyleyebilir misiniz?
Kısaca, hepimiz hangimizin karşısına ne zaman ve ne şekilde çıkacağını bilmediğimiz bir devlet terörü yahut şantaj tehdidi ile karşı karşıyayız demektir.
Bu tehdidin bir de devletin yasadışı uygulamaları nedeniyle adı çok kötüye çıkmış birimleri tarafından yapıldığını düşünün.
İçiniz rahat edebilir mi?
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2008
ÖNDER Sav sadece 10 güne sığan iki olayla "her şeyi berbat etti". <br><br>Önce, hacca gitmek isteyen bir CHP’liye, "Boş ver. Araplara para kaptırma. Bakarsın Muhammed seni geri göndermez" dediği basına yansıdı. Meğer o sırada yanlarında bir kameraman varmış. Konuşmayı kaydetmiş.
Gerçi Önder Sav aradan 8-10 gün geçtikten sonra Milliyet Gazetesi’ne, "Ben şaka yaptım. O arkadaşımızı 20 yıldır tanırım ve hep şakalaşırız. Ben ne söylediğimi biliyorum. Peygamberimize saygısızlık olsun diye bir şey söylemiş olabilir miyim?" dedi ama, o zamana kadar zaten adı "Peygambere hakaret eden CHP Genel Sekreteri"ne çıkmıştı bile.
Önder Sav bu ilk olayda ya gecikmeden açıklama yapmalı yahut da ağzından maksadını aşan sözler çıktıysa alenen özür dilemeliydi.
Bize kalırsa asıl hatası, o sözleri söylemiş olması değil, başkalarından kendisinin ve bizim beklediğimizi, kendisinin yapmamasıydı.
İkincisi, eski Bolu Valisi olayı:
Sav, son kararnameyle merkez valiliğine atanan Ali Serindağ’la 23 Mayıs Cuma günü parti merkezinde yaptığı görüşmedeki konuşmaların 26 Mayıs günü, iğrenç bir yazılı káğıt parçasında -bazıları ona gazete diyor- aynen yayınlanması üzerine kıyameti koparttı. "Beni Emniyet dinletti" dedi. Daha önce YÖK Başkanı’nın ve üç generalin konuşmalarının yasadışı metotlarla kaydedilip yayınlandığını bilen herkes, haklı olarak Önder Sav’a ve bu olayın Watergate skandalından daha vahim olduğunu ileri süren CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a kulak verdi.
Lakin ortada "emniyete" atfedilecek bir kusur olmadığı (bu bir sürprizdir), Sav ile Serindağ arasındaki konuşmanın, Sav’ın kendi cep telefonunu kapatmayı ihmal etmesi sonucu, söz konusu yayını yapanlar tarafından kaydedilip kamuoyuna yansıtıldığı ortaya çıktı.
Böylece Sav ikinci ve vahim bir kusurun daha faili oldu.
En önemlisi, Türkiye’de, "hukuk devleti"nin sadece "laf"tan ibaret olduğunu bilen, o nedenle devletin yasadışı dinleme dahil her türlü saldırısının tehdidi altında yaşayan herkesi zora soktu. Sav sayesinde gerçek mütecavizler masum, gerçek masumlar müfteri konumuna düştü.
Lafı uzatmadan söyleyelim ki, Önder Sav iyi bir hukukçu, çok iyi bir Barolar Birliği Başkanı idi. Belki CHP Genel Başkanı açısından -hatta son CHP Kurultayı’nda Sav’ı destekleyen delegeler açısından da- iyi bir Genel Sekreter’dir.
Ama hem genel kamuoyu açısından hem de AKP iktidarının artık dava konusu haline gelen şeriat özlemleri nedeniyle umudunu CHP’ye bağlayan kitleler açısından durum farklıdır.
Çünkü o insanlar nasıl ülkeyi yönetenlerin sözlerine güvenme ihtiyacındaysa, anamuhalefet partisinin Genel Sekreter’ine ve Genel Başkan’ına da güvenmek ihtiyacındadır.
Kaldı ki sadece bu yüzden değil, partinin yeni politikalar üretememesinin, iyice hantallaşmasının, halkla hemen hiç bağı kalmamasının, parti içi iktidar kavgalarına boğulmasının, CHP’ye ait rolleri -örneğin sosyal devlet konularını- AKP’ye kaptırmasının sorumlusu sıfatıyla da Önder Sav bir değerlendirme yapmalı ve Genel Sekreterliği yeni bir isme bırakmalıdır.
Belli ki CHP böyle bir operasyondan kaçamayacak durumdadır.
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2008
ÇOĞU kez sosyal olaylarda son "gizlice dinleme" olayındakine benzer sahneler yaşanır. Önceki örnekler nedense pek önemsenmez. Sakıncalı durum devam eder durur. Yetkililer sanki o rezalet kendilerini ilgilendirmiyormuş gibi, şikáyetleri umursamaz. Sonra Önder Sav olayındaki gibi, son bir damla bardağı taşırır.
Ve kıyamet kopar.
Yukarıda dediklerimizi, daha önce eski YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç’in, Ankara Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Salim Demirci’nin, Deniz Kuvvetleri K. Eğitim ve Öğretim Komutanı Tümamiral Kadir Sağdıç’ın, Genelkurmay Başkanlığı Elektronik Sistemler (GES) Komutanı Tuğgeneral Münir Erten’in, Hakkári Dağlıca Tabur Komutanı Onur Dirik’in konuşmalarının kaydedilip orta malı yapılmasıyla yaşadık.
Önder Sav’ın Merkez Valisi Ali Serindağ’la CHP Genel Merkezi’nde yaptığı konuşmanın bardağı taşırmasından önce, Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Osman Paksüt’ün, "Ankara Emniyeti"ne mensup bir araba tarafından takibi rezaleti yaşandı.
Ve lastik, Önder Sav’ın yaptığı konuşmanın mesleğimiz için utanç verici bir basılı káğıt parçasında yayınlanmasıyla patladı.
Bu káğıt parçasının iddiasına göre, 23 Mayıs Cuma günü saat 10.00 sularında bir muhabirleri Önder Sav’ı cep telefonundan aramış. Sav görüşmeyi kabul etmemiş ama kapatma düğmesi yerine yanlış bir düğmeye basmış. Telefon bu yüzden açık kalmış. Söz konusu gazeteci de konuşmayı dinlemekle kalmamış. Hem kaydetmiş hem de yayınlamış.
Şimdi hükümet adına hem Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek hem de İçişleri Bakanı Beşir Atalay, dinleme olayının "devletle" hiç ilişiği olmadığını söylüyorlar, ayrıca CHP’ye çağrıda bulunarak, "Gelin bir ortak komisyon kuralım. Gerçeği bulup ilan edelim" diyorlar.
Gerçi CHP bu öneriye "Tamam, kabul ediyoruz" gibi bir yanıt vermedi. Ama anlamadığımız şu:
Sayalım ki CHP yan çizdi. Anayasa’yı değiştirmeyi göze alan AKP’nin öteki partilerin desteğini bile almadan yani sırf Meclis’teki sayısına dayanarak bir Araştırma Komisyonu kurması mümkün değil mi?
Kurarlar komisyonu... Öteki partileri de davet ederler. CHP katılmazsa MHP ve DTP katılır. Varılan sonuç kamuoyuna ilan edilir.
Kaldı ki gerçeği bulmak için ona bile lüzum yok. Bugün hepimiz her an "kayda geçen" bir hayat yaşıyoruz. Hangi tarihte, kime ne zaman telefon ettiğimizden tutun, hangi caddede ne zaman vitrinlere baktığımıza kadar her şey (örneğin bu dediğimiz güvenlik kameraları sayesinde) kaydediliyor.
O nedenle 23 Mayıs 2008 Cuma günü saat 10.00 sularında Önder Sav’ın 0532-371 65 22 nolu cep telefonuna hangi numaradan telefon edildiği, olaya el koyan Cumhuriyet Savcılığı tarafından kolayca ortaya çıkartılabilir. Böylece söz konusu káğıt parçasının "Telekom’dan aldığımız belge bizi doğruluyor" iddiasının gerçeği yansıtıp yansıtmadığı anlaşılır.
Kaldı ki Sav’ın telefonu açık kalmış olsa, yani emniyetin bu olayda rolü olmasa bile olay bitmiyor. Yeni Ceza Kanunu’nun 133’üncü maddesi, bu konuşmayı Sav’ın rızasını almadan kaydedip yayınlayan káğıt parçası sorumlusunun sonuç olarak 3 aydan 9 aya kadar hapsini öngörüyor.
Suç sabit olursa fail de bu faturayı öder, olay biter.
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2008
SANMAYINIZ ki Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın, Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komisyonu’nda Türkiye’deki dini özgürlüklerle ilgili bir soruyu yanıtlarken:
"Türkiye’de sadece gayrimüslim azınlıklar değil, Müslüman çoğunluk da dini özgürlüklerle ilgili sorunlar yaşıyor" demesi bir dil sürçmesidir.
Hayır!
Bu, "insanlarımızın dinini yaşayamadığı" için "yeterince özgür sayılamayacağını" söyleyen; TBMM’deki "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" sözünün o nedenle "tam olarak hayata geçmiş sayılamayacağını" çağrıştıran sözler söyleyen Başbakan Tayyip Erdoğan’ın düşüncelerini de yansıtan, hesabı kitabı yapılmış bir siyasi görüştür.
Anayasa Mahkemesi’ndeki dava yüzünden bu sırada duyduğunuz "Biz laikliği sadece korumakla kalmıyoruz, onu bilfiil yaşıyoruz" türü laflara bakarsanız aldanırsınız.
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2008
İKİ gün önce yani 27 Mayıs günü Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Ankara’da toplandı ve önümüzdeki öğretim yılında üniversitelerin kabul edebileceği öğrenci sayısını artırmak mümkün mü değil mi konusunu görüştü, değil mi?
Çünkü gündemde YÖK Yürütme Kurulu’nun "Kontenjanları yüzde 25 artırma" önerisi vardı.
Zaten YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan daha 12 Mayıs günü kamuoyuna "Önümüzdeki öğretim yılında üniversiteye girecek öğrenci sayısını yüzde 25 artıracağız" demişti.
Demişti ama bu sözüyle asıl, o konuda karar alma yetkisine sahip olan YÖK Genel Kurulu’na (ki 21 üyelidir ama 1 üyesi eksiktir) düpedüz emr-i vaki yapmıştı.
Bu YÖK Başkanı’nın yetkili organ olan Genel Kurul’a saygı duymadığının kanıtıdır ama hadi biz onu öyle yorumlamayalım da, "arkadaşlarına güvendiği için böyle konuşmuş olabilir" diyelim.
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2008
ANAYASA Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’ün "birileri" tarafından takip edildiği ve telefonlarının dinlendiği yolundaki haberler üzerine, Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Cemil Çiçek, "yasalara aykırı" şekilde birini takip etme veya dinlemenin suç olduğunu söylüyordu değil mi?
Bu eylemler suçmuş ama o konuda hükümetin yapacağı bir şey yokmuş.
Sayın Çiçek böyle diyordu.
Anımsarsınız...
Genelkurmay Başkanı’nın telefonunun yasadışı metotlarla dinlendiği bir tarihte gazetelerde bildirildi.
Yazının Devamını Oku