Oktay Ekşi

Paranoya

14 Haziran 2008
SULTAN İkinci Abdülhamid’den söz ederken bir gün "Meğer ondan kötüsü de olabilirmiş" diyeceğimiz hiç aklımıza gelmezdi.<br><br>Bugünkü iktidarın yarattığı "hafiye" (gizli polis) devleti sayesinde onu da der hale geldik.<br><br>Yalnız bugün bir fark var: Bugünün yöneticileri Sultan Hamid gibi yapmıyorlar. Aldıkları jurnal raporlarını gazetelere servis ediyorlar.

Getirmeye söz verdikleri "şeffaf yönetim" bu olsa gerek. Nitekim böyle raporların yayın organı haline gelen bir gazetede dün okuduk:

Anayasa Mahkemesi üyelerinden Osman Paksüt meğer bundan 3 ay önce yani 4 Mart 2008 Salı günü saat 17’de 06 LLU 81 plakalı Mercedes marka araçla, "Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na giriş yapmış."

Bu "giriş yapma" deyimi, polis raporlarına özgüdür.

Osman Paksüt orada Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ’la tam 1 saat 15 dakika görüşmüş.

Kimbilir neler görüşmüşlerdir? Belki Türkiye’yi satacak bir yabancı devlet veya çokuluslu bir şirket bulmuşlardır da, fiyat yeterli mi değil mi onu konuşmuşlardır.

Belki de Osman Paksüt, getirip Anayasa Mahkemesi’ndeki devlet sırlarını İlker Başbuğ’a vermiştir.

Veya Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarını devirmek için bir darbe yapmanın yol ve usullerini konuşmuşlardır.

Yapılan yayına bakarsanız ortada böyle bir durum olduğunu sanırsınız.

Oysa Paksüt dün açıkladı. Meğer İlker Başbuğ’la 1995-1997 yılları arasında Brüksel’de birlikte çalışmışlar. O tarihten beri şahsi dostlukları varmış. Sadece o gün değil, iki kere daha görüşmüşler.

Paksüt hiç de mecbur olmadığı halde neler görüştüklerine ilişkin anımsadıklarını da gazetecilere tek tek açıklamış. Ardından, "Birkaç aydır takip edildiğine ilişkin sözlerinin kuruntu olup olmadığının" bu haberle ortaya çıktığını söylemiş.

Görüyorsunuz nasıl bir "paranoyak" zihniyet tarafından yönetiliyoruz.

O zihniyet sadece ülkeyi yönetme sorumluluğu taşıyanlarla sınırlı kalsa iyiydi.

Adalet ve Kalkınma Partisi hakkında "kapatma" istemli dava açılalıberi bu partinin başındakilerin de, onların yandaşlarının da kimyası o kadar bozuldu ki, Köroğlu gibi "esen rüzgárdan hile sezmeye" başladılar. Nitekim geçen gün eski Washington Büyükelçimiz Faruk Loğoğlu, başta eski Cumhurbaşkanı Sezer olmak üzere 7-8 dostuna kendi evinde bir akşam yemeği verdi diye, kıyameti kopardılar.

"Bu yemek neden verilmiş? Orada neler konuşmuşlar?"

Sana ne? Özel bir yemekte insanların ne konuştuğunu öğrenmeye çalışacağına biraz uygar olmayı, biraz saygılı olmayı, biraz demokrat olmayı öğrensene!

Suç bitmedi!

Meğer önceki gün CHP Lideri Deniz Baykal’ın yeni seçilen Danıştay Başkanı Mustafa Birden’i ziyareti sırasında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya da oradaymış.

Görüyor musunuz "rejime karşı yapılan şu komployu?" Bu komplocuların hepsini asmalı!

Birileri ipin ucunu kaçırdı galiba!
Yazının Devamını Oku

Kimi dinleyeceğiz?

13 Haziran 2008
BİZ "sazan"ı da bol olan bir millet olduğumuz için onların, "Anayasa Mahkemesi’nin, 10 ve 42’nci maddelerle ilgili iptal kararı benzerlerini eski yıllarda da aldığını" yazınca tepki göstereceklerini bekliyorduk. Bunlardan Selçuk Soydan imzalısının e-mail iletisi şöyle:

"Demagojinin kralını yapmışsın. Bahsettiğin tarihler hep 80 öncesi... Şekil şartı 80 Anayasası ile geldi. Kimi kandırdığını zannediyorsun?"

Önce belirtelim:

"Anayasa Mahkemesi, Anayasa değişikliklerini sadece şekil yönünden denetleyebilir" anlamındaki hüküm, 1982 (o sazan 80 diyor) Anayasası’ndan önce de vardı ve yürürlükteydi.

Daha doğrusu 1961 Anayasası’nın birçok maddelerini değiştiren 20 Eylül 1961 tarih ve 1488 sayılı yasanın 147’nci maddesinde aynen şöyle deniyordu:

"Anayasa Mahkemesi, kanunların ve Türkiye Büyük Millet Meclisi içtüzüklerinin Anayasa’ya, Anayasa değişikliklerinin de Anayasa’da gösterilen şekil şartlarına uygunluğunu denetler."

Demek ki neymiş?

Bu hükme göre, Anayasa Mahkemesi’nin önüne bir gün, "Anayasa’nın şu maddesi şöyle değiştirilmiştir" diye bir konu gelirse, mahkeme onun ancak, öneri altında yeter sayıda imza var mı?

Önerinin görüşülmesi sırasında içtüzüğe aykırı bir şey yapılmış mı?

Meclis’ten geçen metin Resmi Gazete’de usulüne uygun olarak yayınlanmış mı gibi sorular açısından inceleyip, bir aksaklık veya eksiklik göremezse, "Gerisi bizi ilgilendirmez" demesi ve orada durması gerekirmiş.

Ama öyle olmamış. Anayasa Mahkemesi’nin Esas: 1973/19; Karar: 1975/87 No’lu kararına ilişkin bilgiyi Profesör Ergun Özbudun’un "Türk Anayasa Hukuku" isimli kitabından birlikte okuyalım: "Anayasa Mahkemesi (...) değişmezlik ilkesinin amacının sadece Cumhuriyet kelimesini değil, Anayasa’da nitelikleri belirtilmiş Cumhuriyet rejimini korumak olduğu yolundaki görüşünü tekrarladıktan sonra (...) Anayasa değişikliklerini teklif etmeyi düzenleyen Anayasa hükümleri birer biçim kuralı olduklarına göre, bunu yasaklayan bir kuralın dahi bir biçim kuralı olduğunda hiç kuşku yoktur. (...) Başka bir deyimle, değişiklik teklifi, değişmezlik ilkesiyle çatışmıyorsa, Anayasa’da gösterilen şekil şartlarına uygun olarak yöntemi içinde yürüyecek ve şayet çatışıyorsa, hiç yapılamayacak; yapılmış ise yöntemi içinde yürütülemeyecek; yürütülmüş ise kabul edilip kanunlaşamayacaktır... 9’uncu maddede yer alan yasak kuralı da (Bu madde 1982 Anayasası’nın Cumhuriyet’in niteliklerini değiştirmeyi amaçlayan teklif yapılamayacağına ilişkin 4’üncü maddenin o zamanki halidir. O.E.) bir şekil şartı olduğundan, ’dava konusu olan Anayasa değişikliği’ diğer şekil şartları arasında bu yasak açısından da Anayasa’ya uygunluk denetiminden geçirilmelidir."

Nitekim Anayasa’nın 138’inci maddesinde; 38’inci maddesinde, 144’üncü maddesinde ve 137’nci maddesinde yapılan değişiklikler hem bu gerekçeyle hem de "Bir Anayasa değişikliğinin Cumhuriyet’in temel niteliklerine aykırı olup olmadığının saptanması, ancak konunun esasına girmekle mümkündür" gerekçesiyle iptal edilmişti.

Ergun Özbudun, Anayasa Mahkemesi’nin görüşüne katılmadığını o zaman da ifade ediyor.

Ediyor ama hem aksi görüşte olan da var hem de ortada mahkemenin ısrarla uyguladığı içtihat duruyor.
Yazının Devamını Oku

Yetkisini aşmış mı?

12 Haziran 2008
GAYRETE bakın... "Biz Anayasa’ya aykırı bir yasa çıkartmayalım. Anayasal düzeni yozlaştıran eylemlere izin vermeyelim" demiyorlar. Örneğin, "kamu kurumlarında ve ilk/ortaöğretim okullarında türban takılmasına karşıyız" demeye bile yanaşmıyorlar.

Onun yerine "Anayasa Mahkemesi’ne başvurmayı zorlaştıralım. Şimdiki en az 110 imza koşulunu en az 184 imzaya çıkartalım" yahut, "Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararı Meclis geçersiz kılabilsin" diyorlar.

Biz "olmayacak duaya amin diyen" bu akıllıları kendi hallerine bırakıp "Acaba Anayasa Mahkemesi son Anayasa değişikliğinde şekil yerine esası incelemek suretiyle yetkisini aştı mı?" sorusuna yanıt arayalım.

"Anayasa Mahkemesi yetkisini aştı" diyenler, üç noktayı ileri sürüyorlar:

1- Anayasa Mahkemesi, "Anayasa değişikliklerini" sadece kanunun gösterdiği usullere uygun şekilde görüşülmüş kabul edilmiş mi, o yönden inceleyebilir. Anayasa bu yetkiyi veriyor, esasa giremez.

2- Velev ki Anayasa’nın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen -
Cumhuriyet’in niteliklerini belirleyen- ilk üç maddesini ilgilendiren bir değişiklik yapılmış olsun... Madem ki Anayasa Mahkemesi sadece şekil şartına bakmaya yetkilidir, Cumhuriyet’in niteliklerini hedef alan değişikliği dahi sadece şekil yönünden inceleyebilir, gerisine karışamaz.

3- Kaldı ki 10 ve 42’nci maddelerde yapılan değişikliğin ilk üç maddeyi ilgilendirdiği sadece bir varsayımdır. Bir "niyet okuma" örneğidir. Niyet okumanın hukuken savunulması mümkün değildir.

Birinci nokta Anayasa’nın 148’inci maddesinde çok açık. Ona kimsenin itirazı yok.

Ama eğer "şekil" dediğiniz husus Anayasa’nın temel felsefesine aykırı bir sonuç doğuruyorsa, işte orada durum değişiyor.

Nitekim Anayasa Mahkemesi sadece bu son olayda değil örneğin 1970 yılında da, Anayasa’nın 68’inci maddesinde yapılan bir değişikliği, "şekil yönünden" inceleyip iptal etmiş ancak kararın gerekçesinde mahkemenin Cumhuriyet’in niteliklerini hedef alan Anayasa değişikliklerini "esas" yönünden de incelemeye kendisini yetkili gördüğünü açıkça ifade etmiştir.

Hatta gerekçede, "Cumhuriyet sözcüğünü saklı tutup, bütün bu nitelikleri, hangi istikamette olursa olsun, tamamen veya kısmen değiştirmek veya kaldırmak suretiyle 1961 Anayasası’nın ilkeleriyle bağdaşması mümkün olmayan başka rejimi meydana getirecek bir Anayasa değişikliğinin teklif ve kabul edilmesinin Anayasa’ya aykırı düşeceğinin, tartışmayı gerektirmeyecek kadar açık olduğu ortadadır" diyerek böyle bir durum söz konusu olduğu zaman konuyu "esastan" inceleyeceğini ilan etmiştir. (Esas: 1970/1; Karar: 1970/31)

Başka da var mı diye merak edenlere de Anayasa Mahkemesi’nin, Esas: 1973/19, Karar: 1975/87; Esas: 1976/38, Karar: 1976/46; Esas: 1976/43, Karar: 1977/4; Esas: 1977/82, Karar: 1977/117 No’lu kararlarına bakmalarını tavsiye ederiz.

İleri sürülen öteki iki noktaya da yeri gelince değineceğiz. Şimdilik şunu söyleyelim:

Demek ki ortada yerleşik içtihat var, "yetki aşma" yok. Şükür ki yok!
Yazının Devamını Oku

Yetki aşıldı mı?

11 Haziran 2008
SAYIN Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, beşeriyetin bilmesi gereken son ve kesin gerçekleri tebliğ eden kişi üslubuyla yaptığı konuşmalardan birini dün televizyonlardan izledik. Yayın canlıydı.

Çünkü Başbakan Erdoğan’ın son Anayasa Mahkemesi kararı karşısında ne diyeceği çok merak ediliyordu.

Sözün başında ifade edelim:

Eğer Türkiye’ye gökten örneğin Merih’ten (Mars’tan) gelen biri olsaydık, Sayın Erdoğan’ı dinleyince, "İyi bir Anayasa hukuku dersi verdi. Doğrusu kuvvetler ayrılığı ilkesini, ona dayalı olarak yasama, yürütme ve yargı erklerinin nasıl kullanılması gerektiğini iyi öğrenmiş. Hatta hukukun üstünlüğü kavramını da biliyor" der, takdir duygularımızı dile getirirdik.

Metni belli ki hukuk bilen biri yazmış.

Konuşmanın biz Anayasa Mahkemesi’nin bu kararla kendisine verilmiş olan görev sınırlarını aştığına ve yasama organının yetkilerine müdahale ettiğine ilişkin bölümüne değineceğiz.

Erdoğan da, onunla aynı görüşü paylaşanlar da "Anayasa’nın 6’ncı maddesi, ’Kaynağını Anayasa’dan almayan hiçbir devlet yetkisi kimse tarafından kullanılamaz’ dediği halde Anayasa Mahkemesi, kendi kendini yetkilendirmiş ve Anayasa’nın 10 ve 42’nci maddelerinde yapılan değişikliği sadece ’şekil’ açısından incelemesi mümkün iken, ’esastan’ inceleyip iptal etmiştir" diyorlar.

Diyorlar ama elimizde Anayasa Mahkemesi’nin bu konuyla ilgili, "9 Şubat 2008 günlü 5735 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın bazı maddelerinde değişiklik yapılmasına dair Kanun’un 1. ve 2. maddeleri, Anayasa’nın 2, 4. ve 148. maddeleri gözetilerek iptal edilmiştir. Ayrıca yürürlüğü de durdurulmuştur" şeklindeki açıklaması dışında resmi bir beyan yok.

Dahası, bu açıklamanın ardından Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç gazetecilere;

"Biz bugün kararın gerekçesi açıklanana kadar kararın nasıl alındığına ilişkin açıklama yapmayacağız. Gerekçeli açıklama yapılana kadar sabretmenizi bekleyeceğiz. Gerekçeli karar yayınlandığında nasıl alındığını, gerekçenin ne olduğunu ayrıntıları ile göreceksiniz"den başka bir şey söylemedi.

Yani henüz "Anayasa değişikliği ’esasa’ ilişkin nedenlerle mi iptal edildi yoksa ’şekli’ nedenlerle mi?" o da resmen belli değil.

Velev ki... Yüksek Mahkeme esasa girmiş olsun.

Başbakan ve yandaşları "Anayasa’nın resmen vermediği bir yetkinin kullanılmasına" mı karşı çıkıyorlar.

O halde dışarıdan örnek verelim:

Yasaların Anayasa’ya aykırılığını ilk defa inceleyen ve karara bağlayan ABD Federal Yüksek Mahkemesi de 1803 tarihinde aynen bizdeki gibi ABD Anayasası’nın kendisine vermediği bir yetkiyi kullanmış ve "yasaların Anayasa’ya aykırı olup olmadığını inceleme" hakkını -yasada böyle bir yetki yokken- kendisinde görerek, "yargısal denetim" yolunu açmıştır.

Dahası o sayede literatüre "yasaların Anayasa’ya aykırılığının yargı yoluyla denetlenmesi" konusu girmiş ve siyasi iktidarların, Meclis’teki çoğunluğuna dayanarak her aklına geleni yapmasının yolu kapanmaya çalışılmıştır.

Yer bittiği için burada kesiyoruz.

Gerisini ilk fırsatta -belki yarın- anlatacağız.
Yazının Devamını Oku

Kafa karışıklığı

10 Haziran 2008
HANİ "kimyası bozuldu" diyorlar ya... Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) de kimyası iyice bozuldu. Bunca yılın deneyimli politikacısı, sağduyusuyla, hukukçu kimliğiyle takdir toplayan, bu yüzden de tüm partilerin desteğiyle TBMM Başkanlığı’na seçilen Köksal Toptan bile şaşırdı.

Toptan’a döneriz.

Ondan önce bizzat AKP Lideri Tayyip Erdoğan’ın kimyası bozuldu.

Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin, sonuç itibarıyla kendi partisini ilgilendiren son kararı sanki TBMM’yi hedef alıyormuş gibi, tuttu TBMM Başkanı Köksal Toptan’ı, hiç de olağan sayılmayacak şekilde gece geç vakit evinde ziyaret ederek, -anlaşıldığına göre- "Anayasa Mahkemesi, Meclis’in yasama yetkisine tecavüz etmiştir. Meclis’i korumak sizin görevinizdir" türü bir söylemle baskı altına aldı.

Başbakan Erdoğan’ın Sayın Toptan’ı, "Bir basın toplantısı düzenleyerek Anayasa Mahkemesi’ni protesto etmeye" ikna ettiği (!?) ertesi gün ortaya çıktı. Çünkü Toptan tam da bunu yaptı.

Yazının Devamını Oku

Durumun resmi

8 Haziran 2008
TÜRKİYE’de insanlar sabah bir başka Türkiye ile yatağından kalkar, akşam yatarken bıraktığı Türkiye tamamen başkadır.<br><br>Birkaç gündür bu gerçeği, belki de daha önceki dönemlerden daha yoğun şekilde yaşıyoruz. Korkarız önümüzdeki dönemde de bu böyle devam edecek.

Böyle devam etmesini güçlü bir ihtimal olarak düşündüren nedenler çok açık:

Siz size verilen yetkiyi gereğine uygun şekilde kullanmazsanız ben de kendimi savunmak için benim yetkilerimi sizin anlayışınızla kullanıyorum.

O zaman hem sizin eylemleriniz ortalığın karışmasına yol açıyor, hem de benimki.

Günlük konuya gelmeden söyleyelim:

Bugünkü siyasi iktidar eğer Anayasa’nın temel ilkelerinden en önemli sayılanı çürütmeyi "sistemli bir politika" haline getirmeseydi, ne partiyi kapatmayı öngören o dava açılırdı ne de yıllardır sürüp gelen "türban" sorunu tıkanırdı. Örneğin türban "bireysel tercih" sayılır, biterdi.

Her gün gazeteleri işgal eden "irtica" içerikli olayların sürekli artması bugünkü siyasi iktidarın tutumunun sonucu değil mi?

"Laik" eğitim sistemini "dini"leştirmek için bu iktidarın yıllardır verdiği mücadeleyi bilmeyen, görmeyen mi var?

Devlet sistemini "dini" zemine oturtmak gerektiğini yazan, savunan, uygulayan ve bu görüşlerinde ısrarlı olduğunu saklamayan bir kişiyi devlet bürokrasisinin başına koyan, belli düzeyden yukarıdaki makamlara yapılacak tüm tayinlerde "tarikat" bağlantısı arayan, bu amaçla Başbakanlık’ta bir süzgeç mekanizması oluşturan bu siyasi iktidar değil mi?

Ülkedeki irticai gelişmeleri izlemeyi öngören "Başbakanlık Takip Kurulu"nu işlevsiz hale getiren bu siyasi iktidar değil mi?

Yasalara aykırı şekilde açılan Kur’an kurslarına yeşil ışık yakan, tarikat yurtlarını koruma altına alan bu siyasi iktidar değil mi?

Daha niceleri sayılabilir.

Bütün bunları "Hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyet’e, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağına", üstelik "namusu ve şerefi üzerine" ant içen bu siyasi iktidar yapmadı mı?

Siz verdiğiniz söze sadık kalmayacaksınız ama kimse -veya hiçbir kurum- size "dur" demeyecek!

Var mı öyle bir dünya?

O nedenle Anayasa Mahkemesi’nin aldığı son karar nedeniyle feryat edenler hiç ses çıkarmasınlar. Çünkü o karar, kendi eylemlerinin sonucudur, başka hiçbir şeyin değil.

Bu durumun "hukuki" açıdan tahliline gelince, uzatmadan söyleyelim:

Anayasa Mahkemesi’nin "Anayasa değişikliklerini sadece şekil yönünden inceleyebileceği" Anayasa’nın açık bir hükmüdür. Ama Anayasa Mahkemesi’nin, o hükmün gereğinden önce yerine getirmesi gereken görev, Anayasal sistemin dayandığı temel ilkeleri işlevsiz hale getirmeyi amaçlayan yasa değişikliğinin önünü kesmektir. Bu yasalardan değil, o mahkemeye hayat veren devletin temel felsefesine ihanet etmeme zorunluğundan -eşyanın tabiatından- doğan görevdir. Yani yasalarda ayrıca yazılmasına gerek yoktur. Anayasa Mahkemesi’nin yaptığı budur. O nedenle ne kadar övülse yeridir.
Yazının Devamını Oku

Tehdit başladı

7 Haziran 2008
NİYETİMİZ Anayasa Mahkemesi’nin önceki gün verdiği gerçekten "tarihi" denebilecek nitelikteki kararının hukuki açıdan bize nasıl göründüğünü anlatmaktı. Fakat o karara karşı olan bazı kişilerin yazdıklarını ve söylediklerini okuyunca o konuya girmeye elimiz varmadı.<br><br>Bu karar, Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AKP) elbet kızdıracaktı. Çünkü Anayasa’nın 10 ve 42’nci maddelerini değiştirerek ilk aşamada üniversitelere "türbanlı" öğrencilerin girmesini, ikinci aşamada da "devlet dairelerinde ve ortaöğretim kurumlarında da türbanın serbest bırakılmasını" amaçlayan plan engellenmiş oldu.

Şimdi kalemlerinden ateş saçanların AKP hakkında "laik rejime aykırı eylemlerin odak noktası haline geldiği" gerekçesi ve "kapatılma" istemiyle dava açılınca nasıl küplere bindiklerini anımsarsınız. O zaman da "Yüzde 47 oyla iktidara gelen bir parti hakkında nasıl dava açılır?" diye kıyameti kopardılar. Doğru olmadığını bile bile "oy, hukuktan üstündür" tezini savundular.

Neyse ki yüksek yargı "gürültüye pabuç bırakmayacağını" gösterdi.

Sonunda seslerini kestiler.

Ama belli ki vicdanları rahat değildi. Hem sistemin altını oyalım, hem de mahkeme buna izin versin beklentisi ne de olsa gerçekçi görünmüyordu.

Hadi onların diliyle söyleyelim:

Din istismarına dayalı düzenden sağladıkları rantın (bu kavramın içine tarikat bağlantılı makamlar, yandaşlık sayesinde alınan ihaleler, dini değerleri kullanıp toplanan paralar dahil çok şey giriyor) elden gideceği korkusu ayarlarını iyice bozdu. Her türlü ölçüyü kaçırdılar. Öyle ki, kimi, bu kararla "Anayasa ile mücessem hale gelen temel sözleşme artık bozulmuştur. (...) Artık kimsenin hukuka riayet etmesini bekleyemezsiniz. Hukukçular bunu yapabildiğine göre (hukukçuların suçu, onlara göre Anayasa’nın verdiği yetkiyi aşarak karar vermeleriymiş. Oysa bize göre hiç de öyle değil. Onu sonra yazacağız) sıradan insanlar da hukuk tanımayabilir; kim ne diyebilir ki!" diyor. Onunla kalmıyor:

"Bu ülkede bir oyun oynanmıyor; aksine her şey çok açıktır. Açık olan bir savaşın başladığıdır.

Anayasal sistem artık ortak bir yükümlülüğün ve düzenlemenin adı değildir.(...)"
diyor.

Öteki, parmağını Anayasa Mahkemesi’nin gözüne sokuyor:

"Unutmayınız, bu sürecin de bir finali var!

Bu sütunda daha önce, "Eğer Türkiye’nin yeni gidişatını
(şeriat devletine doğru yol almasını demek istiyor olmalı. O.E.) tersine çevirmekte ısrar ederlerse ’Bir millet uyanıyor adlı yerli film gösterime girer’ demiştim. Bugün bu cümlemi daha da kuvvetli bir vurguyla hatırlatıyorum" diyor ve tehdidini, "Filmin sonunu bekleyin, ne dediğimi göreceksiniz!" cümlesiyle bağlıyor.

Ne dersiniz?

Bu tehdit, türbanla avukatlık yapmak isteyen birine izin vermeyen Gümüşhane Baro Başkanı Ali Günday’ın ve türbanlı bir öğretmenin talebini reddeden Danıştay İkinci Dairesi’nin üyelerinden Mustafa Yücel Özbilgin’in başına gelenler sizin de başınıza gelir mi demek istiyor?

Bu cinayetler, şimdiki tehdidin kaynağı olan anlayışın marifetiydi. Oysa bu defaki bireysel de değil, kitlesellik içeriyor.

Bu akıl işi mi, çılgınlık işareti mi?
Yazının Devamını Oku

Olacağı bu idi

6 Haziran 2008
VELEV ki ile başlayan süreç Anayasa Mahkemesi’nin dünkü kararıyla noktalandı.<br><br>O zaman anlatamadık ki, bu Cumhuriyet bugünkü kimliğiyle ayakta durdukça yani ister ılımlı, ister ılımsız bir İslam Cumhuriyeti haline getirilmedikçe, onun ilkelerine herkes uyacaktır. O ilkelerle daha önce de kavga eden siyasi partiler oldu. Bu ülkede bir din devleti kurulması için kimi açık kimi kapalı şekilde mücadele verdi.

Ama hepsi de sistemin sillesini yedi ve kapatıldı.

Son olarak karşımızda Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) birlikte pişirip kotardıkları, sonra da 411 oyla Meclis’ten geçirdikleri Anayasa değişikliğini iptal eden Anayasa Mahkemesi kararı var.

Bilindiği gibi Başbakan Tayyip Erdoğan 14 Ocak 2008 günü İspanya’da düzenlediği basın toplantısında "türbanın siyasi simge sayılması" ile ilgili bir soruyu yanıtlarken;

"Velev ki bir siyasi simge olarak taktığını düşünün.

Bir siyasi simge olarak takmayı suç kabul edebilir misiniz?

Simgelere bir yasak getirebilir misiniz?

Sembollere bir yasak getirebilir misiniz?

Özgürlükler noktasında dünyanın neresinde böyle bir yasak var?

Buradaki dert başka aslında.

Biz bunu çok iyi biliyoruz.

Bunu maalesef takdirde zorlanıyoruz"
demiş ve bu konuyla ilgili tartışmaları yepyeni bir zemine çekmişti.

Üniversitede türban takılmasını "siyasi" amaçlı olsa bile hoşgörüyle karşılamak gerektiğini ileri süren bu görüşe Anayasa Mahkemesi tam da o nedenle yani "eğer türbanın serbest bırakılması siyasi bir amacın gereği ise, o takdirde konuyu Anayasal rejimin temel ilkesi olan laiklik ışığında değerlendirmek gerekir" anlayışını benimsedi ve bu girişime geçit vermedi.

Girişimden söz ederken bilindiği gibi Anayasa’nın 10 ve 42’nci maddelerinde yapılan değişikliği kastediyoruz.

Bu maddelerde yapılan değişiklik görüntü itibariyle laiklik ilkesiyle hiç de ilgili değildi.

Çünkü 10’uncu maddenin "yasa önünde herkesin eşit muamele göreceğini" emreden hükmüne, "kamu hizmetlerinden yararlanmada" da yasa önünde eşitlik ilkesine uyulacağını vurgulayan bir ibare ekleniyordu.

Öteki değişiklikle de 42’nci maddeye "Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimsenin yükseköğrenim hakkını kullanma hakkından yoksun bırakılamayacağını" ifade eden bir fıkra ekleniyor, bu kuralla ilgili sınırlamanın da "yasayla" konulacağı bildiriliyordu.

Dediğimiz gibi ilk bakışta çok masum görünen bu değişikliğin arkasında, daha önce iki kere Danıştay ve iki kere Anayasa Mahkemesi, en az üç kere de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından "laikliğe karşı" sayılan bir eylemi serbest bırakma amacının yattığını bilmeyen yoktu.

Hoş bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan’ın söylediği de bu idi.

İşte o nedenle Anayasa değişikliği, CHP ve DSP milletvekillerinin verdiği ortak bir dilekçeyle Anayasa Mahkemesi’ne götürüldü.

Konunun teknik tartışmasını sonraya bırakmak üzere söyleyelim ki, Anayasa Mahkemesi, kanımızca çok isabetli bir karar alarak, "ister doğrudan ister dolaylı yoldan olsun, Anayasal rejimin temel ilkeleriyle oynanmasına izin vermeyeceğini" bir kera daha ilan etti.

Milli Görüş’çüler bunu öğrenmek için başlarını dört kere duvara vurdular.

Dileriz AKP’liler yanlışta o kadar ısrar etmezler.
Yazının Devamını Oku