27 Mayıs 2008
İKBAL yani yaygın anlayışa göre çok üst düzeyde makam ve mevki sahibi olmak kuşkusuz iyidir, güzeldir ama hayli de tehlikelidir.<br><br>"İkbal"in en önemli özelliği, sahibine karşı hiç de "dost" olmamasıdır. Hatta "ikbal"in "hain" olduğunu söylemek daha doğru olur.
Hürriyet’in Ankara Temsilci Yardımcısı Şükrü Küçükşahin’in dünkü "Yapmayın bunu Hayrünnisa Hanım" başlıklı yazısını okumasaydık, aklımıza ne "ikbal" ne de onun özelliğinden söz etmek gelirdi.
Dahası, "ikbal" sahibi kişilerin eşlerinden söz etmek bu sütunun işi olmadığı için Küçükşahin’in yazdıklarını çok çok "gazetecilik" yönünden takdir eder, orada kalırdık.
Nitekim Sayın Bayan Gül’ün önce Dışişleri Köşkü diye bilinen resmi ikametgáhta sonra da Sayın Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi ardından Pembe Köşk’te yaptırdığı değişiklikler hayli geniş yayın konusu oldu ama bu sütunda tek kelimeyle değinilmedi.
Ama bu defa durum başka:
Şükrü Küçükşahin Sayın Bayan Gül’ün 1 Nisan 2008 günü Dolmabahçe Sarayı’nı gezdiğini, bu sırada padişahların ve saray mensuplarının günlük yaşamda kullandıkları eşyalardan halı, soba, koltuk takımı, tek kişilik yatar-kalkar koltuk, avize, sehpa dahil 35’inin fotoğraflarını çektirdiğini, bir süre sonra da Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’nin resmi yazısıyla bunları Çankaya Köşkü’ne aldırmak istediğini bildiriyordu.
TBMM Başkanı Köksal Toptan dün bu haberi, "Böyle bir talep söz konusu olursa Başkanlık Divanı’na götürürüz. Verilen o karara göre hareket ederiz. Sergilenenlerin verilmesi söz konusu olmaz. Depo Müze’mizde bulunan, teşhir edilmeyen objeler olursa, onların verilmesinde, bunların Çankaya Köşkü’nde özellikle de yabancıların görmesini teminde bir sakınca görmem" diyerek doğruladı.
Önce belirtelim:
Sayın Bayan Gül’ün isteği, bu isteği resmen káğıda döken Sayın Genel Sekreter dahil hiç kimsenin tasavvur edemeyeceği kadar büyük sorunlar doğurma potansiyeline sahiptir.
Çünkü Sayın Toptan’ın dediği gibi konu "TBMM Başkanlık Divanı"na gelse bile o tür eşyanın bulunduğu mekándan alınıp başka yere götürülmesi, pek çok formaliteye ve güvenlik önlemine tabidir.
Nitekim 1950-60 arasında, Milli Saraylarda inceleme yapan bir TBMM Hey’eti gerekli formaliteleri yerine getirmeden bir mührü söktürerek oradaki eşyaları görmeye girdiği için Meclis’te kıyamet koptuğunu ve DP iktidarının çok sıkıntıya düştüğünü anımsarız.
Bir başka nokta, bu tür tarihi eşyaların değeri ve önemi gittiği yerdeki personel tarafından yeterince bilinmediği için bir süre sonra "hurda" muamelesi görmeleridir.
En önemlisi de, o eşya belki bir gün bir hurdalıkta bulunur ama onu o hale getiren sorumlu hiçbir zaman bulunmaz.
Tabii olayın bir de "kültürel" diyerek anlatmak istediğimiz boyutu var.
O boyut, "neyi nerede kullanabileceğinizi" belirler.
"Neyi istemek yakışır, neyi istememek daha doğru olur"u bilmeyi gerektirir.
Hele "Osmanlı hanedanından kalma eşyayı o hanedanı reddederek kurulmuş devletin Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne almanın sembolik anlamı nedir?"e verilecek yanıt da yine "kültürel" boyutun içindedir.
Ama en önemlisi, "ikbal" döneminde sık görülen "baş dönmesi"nin doğuracağı sakıncalardır.
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2008
TANIŞIKLIĞIMIZI esas alırsak, 54 yıllık bir hukukumuzdan söz etmek mümkün. Kendisi bizim sosyologlarımızın "piri" (ak sakallısı, üstadı) sıfatına sahip. <br><br>Biz ise ne sosyoloğuz ne de bu bilim dalına ilişkin konularda ahkám kesmemiz söz konusu... Ama bu gerçekler Sayın Şerif Mardin’in dünkü gazetelerde yayınlanan "Kemalizm"le ilgili görüşlerini kabul etmeye bizi zorlayamaz. Tam tersine karşı çıkmak gereğini duyduğumuz konuları ifade etmek bizim de borcumuzdur:
Sayın Mardin çok saygın bir bilim adamıdır. İnsanlar o mertebeye gelince az laf ederler. Az konuşunca söz kıymetli olur. Her cümlede bir keramet aranır.
Şerif Mardin de, tam bir yıl önce ortaya attığı "mahalle baskısı" kavramı ve Eylül 2007’de söylediği "Bu gidişle Türkiye’nin Malezya’laşması mümkündür" anlamındaki sözleri nedeniyle yazılanları, söylenenleri okudukça eminiz içinden "Siz daha çook tartışırsınız" demiştir.
Ama yine de kendisini iyi anlatamadığını o da görmüş olmalı ki önceki gün yapılan bir panelde "Mahalle baskısı ile ne demek istediğini" açıklamak gereğini duydu.
Dünkü gazetelerde buna ilişkin sözleri vardı. Oradan anlıyoruz ki Mardin, Kemalizm’in öğretmenle el ele vererek inşa etmek istediği "okul, öğretmen, kitap ve öğrenciye dayalı toplum modelinin" yıllardır bu modele karşı çıkan ve kökünü Osmanlı’nın "cami, imam ve esnaf"tan alan "mahalle" modeli karşısında yenik düştüğü sonucuna varmış.
"Kemalizm kuru idi" diyor. "Kemalizm iyiyi, doğruyu, güzeli topluma veremedi" diyor. "Kemalizm sığ kaldı" diyor. "Kemalizm laikliği netleştiremedi" diyor. Ve son yıllarda pek moda olan bakışla, sanki 1923’te bu topraklar üzerinde demokrasiyi özümsemiş, hukuk devletini kurmuş bir toplum varmış da yeni kurulan Cumhuriyet zulüm olsun diye bu değerleri yok saymışmış gibi hükümler veriyor. Sadece 15 yılda (1923-38 arasında) bir toplumun kültürel değerlerini 180 derece aksi yöne çevirmeyi mümkün kılacak hangi demokratik metot vardı da Kemalistler yapmadı, onu söylemiyor.
Öncelikle, "cami okulu; mahalle de öğretmeni yendi" hükmüne varmak için Sayın Mardin’in acele ettiğini söyleyelim.
Evet bugün Nakşibendilik maalesef Kemalizm’e karşı hayli güçlüdür. Bu yıllardır "irtica tehlikesine" dikkat çekenlerin ne kadar haklı, "Türkiye’ye irtica gelmez" diyenlerin de ne kadar yalancı veya ikiyüzlü olduğunun kanıtıdır. Kemalizm’in sığlığının veya kusur yahut eksiklerinin sonucu değil.
Gerçek şu ki, şimdi Sayın Mardin’in saydığı eksikleri, kusurları Kemalizm de zamanında görmüş, "tekkeye karşı okul" kurmak, "yobaza karşı öğretmen" yetiştirmek için Köy Enstitülerini; "iyiyi, doğruyu, güzeli" öğretmek için Halkevlerini; çağdaş bir toplum yaratmak için de "laik okulları" kurmuştur. Ama Kemalizm’in gizli ve açık düşmanları, 1950’den beri tüm bu saydıklarımızı ya yozlaştırarak, ya altını oyarak yahut kapatarak, Türkiye’yi bugün bulunduğu noktaya getirmiştir.
Mardin’in de anımsadığından emin olduğumuz bir "tarihi yanılgı" teorisi vardı. Hani Kemalizm’i küçümseyen ve "imam-öğretmen koalisyonu" üzerine kurulu bir Türkiye inşa etmeyi öngören teori...
O teorinin önde gelenleri sonunda gelip Kemalizm’e sığındılar. Bakalım Sayın Mardin ne zaman gelecek.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2008
BAŞBAKAN Yardımcısı Cemil Çiçek’in, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in (daha doğrusu Başbakan Tayyip Erdoğan’ın) kızması yetmemiş olmalı ki dün de -adını her yazışımızda zorlandığımız- Dengir Mir Mehmet Fırat köpürmüş. Köpürmek de ne demek?
Sözlerinden anlaşıldığına göre hırsından tepinmiş de olabilir...
Nitekim:
"Kamuoyuna siyasi açıklamalar yapan bir yargı, tarafsızlığını ve bağımsızlığını kaybetmiş bir yargıdır. Anayasal görevleri önlerine gelen davalarda karar üretmekten ve yargı yetkisini kullanmaktan ibaret olan Yargıtay ve Danıştay’ın bir bildiri yarışına girmelerini millet ibret ve hayretle izliyor. Bu bildirilere imza koyanlar tarafsızlıklarını yitirmişlerdir" demiş.
Bir an için dediklerinde gerçek payı olduğunu kabul edelim.
Bir başka deyişle "Yargı tarafsızlığını ve bağımsızlığını kaybetti" sayalım.
Onunla kalmayalım, "Yargıtay ve Danıştay’ın bir bildiri yarışına girmelerini millet ibret ve hayretle izliyor" şeklindeki gözlemine de katılalım.
Sayın D.M.M. Fırat -ve iktidarın öteki ileri gelenleri- oturup da bir kere olsun, kendi kendilerine "İyi de... Yargıtay’ın en az 30 yıllık hukukçulardan oluşan Başkanlar Kurulu ile en az aynı düzeyde köklü bir hukuk ve idare geçmişi olan Danıştay üyelerinin dediklerinde kulak vermeye değer bir şey yok mu?" diye hiç sormazlar mı?
Öyle ya!
Bu adamlar "tarafsızlıklarını" ve "bağımsızlıklarını" sebze pazarında dolaşırken kaybetmiş olamazlar.
Bu kadar güçlü bir şekilde bağırıyorlarsa, belki de canları yandığı, artık tahammül edemeyecek noktaya geldikleri için feryat ediyor olmalılar diye düşünmek gerekmez mi?
Biraz empati.
Hepsi bu!
Kaldı ki o feryatlara bu toplumun en entelektüel kesimini temsil eden Üniversitelerarası Kurul da dün katıldı.
Yargıtay kötü...
Danıştay kötü...
Üniversiteler kötü...
İşçi Sendikaları kötü... (Açıkça söylemeseler de herkes biliyor ki onlara göre)
Asker de kötü...
Basın zaten kötü...
Peki "yegane iyi" ve "ne yaparsa yapsın, ne derse desin, her şey doğru" olan sadece Adalet ve Kalkınma Partisi (veya Başbakan Tayyip Erdoğan) mı?
Oysa herkes biliyor ki bu siyasi iktidar yargıya yapılan saldırıları önlemek bir yana teşvik etti.
Yargıyı kendisine bağımlı hale getirmek için siyasi ahlakla açıklanamayan her şeyi yaptı.
Bu yolda devam edeceğini de "Yargı Reformu Stratejisi Taslağı" başlıklı metinle itiraf etti.
Sen yanlışta ısrar edeceksin ben sesimi çıkarmayacağım.
Ne güzel demokrasi bu böyle?
Not: Avrupa Parlamentosu üyesi Joost Lagendijk’in, Milliyet yazarı Devrim Sevimay’a, "Anayasa Mahkemesi’nin 367 konulu kararını benim de siyasi bulduğumu" söylediği Milliyet’te yayımlandı. Sayın Sevimay’a, "Söz konusu kararı siyasi bulduğumu hiçbir yerde söylemedim. Çünkü bunu söylemek yüksek Mahkeme’ye saygısızlıktır. Karar bence hukuken yanlıştı. Onu hep ifade ettim" diye mesaj ilettim. Ancak bu Milliyet’te yayımlanmadı. Kayıtlara geçmesi için burada tekrarlıyorum. O.E.
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2008
DEMEK ki bundan böyle bir kamu kurumunun yetkilileri, örneğin Üniversiteler Arası Kurul bir konuda bildiri yayınladığı zaman önce;<br><br>"Bir dakika! Bakalım yasalara göre sizin ’bildiri yayınlama’ yetkiniz var mı?" diye bakacağız. Bu temel kuralı Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek koydu.
Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun bildiri yayınlayarak özetle "Yargı üzerine baskı yapmayın. Yargıya yapılan saldırı ve hakaret kampanyasına engel olun.
Cumhuriyetin temel değerleriyle oynamaya kalkmayın" demesi, "Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) aleyhine açılan ’kapatma’ davası nedeniyle Anayasa Mahkemesi kararını etkilemeye çalışmaktan vazgeçin" diye uyarması meğer "Anayasa Mahkemesi’ni etkilemeye dönük, hukuk dışı bir tavır"mış.
O kadar ki bu bildiriyle Yargıtay, AKP davasında "taraf" konumuna düşmüşmüş.
Hatta Anayasa’nın özetle, "Hiçbir organ, makam, merci veya kişi mahkemelere talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz" diyen 138’nci maddesini ihlal etmişlermiş.
Asıl önemlisi, "Demokratik hukuk sistemimizde, kaynağını Anayasa’dan ve yasalardan almayan hiçbir yetki millet adına kullanılamaz" diyor Sayın Çiçek.
Zaten o nedenle sorduk:
Örneğin Üniversiteler Arası Kurul yahut Genelkurmay Başkanlığı veya Milli Güvenlik Kurulu yahut bir salgın hastalık nedeniyle halkı uyarmak gereğini duyarsa Yüksek Sağlık Şûrası, "Anayasa’da ve yasalarda açıkça bildiri yayınlama görevi verilmediğine göre, biz görüşümüzü kamuoyuna duyuramayız" mı diyecek?
Böyle bir görevin yasalarda yer almasını Sayın Çiçek nasıl savunabilir?
Madem savunuyor, Sayın Çiçek, -ötekileri bırakalım- örneğin Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun 28 Eylül 2007 tarihinde yayınladığı ve temelde son bildirideki görüşleri dile getiren bildirisine neden ses çıkarmamıştı?
Kaldı ki gerek Çiçek gerek Adalet Bakanı Şahin, son bildiriye pek bir şiddetle karşı çıkıyorlar ama bildiride ileri sürülen görüşlerden hiçbirinin, örneğin:
"Siyasi iktidara yandaş bir yargı yaratmak istendiği" suçlamasının,
"Yargıya ve özellikle yasal görevini yapan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na ağır saldırılarda bulunulduğu halde hükümetin buna seyirci kaldığı" anlamına gelebilecek sözlerin,
"Strateji belgesinin AB’nin bağımsız yargıyla ilgili taleplerine taban tabana zıt öneriler içerdiği" yolundaki tespitin,
"AKP tarafından hazırlattırılan Anayasa taslağının Cumhuriyet’in temel ilkelerini -ve bu arada laiklik ilkesini- zaafa uğratacak hükümler içerdiği" yolundaki kuşkuların,
"Yargıyı ve yargı mensuplarını halka şikáyet ederek, hedef göstererek, hatta yabancı kişi ve kurumların yardım ve katkılarını sağlama" kampanyası açıldığının;
"Yargı erkinin bağımsızlığının hazmedilemediği anlamına gelen tutumların" yanlış olduğunu söyleyemediler.
Söylerlerse ayıp olacağını mı düşündüler dersiniz?
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2008
TÜRKİYE bir "muhtıralar ülkesi" ya... Geçen yıl Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde yayınlanan 27 Nisan tarihli açıklamaya meslektaşlarımız "e-muhtıra" adını koymuşlardı.
Dün Yargıtay Başkanlar Kurulu tarafından yayınlanan bildiriye de galiba "Y-Muhtıra" demek gerekecek.
Şaka bir yana...
Genelkurmay’ınki ile dünkü bildiriyi aynı terazide tartmak yanlış olur.
Birincisi, hukuk sistemine ve onun bağımsızlığına "müdahale" niteliği taşıyordu.
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2008
ANKARA dünyası henüz meşgul değil ama önümüzdeki günlerde ülkenin geleceğini belirleyecek kadar önemli bir gelişme bizi bekliyor.<br><br>Bu gelişmenin sonuçlarıyla önümüzdeki ağustos ayında yüz yüze geleceğiz. Çünkü bir ay sonra 21 üniversitede yeni rektör seçimleri yapılacak. Bir başka deyişle 85 devlet üniversitesinin dörtte biri kaderini yeniden tayin edecek.
Rektör seçimleri artık sadece üniversiteyi yönetecek kişiyi seçme anlamına gelmiyor.
Türkiye’de rektörler -yürürlükteki yasanın onlara çok geniş yetkiler vermesinin de getirdiği imkánla- bu işlevlerinin dışında ve yaşam tarzımızı etkileyebilecek kadar önemli olabiliyorlar.
Daha açık söylemek gerekirse, seçilecek 21 yeni rektör, ya onlara geniş yetki veren Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) yasasının emrettiği gibi:
"ATATÜRK inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda ATATÜRK milliyetçiliğine bağlı,
Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan,
Toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan, aile, ülke ve millet sevgisi ile dolu,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren,
Hür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı" kuşaklar yetiştirecek, böylece ülkenin geleceğini Cumhuriyet’in temel değerlerine sahip gençlere emanet edecek, yahut da siyasi konjonktürün beklentilerine yanıt vermeye gayret edecek.
İçinde bulunduğumuz dönemin bu yönden ne kadar hassas olduğunu Trabzon’da çıkan Kuzey Ekspres gazetesinde 6 Mayıs 2008 günü yayınlanan bir mülakattan aktaracağımız satırlar zannediyoruz ki yeterince açık şekilde anlatır:
Gazeteci ile Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin (KTÜ) eski rektörü olan, aradan geçen zaman ardından önümüzdeki seçimde rektörlüğe tekrar adaylığını koyan Prof. Dr. Aydın Dumanoğlu arasında geçen konuşma şöyle:
"- KTÜ’de tarikat ve cemaatçilerin etkin olduğu söyleniyor.
Tarikat ve cemaatlere yakın isimler sizi destekliyormuş?
- Kimi destekleyeceklerini bilmiyorum. Ama şu anda büyük çoğunluğu benim yanımda değil.
- Tarikat ve cemaatçi öğretim üyesi sayısı tahminen ne kadar?
- Kesin sayı veremem. Ama öyle tahmin ediyorum ki Fethullahçı diye tanımlanan veya o gruba yakın olduğu söylenen öğretim üyelerinin sayısı 80 civarında.
Türkiye Gazetesi’ne yakın bir grup daha var.
Işıkçılar diyorlar.
Onlar da 15-20 civarında.
Bir de diğer tarikat ve cemaatten olanlar var.
Onlar da 40-50 civarında.
- Bu ifadelerinize göre, KTÜ’deki öğretim üyelerinin neredeyse dörtte biri cemaatçi-tarikatçı.
- Öyle görünüyor.
- Bu gruplar herhalde eskiden de vardı.
- Eskiden bu kadar fazla değildi. O zaman böyle ayırım da yapılmıyordu."
Bu konuşma öyle sanıyoruz ki, rektör seçimlerinde oy kullanacak öğretim üyelerine, taşıdıkları sorumluluğun ne kadar büyük olduğunu anımsatacak kadar açıktır.
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2008
ASKERLİK hikáyesi gibi, "sigara" hikáyesi de bizde pek çoktur. Ama sigara bırakma veya sigara yasağı bu kadar kitlesel olunca herhalde o hikáyelerin de cazibesi artık kalmayacaktır. Dünkü Hürriyet’te vardı:
Yaygın şekilde sigara yasağı koyan 13’üncü ülke bizmişiz.
"Kamu binalarında" sigara içme yasağı bizde yeni değil. Ama duvarlara asılı "Bu binada sigara içmek yasaktır" türü tabelalara da, orada yazılı para cezasına da aldırış eden olmadığı için o yasaklar sadece "Bu ülkede devletin koyduğu her yasağa uyulmaz" mesajını vermeye yarıyordu.
Hoş o da ilk yasak değildi.
Birinci Büyük Millet Meclisi döneminde bilindiği gibi "alkollü içki" yasağı konmuş ama fazla uzun ömürlü olmamıştı.
Fıkralara bile konu olan "tütün" ve "alkollü içki" içme yasağı ise bilindiği gibi Padişah Dördüncü Murad’a kadar gider.
Gider ama sonuç, yasağı koyanın değil delenin başarılı olduğunu gösterir.
Ancak bu defa durumun farklı olacağını düşünmemiz için yeterli sebep var. Çünkü yasaklama "ciddi" tutulursa sonuç alınacağını gösteren bazı örneklere hepimiz aşinayız:
Uçak yolculuklarında uzun zamandır sigara içilmiyor ve bu yasak başta Türk Hava Yolları olmak üzere tüm havayollarında başarıyla uygulanıyor.
Keza 1996’dan beri şehirlerarası otobüs firmaları da sigara yasağını uyguluyor.
Hem bu örnekler hem de bu defa yasağı çoğu Avrupa Birliği üyesi olan yabancı ülkelerin dolaylı/dolaysız baskısı sonucu koyduğumuzu dikkate alınca, yasağın tam olarak uygulanacağına güvenebiliriz.
Bilindiği gibi "dış baskı" bizde daha etkili olur.
Neyse ki "alkollü içki" konusunda bir dış baskı yok.
Hoş "alkollü içkinin" sigara gibi "başkalarının sağlığını" etkilemesi söz konusu değil. Fazla içen kendi sağlığına zarar verir. Kararında içen yani içmeyi ve zevk almayı bilen kişi ise uygar bir toplumda yaşamanın gereğini yapmakla kalır.
Bize göre "içki" ile "sigara" arasındaki en önemli fark budur. Ama bağnazlarımız bu farkı görmezler. Onlar yaşamı zevkli kılan, keyif almayı, mutlu olmayı amaçlayan her şeye karşı oldukları için sigaradan çok alkollü içkiye karşıdırlar.
Nitekim onların gözünde alkol alan herkes "ayyaş"tır. Tıpkı "tesettür" kurallarına uymayan her kadını potansiyel bir "fahişe" saydıkları gibi.
Zaten Hazreti Muhammed’e ait olduğu iddia edilen "Her kötülüğün anası içkidir" anlamındaki sözü nerede mescit varsa onun duvarına asmalarının nedeni de budur.
Hoş bu tür kampanyaların oluşturduğu "mahalle baskısı" ve birçok şehrin belediyesine hükmeden Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kimi yerde açık, kimi yerde gizli şekilde uyguladığı politikalar sonucu Anadolu’nun birçok şehrinde artık içki içilebilecek lokanta bulmak meseledir.
Ve ülkemizde durum budur.
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2008
TOPLUMUN bir kısmını yakından ilgilendiren önemli bir yasada değişiklik yapmak amacıyla hükümet, TBMM’ye yeni bir tasarı göndermiş. Bu Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) iktidara geldikten sonra aynı yasada yaptığı 15’inci değişiklik olacakmış.
AKP iktidarı Avrupa Birliği’ne girmeyi çok istiyor görünüyor ya...
Biz de zannettik ki, AB’yi memnun edecek bir değişiklikten söz ediliyor.
Meğer 15’inci değişikliği Kamu İhale Kanunu’nda yapacaklarmış.
Ve mevcut "yolsuzluk kapısını" daha da genişletmeyi amaçlıyorlarmış.
Oysa "yolsuzlukla mücadeleye damardan girdiklerini" söylüyorlardı değil mi?
Aslında ortada hayret edilecek hiçbir şey yok. Çünkü iktidara gelenler önce Seçim Bildirgesi’ndeki taahhütleri değil, yıllar boyu düşledikleri şey ne ise onunla ilgili adımları atarlar. O nedenle "ilk icraat" iktidara gelen partinin gerçek karakterini ortaya koyar.
Nitekim Turgut Özal da iktidara gelişini izleyen ilk haftalarda önce "faizsiz bankacılık" kararnamesini çıkararak "İslami" düzene kapı açmış, bir de piyasayı kuralsızlaştırmıştı.
Şimdi değiştirilmek istenen yasaya gelince, onu Avrupa Birliği, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası "ihale yolsuzluklarını önleme" amacıyla, merhum Bülent Ecevit’e baskı yaparak 2002 yılının ilk günlerinde çıkarttırmışlardı.
Yasanın temel amacı, kamu parasıyla yapılan tüm ihalelerin "saydam" hale getirilmesi, sicili bozuk müteahhitlerin (üstlenicilerin) ihaleye girmesinin engellenmesi; eşin dostun, cemaatçinin, partilinin haksız yere ihale alıp kamuyu soymasının önlenmesi idi.
AKP iktidara gelir gelmez, bu yasanın yürürlüğünü bir yıl erteledi. Böylece "Biz ihale böreğini hak edene değil taraftarlarımıza yedireceğiz" dedi.
Dediğini de fazlasıyla yaptı.
Ama yemek yetmiyor, gözün de doyması lazım. İşte o olmadı.
Nitekim yasanın "şeffaflığı" sağlayan hükümlerini tam 14 defa değiştirdi. Bunların hemen tamamı Avrupa Birliği’nin "İlerleme Raporları"nda ileri sürülen isteklere taban tabana zıt değişikliklerdi. Ama AKP yolundan dönmedi.
Bir tarihte Özal hayali ihracat yapan hırsızların devlet hazinesini "vergi iadesi" adıyla soymasına nasıl kapı açtı onları koruduysa, bugünkü iktidar da "ihale" yasasını aynı amaçla değiştire değiştire bugüne geldi.
Diyebilirsiniz ki "Yeni değişikliğin yolsuzlukları önlemeyle değil de artırmayla sonuçlandıracağını nereden biliyorsun?"
Öyle ya... Tasarıyı eleştirdik ama hükümlerinden örnek bile vermedik.
O zaman yeni tasarıyı basına tanıtan Kamu İhale Kurumu Başkanı Hasan Gül’ün gazetecilere "Benim yolsuzlukla mücadele gibi bir misyonum yok" dediğini, meşhur "Ali Dibo" türü haksızlığı "yolsuzluk saymadığını", yeni tasarının "ihaleyle ilgili şikayeti engellemeyi" amaçladığını, Başkan Gül’ün yolsuzluk ve usulsüzlük konulu ihbarlara bakılmasına karşı olduğunu anlatan sözlerini okuyun.
Yazının Devamını Oku