Oktay Ekşi

Amaç ne imiş?

15 Kasım 2008
BİLKENT Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin, sanki "Anayasamızın değiştirilemez hükümlerini değiştirmeyi isteyen" önemli bir kesim varmış da bunu yapmak doğru mu değil mi bir de bilim adamlarına soralım demek zorunluğu doğmuş gibi düzenlediği sempozyum, sonunda varması gereken yere ulaştı. Ne oldu derseniz anlatalım:

Sempozyuma katılan Alman bilim adamlarının istisnasız hepsi "Değiştirilemeyen Anayasa hükümleri gereklidir ve demokrasiyle çatışan bir yanı yoktur" dediler.

Bizim bilim adamlarından da üçü, yani Prof. Dr. Ergun Özbudun ile Prof. Dr. Mehmet Turhan ve Doç. Dr. Osman Can aksini savundular. Onlara göre "değiştirilemezlik yasağı kaldırılmalı" imiş.

Prof. Dr. Oktay Uygun ise Almanlarla aynı görüşü paylaştı.

Neticede doğru noktaya ulaşıldığını bize bir açıklama gönderen Bilkent Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Osman Berat Gürzumar da, "Sempozyum sonunda ortaya çıkan ağırlıklı görüş, değiştirilemez ilkelerin demokratik rejimle çelişmediği ve bunların gerekli olduğu yolundadır. Türk Anayasa Hukuku öğretisindeki egemen görüşün bu yönde olduğu da tarafımdan kapanış konuşmasında özellikle vurgulanmış ve Alman meslektaşlarımızın bu konuda aydınlanması sağlanmıştır" diyerek ifade etti.

Madem ciddi bir talep ve tartışma yoktu, bu sempozyumu düzenlemenin gereği ve amacı ne idi?

Dekan Osman Gürzumar açıklamasında, "Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilke ve kazanımlarının yıkılmasına hizmet ettiği(miz) şeklindeki değerlendirmenizi kararlılıkla reddediyorum" diyor.

Prof. Gürzumar’ın bu beyanı bizi ve bizim gibi düşünen herkesi sevindirir.

Ancak, mesele sadece bilimsel bir tartışma ortamında bu konuyu görüşmekten ibaret idiyse düzenleyici Fakülte olarak hem tartışmaya katılacakları belirlerken "tarafsız" davranmaları yani "değişmezlik ilkesinden vazgeçilmelidir" diyenler kadar "bu ilkeler gereklidir ve demokrasiyle çelişmez" diyenlere de görüşlerini ifade imkanı verilmesi gerekmez miydi?

Prof. Gürzumar bize gönderdiği açıklamada, Ankara’daki hukuk fakültelerine yaptığı "duyuru"yu "herkesi çağırdık, gelselerdi" diye sunarak, "Daha ne yapsaydık?" demeye getiriyor.

Bunun üzerine "davet ettikleri kişilerle ilgili listeyi" rica ettik. Prof. Gürzumar gönderince gördük ki Anayasa hukukunun tanınmış profesörlerinden örneğin Erdoğan Teziç’i, İbrahim Kaboğlu’nu, Yavuz Sabuncu’yu, Necmi Yüzbaşıoğlu’nu, Süheyl Batum’u, Oya Araslı’yı, Fazıl Sağlam’ı, Rona Aybay’ı, Yılmaz Aliefendioğlu’nu çağırmamışlar.

Keza Anayasa Mahkemesi’nin hiç değilse son başkanlarını, örneğin Yekta Güngör Özden’i, Mustafa Bumin’i, Tülay Tuğcu’yu çağırmaya gerek duymamışlar. Onun yerine Anayasa Mahkemesi üye ve raportörleri ile Rekabet Kurumu; Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu; Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu; Radyo ve TV Üst Kurulu; Kamu İhale Kurumu; Telekomünikasyon Kurumu; Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu; Sermaye Piyasası Kurulu üyelerini çağırmışlar.

Bu çağrılılardan hangisi tartışılan konuya ne gibi katkıda bulunabilirdi, söyler misiniz?

Hadi dekanın iyi niyetini sorgulamayalım. Peki ama sırf bilimsel amaçlı düzenleme böyle olur mu?
Yazının Devamını Oku

Bu yol yol değil

14 Kasım 2008
MUHATABINIZ sizin sözlerinizi saptırmadan kendi düşüncelerini savunuyorsa, onunla konuşun. Çünkü anlaşabilirsiniz. Ama lafın yarısını anlıyor, öteki yarısını kafasındaki kalıba döküp sonra ona yanıt veriyorsa, bırakın... Çünkü öyle biriyle tartışarak sağlıklı bir sonuca ulaşmanız mümkün değildir.

Başbakanlık’ta böyle biri var.

Başbakan’ın Basın Başdanışmanı Akif Beki’den söz ediyoruz.

Bu zattan söz etmeye mecbur kalışımızın nedeni de basit:

O sadece kendisini ve Başbakan’ı memnun edecek gazetecilerin Başbakan’la ilgili olayları izleyip kamuoyuna duyurmasını istiyor. Örneğin Başbakanlık binasındaki koruma görevlilerinin "iftar topu atıldı" diye görev yerini terk edişlerini fotoğrafla tespit eden Hasan Tüfekçi gibileri istemiyor.

İstemediği için de, etik açıdan yetkisi bulunmaması gerektiği halde, Tüfekçi dahil 7 gazetecinin "Başbakanlık Akreditasyon kartını" iptal ediyor.

Akif Beki’ye yazıyla, sözle birkaç defa anımsattık ki, "Akreditasyon" uygulaması doğru yapılması kaydıyla gerekli olabilir.

Uygulamada yanlış yapan, örneğin Basın Meslek İlkeleri’ni ihlal eden gazeteci varsa, onu siz değil, Başbakanlık dışında bir mekanizma örneğin bir hakem kurulu veya bir kurum, belli kriterler bazında değerlendirmelidir.

Siz Basın Meslek İlkeleri’ni esas aldığınızı söylediğinize göre bu mekanizma Basın Konseyi olabilir. Ama burada şart olan şikáyeti değerlendirmek için Basın Konseyi’nin değil, Başbakanlık dışında bir mekanizmanın yetkili kılınmasıdır. Bu bir. İkincisi hangi ilkenin kaç kere ihlali "Akreditasyon kartının iptal edilmesi" sonucunu doğuracaksa onun da başta ilan edilmesi gerekir. Bu da iki.

Aynı şeyi daha önce Cumhurbaşkanlığına, TBMM Başkanlığına, Genelkurmay Başkanlığına ve İçişleri dahil birkaç bakanlığa da yazıyla bildirdik.

Bu kadar açık olan ifadeyi dünkü gazetelerde yayınlanan açıklamasına göre Akif Beki saptırmış. "Basın Konseyi’nin karar verici olmayı istediğini" söylemiş.

Tekrar ediyoruz. Basın Konseyi’nin karar verici olması değil, şikáyeti Başbakanlık dışında bir mekanizmanın değerlendirici olmasıdır istenen... Gerisi ilan edilen kurallara göre yürür.

Kaldı ki Beki’nin "Basın Konseyi’nin daha önce yazılı açıklamasında önerdiği akreditasyon esaslarıyla Başbakanlık’ta başından beri uygulanan kriterler aynıdır" şeklindeki sözü de gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü Başbakanlığın uygulamasında, o önerinin "şikayetin değerlendirilmesi"ne ilişkin koşuluna uyulmamaktadır.

Dahası... Eğer meslektaşlarımızın kartlarının iptali, onların Basın Meslek İlkeleri’ni ihlal etmeleri yüzünden olmuşsa, Akif Beki iptale sebep teşkil eden konuları Basın Konseyi’ne neden şikayet etmemiş, açıklayabilir mi?

Biz sözü bitirmeden Akif Beki’ye ve bu konuda onun gibi düşünenlere uyarıda bulunalım:

Üç beş meslektaşımızın kartını keyfi kararlarla iptal ederek öteki meslektaşlarımıza göz dağı vermeyi umuyorsanız, kendinizi aldatıyorsunuz. Ne o yolla ne de başkasıyla bizi susturabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku

Bağcıyı dövmek

13 Kasım 2008
DEMOKRASİYE inanıyorsak elbet "başkalarını rahatsız eden düşüncelerin" de korkusuzca ifade edilme özgürlüğünü savunacağız.<br><br>Ankara’da düzenlenen ve "Anayasaların değiştirilemez hükümlerini" konu alan sempozyuma o nedenle hoşgörüyle bakmaya mecburuz. Ama hoşgörümüzün "aptallık" gibi algılanmasına da izin vermeyiz.

O nedenle tartışmacılara soruyoruz:

Anayasamızın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen maddelerinden hangisi, sizi niçin rahatsız ediyor?

Sempozyumda bir bilim adamımız, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen hüküm olarak sadece "Cumhuriyeti korumanın" yeterli olduğu görüşünü savunmuş.

Yani diyor ki, "Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına saygılı" bir devlettir demesek de olur. "Atatürk milliyetçiliği" diye bildiğimiz, kimsenin etnik kökenine bakmayan, kendisini "Türk" olarak gören herkesi "Türk" sayan ve yasalar önünde tüm insanların "eşit" olduğunu kabul eden ilke, Anayasa’da olmasa da olur.

Keza diyor ki, Anayasa’nın başlangıç bölümünü yok sayarak "Bu Anayasa’nın Atatürk’ün (...) inkılap ve ilkeleri doğrultusunda" yorumlanması zorunluluğundan pekálá vazgeçebiliriz.

Bu görüşten anlaşılıyor ki, "laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, devlet işlerine ve politikaya alet edilmesine" engel olmak için özel bir duyarlığa ihtiyaç yoktur.

Hadi "demokratik ve sosyal bir hukuk devleti" olarak kalmaya kararlı olduğumuzu da söylemekten vazgeçelim. Çünkü bilim adamı dostumuz öyle istiyor.

Peki Türkiye Cumhuriyeti’ni hálá medeni dünyanın bir parçası gibi gösteren en temel ilke olan "laikliği" korumaktan neden vazgeçelim?

Sempozyuma katılan bir kısım "sunucu"ların asıl derdi sırf "bilimsel bir görüş alışverişi" olsa, mesele yoktu. Oysa hepimiz biliyoruz ki, maksat "üzüm yemek" yani çağımızın Anayasa hukuku sorunlarını görüşmek ve bundan bilimsel sonuçlar üretmek değil, düpedüz "bağcıyı dövmek" yani "Atatürk’ün kurduğu ve ona inanan kuşakların gözlerinin nuru gibi korumaya çalıştıkları laik cumhuriyeti çürütme çabalarına bir de bu yönden katkıda bulunmak"tır.

Zaten bizi isyan ettiren de kendilerini laik cumhuriyete bağlı birer bilim adamı olarak görmeye alıştığımız isimlerin -dün de ifade ettiğimiz gibi- şimdi laik cumhuriyeti yıkmayı üstlenmiş "yıkım müteahhitleri" yanında yer alıyor olmalarıdır.

Yoksa örneğin Federal Almanya Anayasası’nın 1 ve 20’nci maddelerinin değiştirilemeyeceğini emreden 79’uncu maddesinin; Portekiz Anayasası’nın, "Ulusal bağımsızlık ve devletin bütünlüğü; devlet ile kilisenin birbirinden ayrı olması; Yargının bağımsızlığı ve egemenliğin birbirinden ayrı ve bağımsız erkler tarafından kullanılması" gibi ilkelere aykırı Anayasa değişikliği yapma yetkisinin kısıtlı olduğunu söyleyen 288’inci maddesi gibi hükümlerin öteki anayasalarda olduğunu onlar da eminiz biliyordur.

Bu siyasi mevsimde bu konuları gündeme getirmek bilime mi hizmeti amaçlıyor, birilerine mi? Mesele bu
Yazının Devamını Oku

Yıkım müteahhitleri

12 Kasım 2008
KURAN kurslarında militanlar yetiştirdik, olmadı. Devletin kadrolarını İmam Hatip Liselerinde ve İlahiyat Fakültelerinde yetişmişlerle donattık, yetmedi. "Tarikat" ve "Cemaat"ları baş tacı ettik, istediğimiz sonucu hálá alamadık. Türbanı bayrak yaptık, üniversiteye soktuk, hatta onun için Anayasa’yı bile değiştirdik, ona rağmen amaca ulaşamadık. Daha saymakla bitmez yola başvurduk:

Tarikat ve cemaat yurtlarındaki beyin yıkama kampanyalarına gözlerimizi kapadık. Üniversite çağındaki çocukları cumhuriyet düşmanlarının "ev"lerine ve "el"lerine bıraktık.

"Milli" olan eğitimi "dini"ye çevirdik. Zihinleri alıştırmak için "harem-selamlık" gösterileri yaptık. Minicik yavruları "din" adına tesettüre sokup daha o aşamada, yaşadıkları çağdan kopardık.

Cumhuriyet kurulalı beri sürdürdüğümüz mücadeleden hálá sonuç alamadık.

Bu Mustafa Kemal Paşa gerçekten ne kadar da sağlam kurmuş bu devleti...

Ama kavga bitmedi:

"Laikliğin koruyucusu" olduğunu ileri süren Başbakan geçen gün ne dedi?

"Meyvenin henüz olgunlaşmadığını" gördüklerini, o yüzden beklemek gerektiğini tavsiye etti.

Meyveyi olgunlaştırma çabalarına yenisi eklendi:

Anayasamızın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen ilk üç maddesi var ya... Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın oğlu Ali Doğramacı’nın "Rektör"lük yaptığı Bilkent Üniversitesi Alman Uluslararası İşbirliği Vakfı isimli bir kuruluşla "işbirliği" yaparak Ankara’da bir sempozyum düzenledi.

Konu çok masum... "Anayasalardaki Değiştirilemez İlkeler"i tartışıyorlar.

Maksat "Değiştirilemezlik bitmelidir" sonucunu çıkarmak olduğu için konuşmacıları ona göre belirlemişler.

Gördüğünüz gibi tüm amaç teknik, hukuki, ilmi, siyasi, ne derseniz deyin bir yolunu bulup "değiştirilemeyen" böylece şeriata engel olan maddeler engelinden kurtulmak.

İşin hazin yanı, kendi beyanından anlaşıldığına göre Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç da meğer bu konuyu Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıldönümü vesilesiyle tartışmaya açmayı düşünmüş ama "cesaret" edememiş.

Neyse ki o ihmalini -veya cesaretsizliğini- Bilkent’te toplanan yıkım müteahhitlerinin arasına katılıp onlara destek vererek telafi etmiş.

Laik cumhuriyetten yana olmakla yükümlü bir Yüksek Mahkeme Başkanı için ne acı bir durum.

Bizdeki "değişmez" maddeleri kafalarına takanlar, sanki başka ülkelerin anayasalarında böyle hüküm yokmuş gibi göstermeye çalışıyorlar.

Oysa görüştüğümüz Anayasa hocalarının da teyit ettiği gibi İtalya, Almanya, Fransa, Portekiz dahil pek çok ülke anayasasında o ülkenin tarihi gerçeklerinden kaynaklanan ve -aynen bizdeki gibi- rejimi korumayı amaçlayan "değiştirilemez" maddeler var.

Hocalar bir de Anayasa Mahkemesi Raportörü Doç. Dr. Osman Can’ın "Değiştirilemez maddeler ile ötekiler arasında hiyerarşik bir ilişi yoktur" şeklindeki sözüne katıla katıla gülüyorlar.
Yazının Devamını Oku

Maskeyi indirin

11 Kasım 2008
BİZİM siyasiler yabancı bir gazeteci görünce bülbül kesiliyorlar. O zaman ne fren biliyorlar ne de ölçü.<br><br>Son olarak Demokratik Toplum Partisi (DTP) Genel Başkanı Ahmet Türk de Der Spiegel Dergisi’ne, "Şiddete başvuran tek PKK değil" demiş. "Türk devleti de bunu yapıyor"muş.

Baştan Ahmet Türk’e bir soru yöneltelim de, söze sonra devam edelim:

Sayın Türk, siz silahlı kalkışma içinde bulunan hangi örgüt biliyorsunuz ki orada devlet, eylemcilere karşı silah kullanmasın?

DTP Genel Başkanı’nın da, parti üyelerinin ve yandaşlarının da bilmesi gereken basit bir gerçek var:

PKK, Türkiye Cumhuriyeti yasalarına karşı suç işleyen bir örgüttür. Suç işleyen örgütü gereken önlemle -eğer silah gerekiyorsa onunla- yola getirmek devletin görevidir. Bu görevi yapan devlete "şiddet kullanıyor" denmez. Yasaların emrini yerine getiriyor denir. Devlet eğer o görevi yerine getirmezse, işte o takdirde eleştirilir.

Türk
ve arkadaşları, görüntüyü tersine çevirip sanki PKK sulh ve sükûn örgütü imiş de ona karşı devletin güçleri gereksiz yere şiddet kullanıyormuş gibi göstermeye çalışmaktan artık vazgeçsinler. Çünkü gerçeğin tam tersini savunmak artık komik bile olmuyor. Bu bir.

İkincisi, Ahmet Türk ve arkadaşları "şiddetten yana" değillerse, yıllardır binlerce masum sivili katleden PKK’nın (dikkat ediniz güvenlik güçlerine karşı işledikleri suçlardan söz etmiyoruz) bu eylemlerinin "yasadışı birer şiddet eylemi" olduğunu söylemekten niçin kaçınıyorlar?

Öyle sanıyoruz ki Ahmet Türk ve partisi artık yüzlerindeki maskeyi indirmek zorundadır:

Bir demeç verecek, "Türkiye’nin birliğini artık tartışmıyoruz" (22 Temmuz 2008 Hürriyet) diyeceksiniz, ardından partinin "DTP’nin Kürt Sorununa İlişkin Demokratik Çözüm Projesi" isimli resmi politika belgesinde, açıkça Türkiye’nin birliğini hedef alacak şekilde Türkiye’yi 20-25 "İdari Bölge"ye ayırmayı önereceksiniz. Bu bölgeleri ilk bakışta çok demokratik bir çözüm gibi görünen modelle, yani "Bölge Meclisleri" eliyle yönetecek, -federal sistemi benimsemiş devletlerde olduğu gibi- Dışişleri, Maliye, Savunma konuları dışında her şeyi, örneğin eğitimi ve bir ölçüde güvenlik ile adalet hizmetlerini dahi o bölge yönetimine bırakacaksınız.

Sonra, "Bu yapı federalizmi ya da etnisiteye dayalı özerkliği ifade etmez" dediğiniz için biz de size inanacağız.

Sayın Türk’ün başında bulunduğu partinin niyeti o kadar bellidir ki, Anayasamız değiştirilir de idari yapı onların istediği şekle dönüşürse, ulusal kimliğimizden "Türk ulusu" diye söz etmeyecekmişiz. Biz hepimiz "Türkiye ulusu" olacakmışız.

Ahmet Türk ve arkadaşları "Türk" üst kimliğinden niye bu kadar rahatsız oluyorlar?

Sonra "Türkçe"nin "resmi dil" olmasını, sadece káğıtta kalacak formüllerle önermişler. Yani resmi dil orada kalsın ama biz her işlemi ve her işi başka dille yapalım demişler.

Keza insanlar artık "kendi (etnik) kimliği ile" siyaset yapmalıymış.

İyi de bu ülkeyi parçalamak için geride daha kaç adım kalıyor, bir de onu söyleseydiniz ya...
Yazının Devamını Oku

Savcı suç işlerse

9 Kasım 2008
ANAYASA Mahkemesi Başkanvekili’nin "İki aydır takip altındayım" dediği, emekli bir Yüksek Yargıç’ın hukuka aykırı olarak dinlendiği için devleti tazminat ödemeye mahkûm ettirdiği, Genelkurmay Başkanı dahil en üst düzeydeki yetkililerin makam telefonlarının dinlendiği bir ülkede kendinizi ne kadar güvende hissedebilirsiniz? Bu dediklerimiz Türkiye’de aynen var ve bunun adı kısaca "devlet terörü"dür.

Bu devlet terörü son olarak TBMM’nin kurduğu Telekulak Araştırma Komisyonu’nda gündeme gelmiş.

Elazığ MHP Milletvekili Hasan Özdemir, Komisyon Başkanı AKP Milletvekili Hakkı Köylü’ye, bireyleri dinleme yetkisini kullananların düpedüz suç işlediklerini anımsatmış.

Arkadaşlarımız bu tartışma sırasında Ceza Muhakemesi Yasası’nın 137’nci maddesinin gündeme geldiğini bildiriyorlar.

Nitekim Özdemir, telefonu dinlenen ama suç işlemediği için hakkında dava açılmasına gerek olmadığına karar verilen kişiye, o tarihten itibaren 15 gün içinde "Şu tarihler arasında, şu nedenle sizin telefonlarınız dinlendi ama suç unsuruna rastlanmadı. Sizin kayda alınan telefon konuşmalarınız da şu tarihte imha edildi" anlamında bilgi verilmesi gerektiği halde kimseye böyle bir bilgi verilmediğini söylemiş.

Başkan Hakkı Köylü bu iddiaya itiraz etmemiş.

Hoş etmeye kalksa hem ayıp hem de çok tuhaf olurdu. Çünkü konuyla ilgili 5397 sayılı yasa, ileri sürülen suçla ilgili bir bulguya rastlanmadığı zaman "Dinlemenin içeriğine ilişkin kayıtlar en geç on gün içinde yok edilir; durum bir tutanakla tespit olunur ve bu tutanak denetimde ibraz edilmek üzere muhafaza edilir" diyor.

Oysa "imha edilmek" bir yana, "yandaş" gazetelere bu tür konuşmalar servis yapıldı.

Aynı konuyla ilgili asıl önemli hüküm 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Yasası’nda var. Onun 137’nci maddesi açık açık, "Tespit ve dinlemeye ilişkin kayıtların yok edilmesi halinde soruşturma evresinin bitiminden itibaren, en geç on beş gün içinde, Cumhuriyet Başsavcılığı, tedbirin nedeni, kapsamı, süresi ve sonucu hakkında ilgilisine yazılı olarak bilgi verir" demiş.

Av. Turgut Kazan, burada geçen "ilgilisi" deyiminin sadece "dinlenen" kişiyi değil, konuşmada adı geçenleri de kapsadığını söyledi. Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından onların da haberdar edilmelerinin "yasal zorunluluk" olduğunu belirtti.

Peki ama sayalım ki savcı bu görevi yerine getirmedi. Öyle ya, Ergenekon davası iddianamesinde böyle -hatta özel yaşam sırlarının ortaya döküldüğü- konuşmalar var. Üstelik haklarında dava da açılmadı. Kişilik hakları saldırıya uğramış olan bu insanlar haklarını nerede arayacaklar?

Yukarıda sözünü ettiğimiz 5397 sayılı yasa, bu durumdaki "Bilgi ve kayıtların saklanmasında ve korunmasında gizlilik ilkesi geçerlidir. Bu fıkra hükümlerine aykırı hareket edenler hakkında, görev sırasında veya görevden dolayı işlenmiş olsa bile Cumhuriyet savcılarınca doğrudan soruşturma yapılır" hükmünü koymuş.

Savcıların savcılar hakkında soruşturma açma yetkisi olmadığına göre, bu ihlallerin soruşturmasını kim başlatacak? Bir bilen var mı?
Yazının Devamını Oku

Bölücü denmezmiş

8 Kasım 2008
RAPORUN kendisini henüz okumadık. Zaten okusak da onun "içerik" yönünden ele alınıp değerlendirilmesi ayrı bir konu olurdu. Oysa elimizde TBMM İnsan Haklarını İnceleme Alt Komisyonu’nun Hakkári, Yüksekova, Siirt ve Van’daki Nevruz olaylarına ilişkin raporunda kullanılan "terimlere" ilişkin bir haber var. Dünkü gazetelerde de bildiriliyordu:

Komisyonun Demokratik Toplum Partisi (DTP) mensubu üyesi Akın Birdal, raporda PKK’dan söz edilirken kullanılan "bölücü terör örgütü" ifadesinin "komisyonu taraf haline getirdiğini" ileri sürerek, bu sözün "evrensel insan hakları terminolojisine uygun olmadığını" dile getirmiş. Birdal’a göre Abdullah Öcalan’dan, "bölücü terör örgütü başı" diye söz edilmesi ve değerlendirmelerde "bölücü", "terörist" gibi deyimler kullanılması da doğru olmazmış. "Komisyon yapıcı ve uyarıcı" olmak zorundaymış. Zaten BBC’de de PKK’dan söz edilirken "Bölücü terör örgütü" denmiyormuş.

Gerçi raporda "bölücü" kelimesi de kullanılmış ama Başkan Prof. Dr. Zafer Üskül, "Raporu yabancı dillere çevirince zorluk olmasın diye sonuç bölümünde ’ayrılıkçı’ kelimesini kullandıklarını" belirtmiş. Hürriyet muhabirine de "Dolayısıyla herhangi başka anlam aramamak gerekir" demiş.

Raporu hazırlayanların iyi niyetini sorgulayacak değiliz. Çünkü komisyon üyelerinin bu konuda herhangi birimizden daha az duyarlı olduğunu veya olacağını düşünmüyoruz.

Lakin DTP milletvekili Akın Birdal’ın tepkisi doğrusu bizi duraklattı. Şundan dolayı:

Bir konuda hangi kavramın kullanıldığı özellikle uzun vadeli siyasi mücadelelerde çok önemlidir. O nedenle başta temkinsiz bir yaklaşımla kullandığınız bir kavramı bir süre sonra "Sen o tarihte bu konu için şu kavramı kullanmamış mıydın?" diye insanın gözüne sokarlar.

Örneğin biz ülkenin Güneydoğu’sunda yıllardır sürüp gelen olayları "terör" diye niteleriz. Onun amacının bu ülkeyi bölmek olduğunu -kendi beyanlarına dayanarak- bildiğimiz için o örgütün "bölücü" olduğunu söyleriz. Bu terimi kullandığımız için de o eylemlerin "suç" olduğunu savunuruz.

Oysa olayı bizim gibi görmeyenler, Türkiye’nin demokratikleşmesinden başka bir amaçları yokmuş gibi göstermeye çalışırlar. Yumuşak bir ifadeyle bu ülkede biri Türk diğeri Kürt olmak üzere iki ayrı "halk" olduğunu kafalara sokmaya çalışırlar. "İki ayrı halk" kavramını bir kere zihinlerde yerleştirdikten sonra sıra "şu halka şu hakların verilmesine" gelir. Örneğin önce "özerklik" denir. Sonra sıra merkezi idareyle maraza çıkarıp "bağımsız"lık kavgası başlatılır.

Kısaca, kulağınızı ve kafanızı alıştırdığınız o bir kısmı pek masum görünen terimler, başkalarının elinde koz haline gelir ve kendinizi hiç de istemediğiniz noktada bulursunuz.

Akın Birdal’ın gül hatırı için "bölücü""ayrılıkçı"ya çeviren Komisyon üyeleri kusura bakmasınlar:

İki terimin arasında fark yoksa, neden "bölücü"yü değil de ötekini kullanıyorlar. Öyle ya, onlar BBC’de yayınlanacak haber yazmıyorlar. Kaldı ki Komisyon üyeleri terör örgütü karşısında "tarafsız" olmaya da mecbur değil. Onlar TBMM adına görev yapıyorlarsa, bu ülke Anayasasının kurduğu "ulus devlet"ten yana olmalarından daha başka ne söz konusudur.
Yazının Devamını Oku

Obama’sı az yazı

7 Kasım 2008
HERKESİN sabah Barack Obama ile kalkıp akşam Barack Obama ile yattığı günlerde dönüp Türkiye’de dört buçuk ay sonra yapılacak yerel yönetim seçimlerinden söz etmeye kalkmamızı yadırgarsanız yeridir. Ama seçimi bir siyasi mücadele bütününün en önemli parçası olarak görürseniz, sanırız ki anlaşabiliriz.

Obama’nın başkanlık seçiminden başarılı çıkmak için ne gibi stratejiler uyguladığını, hangi taktiklere başvurduğunu bundan böyle bol bol okuyacağız. Nitekim New York’ta bulunan arkadaşımız Tolga Tanış daha ilk günden bazı ipuçlarını verdi. Örneğin bu son seçimde asıl büyük kavganın "internet" ortamında yaşandığını, adayların kendi propaganda malzemelerini seçmene iletmek için YouTube ve Facebook başta olmak üzere olabilen tüm internet sitelerini kullandıklarını bildirdi.

Önemli bir bilgi daha verdi. Adayların seçim masraflarını karşılamada internet siteleri aracılığıyla toplanan katkının büyük ağırlığı olmuş.

Ve bir de "sivil toplum örgütleri" kampanyaya ağırlıklarını olabilen en etkin şekilde koymuşlar. Örneğin sadece Acorn adlı örgüt, 2 milyon az gelirli ABD vatandaşının seçmen kaydını tek başına gerçekleştirmiş.

Az gelirlilerin genellikle Demokratları -sonuçta Obama’yı- desteklediklerini unutmayın.

Ayrıca Obama yandaşlarının tek tek her seçmenle meşgul olup iknaya çalıştığı ileri sürüldü.

Bizde ise sadece Tayyip Erdoğan yerel seçim kampanyasını daha 2007’nin Ekim ayında başlattı. Yani bir yıldır AKP örgütü seçime şartlanmış halde.

Eminiz tek tek her seçmen üzerinde hesaplarını kitaplarını yapmışlardır. O nedenle çoğu yerde sonuçlardan emin görünürlerse bunu palavra sanmayın.

Muhalefete gelince...

Şimdiden "Sen mi aday olacaksın ben mi?" kavgası her yerde konuşuluyor. Böyle giderse AKP’nin tüm yerel yönetimleri alacağını bile bile, bu durum ve bu huy bir türlü değişmiyor.

Oysa bir nebze özverili olsalar, bir seçim çevresinde güçlü olan sol parti hangisi ise onu destekleseler, yüzde 53’ü bulan AKP karşıtı oylar sayesinde sonuç almaları mümkün.

Örneğin Eskişehir’de harikalar yaratan Yılmaz Büyükerşen’i CHP’nin; buna karşılık Ankara’da Murat Karayalçın’ı DSP’nin desteklemesi kime ne kaybettirir?

Aynı şeyi Ordu’nun DSP’li Belediye Başkanı Seyit Torun ve İzmir için de söyleyebilirsiniz.

Şimdiden bir kenara yazın. Bu işbirliği olmazsa, o belediyelerin hepsi AKP’nindir.

Bunca yıldır politika izleriz. Biz yine de, bir CHP’linin bir DSP’liden nerede farklı olduğunu hálá anlayabilmiş değiliz. Aynı şeyi Karayalçın’ın SHP’si için de söyleriz. Çünkü bunların "suni ayrılıklar" olduğunu biliriz.

Ve devlet adamı niteliğine sahip siyasi liderle, günlük politika liderinin farkını işte bu tür konularda verilen kararların ortaya çıkardığına inanırız.
Yazının Devamını Oku