Oktay Ekşi

Sivrisinek saz

6 Kasım 2008
LAFA isterseniz Winston Churchill’in bir sözüyle başlayalım. İngilizlerin efsanevi başbakanının -belki de bir seçim yenilgisi üzerine- şöyle dediği bilinir:<br><br>"Demokrasilerde halk, ancak tüm yanlışları denedikten sonra doğruyu bulur." Bu aşamada Barack Obama’nın "bulunan doğru"yu temsil edip etmediğini bilmiyoruz.

Çünkü henüz çok erken.

Ama şimdiden kesin bir ifadeyle söyleyebileceklerimiz var:

Örneğin, dünkü The New York Times’ın söylediği gibi, ABD seçmeninin Cumhuriyetçi aday John McCain’i değil de Demokratların adayı Barack (Hussein) Obama’yı ABD Başkanlığı’na getirmesi, Amerikan halkına yönelik olarak zaman zaman ileri sürülen "ırkçılık" suçlamalarını kökünden yıkmıştır.

İkincisi, Beyaz Saray’ın Barack Obama gibi, Kenya kökenli bir siyahiye teslim edilmesi sadece ABD demokrasisi için değil, demokrasiye inanan tüm insanlar için büyük bir başarıdır. Dahası bu sonuç, demokrasinin niçin vazgeçilmez bir siyasal sistem olduğunun da somut ve muhteşem bir örneğidir.

Obama’yı Başkan yapan seçim, sadece bir seçim değil, aynı zamanda bir devrimdir. Çünkü tüm insanların, ırk, din, cins, etnik köken farkı olmaksızın eşit olduğunu kanıtlayan ve yaşama geçiren en çarpıcı örnek budur.

Elbet ABD Başkan seçimini ve etkilerini bizdeki seçimlerle kıyaslayacak değiliz. Ama Türk demokrasisi yönünden buna benzer bir devrimi 14 Mayıs 1950 seçimleriyle yaşadığımızı söylemek isteriz:

O zaman da "olamaz" denen gerçekleşmiş, "seçim sonuçları ne olursa olsun, iktidardaki CHP bu konumundan vazgeçmez" denirken Demokrat Parti hiçbir problemle karşılaşmadan iktidara gelmişti.

Biz bu son ABD Başkan seçiminin ve Amerikan demokrasisinin başarıyla geride bıraktığı son demokrasi sınavının başta politikacılarımız olmak üzere hepimize verdiği dersler olduğuna inanıyoruz. Yeri gelince onlara değiniriz. Şimdilik sadece birini ele alalım:

Seçim sonucu belli olunca -daha öncekilerde olduğu gibi- hem yenik düşen John McCain hem de kazanan Barack Obama halka hitap ettiler.

Biz özellikle McCain’in konuşmasındaki olgunluğa itiraf edelim ki hayran olduk. İzninizle aktaralım:

McCain sözlerine, "Düne kadar rakibim iken bugünden itibaren başkanım olan zatın Allah yardımcısı olsun" diyerek başladı.

"Ülkemiz zor bir dönemden geçiyor. Bu dönemde karşımıza çıkacak tüm sorunların üstesinden gelmesi ve bizi başarıya ulaştırması için Başkan Obama’ya tüm gücümle yardım etmeye söz veriyorum" dedikten sonra kendisini destekleyenleri artık Obama’ya yardımcı olmaya çağırdı.

Sonra siyaset yapanlara ders teşkil edecek bir cümle söyledi. Rakibi hakkında;

"Yetenekleri ve sebatıyla ulaştığı başarıya saygı duyuyorum" dedi. Bununla kalmadı. Obama’nın başarısının zihinlerdeki bariyerleri yıktığını ve Amerikan halkına tekrar kazandırdığı özgüvene hayranlık duyduğunu ilave etti. Son olarak da kendisine destek verenlere, "Elbet hayal kırıklığım var. Ama bilin ki bu sizin değil, benim başarısızlığımın sonucudur" dedi.

Böyle bir konuşmayı dinleyeceğimiz bir Türkiye görecek miyiz acaba?
Yazının Devamını Oku

Quo Vadis?*

5 Kasım 2008
BİNDİK bir alamete diye başlayan bir laf var. Sonu herkesçe bilindiği için tekrar etmiyoruz. Ama Başbakan Tayyip Erdoğan’ın son günlerdeki konuşmalarına ve tavrına bakınca, daha önce aynı konuda dile getirdiğimiz endişelerin haklı olduğunu görüyor, itiraf edelim korkuyoruz. Korkumuzun kişisel hiçbir nedeni yok.

Ama ülkenin bugünkü yönetici kadro -özellikle de Başbakan Tayyip Erdoğan- elinde çok ciddi bir badireye doğru sürüklenmekte olduğunu görüyoruz.

Kaç kere yazdık, hatta 4 Ekim 2008 günü bu sütunda çıkan yazıda hepimizi alarme etmesi gereken olaylardan kamuoyuna yansıyanların listesini verdik. Şimdi dağda akan kanın bu gidişle sokakta da karşımıza çıkacağına dikkat çektik.

Tabii kimse aldırış etmedi.

Etmedi ama sonunda Başbakan yurdun bir parçasına, üstelik daha önce "Başkaları gidemez ama biz gideriz" dediği yörelere binlerce polis ve askerin koruması olmadan gidemez hale geldi.

Bu tabloyu düzeltmesi gerekirken de tam tersini yaptı. Tuttu 3 Kasım günü, partisinin Hakkári’deki Merkez İlçe Kongresi’nde, önce tamamen katıldığımız sözler söyledi. Örneğin bu ülkede tek devlet, tek bayrak, tek millet esasının geçerli olduğunu ve olacağını ifade etti.

Tamam... Orada kalsana!

Hayır. O totaliter zihniyet hemen ortaya çıktı:

"Buna kim karşı çıkabilir yahu? Buna karşı çıkabilenin bu ülkede yeri yok. Buyursun istediği yere gitsin. Bundan normal şey ne olabilir?" dedi.

Deyince de elbet yanıtını aldı. Demokratik Toplum Partisi Genel Başkanı Ahmet Türk, haklı olarak, "Bu vatan hepimizin ortak vatanı değil mi? Kim, kimi, kimin vatanından kovuyor?" diye sordu. (Ahmet Türk’ün akıl almaz sorumsuzluklarına başka yazıda değiniriz.)

Buna benzer bir olay yakın günlerde Bulgaristan’da cereyan etti. Irkçı GERB partisinin lideri Boyko Borissov da oradaki Türk kökenli Bulgar vatandaşlarına, "Ya Bulgar olun burada kalın, yahut kendinizi Türk hissediyorsanız Türkiye’ye gidin" dedi.

Dedi ama hemen ardından Bulgaristan Cumhurbaşkanı Georgi Pıvanov, Borissov’u, "Türk kökenli insanlardan özür dilemeye" davet etti.

Demokrasisi henüz 16 yaşında olan Bulgaristan’da oluyor bu...

Dedik ya, "Keşke orada dursaydı" diye... Başbakan keşke "istemeyen gitsin"le yetinseydi.

Yine kendini tutamadı. Bu defa da, "İstanbul’da PKK sempatizanı bir gruba bir vatandaş pompalı tüfekle müdahale etti. Bu konuda vatandaşlara ne tavsiye ediyorsunuz?" diye soran bir gazeteciye, "Bu devletin güvenlik kuvvetleri herkesin huzurunu temin gücüne sahiptir" gibi bir yanıt vereceğine, "hukuk dışı"lığı savundu:

"Vatandaşıma öncelikle sabır tavsiye ederim. Fakat bu sabır nereye kadar olacak? Bunun da endişesi içindeyim. Eğer siz vatandaşın mağazasının camlarını indirirseniz, vatandaşın hayatına kastederseniz, hayatına kastettiğiniz vatandaş kalkıp da eğer elinde böyle bir tedbiri, böyle bir imkanı varsa kendisini savunma yoluna gidecektir" dedi.

Bu zat sözlerinin kardeş kanına yeşil ışık yaktığını görmüyor mu? Ona partisi içinde, ailesi içinde, yakın çevresinde kimse aklını başına al diyemiyor mu?



(*) Gidiş nereye?
Yazının Devamını Oku

Kim kimi uyutuyor?

4 Kasım 2008
BİZİM mi gözlerimiz bizi aldatıyor yoksa Çocuk Esirgeme Kurumu’nun (SHÇEK) yurt ve yuvalarındaki 12 bin 500 çocuğun iyi bakımından, korunmasından, iyi birer birey olarak yetiştirilmelerinden sorumlu olan Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’nun gözleri mi ona yalan söylüyor, doğrusu anlamakta zorlanıyoruz. Nimet Hanım iyimser:

CHP İzmir Milletvekili Ahmet Ersin’in bir soru önergesine geride kalan mayıs ayında verdiği yanıta inanırsanız, "2003-2008 yılları arasında SHÇEK’e bağlı yetiştirme yurdu ve çocuk yuvalarında şiddet ve kötü muamelenin olduğu bilgisi doğru değil"miş.

Nimet Çubukçu bununla kalmamış. Bu dönemde "Korunma altındaki çocuklara karşı kurum içinden hiçbir taciz ve tecavüz fiili yaşanmadı" demiş.

Çubukçu’nun bu yanıtlarını İngiliz Kraliyet ailesinin eski gelini -şimdiki unvanıyla York Düşesi- Sarah Ferguson’un SHÇEK’e ait iki yurtta gizli kamerayla saptadığı gerçeklerin kamuoyuna yansıması nedeniyle anımsadık.

Bayan Ferguson, Ankara yakınlarındaki Saray köyünde bulunan tesisi "Dünyanın en kötü yurdu" olarak nitelemiş. Kamerayla saptananları, "Çocukların saçı kazınmış, el ve ayakları bağlı, koridorlar idrar, dışkı ve kusmuk kokusundan geçilmiyor. Çocuklar insan görünce korkup çığlık atıyor. Bazıları köpek gibi duvar ve ranzalara bağlanmış" diyerek aktarmış.

Zeytinburnu’ndaki tesisi de gezen Ferguson, "Bir odaya girdiğimde aynı yatağı paylaşan iki kadın, insan dışkısı içindeki yataklarından ayağa fırladı. Hemen hazır ola geçip ellerini arkalarına kavuşturdular. Odadaki pis koku katlanılır gibi değildi.(...)" diye ilave etmiş.

Bu durumu SHÇEK Genel Müdürü Dr. İsmail Barış’a sorduk. "Çekimlerin gerçeğe uygun olup olmadığını araştırdıklarını" söyledikten sonra "Kurum tesislerindeki bakım düzeyinin gelişmiş ülkelerdeki benzerleriyle aynı standartta olduğunu" ifade etti.

O zaman anladık ki, bizim bulunduğumuz yerden görünenlerle Bakan’ın ve Genel Müdür’ün bulunduğu yerden görünenler siyahla beyaz kadar zıt.

Yine de kendi gözlemlerimizin ve Bayan Ferguson gibilerin saptadıklarının doğru olmadığını kabul etmeye hazırız.

Ama o zaman, bundan tam da 3 yıl önce yani Kasım 2005’te Malatya’daki SHÇEK Çocuk Yuvası’nda yine böyle gizli kamerayla ortaya çıkartılan çocuk dövme, eziyet etme, dışkı yedirme, aç bırakma olayını nasıl açıklayacağız?

Ahmet Ersin’in sorusu o dönemi kapsamıyor muydu?

Hadi onu sineye çekelim. Kadıköy Yeldeğirmeni Çocuk ve Gençlik Merkezi’nde 2007 yılının Ocak ayında ortaya çıkan "7 çocuğa tecavüz" olayını ne yapacağız?

Daha bakın Dr. Turhan Çömez’in geçen dönemde yani AKP milletvekili iken ileri sürdüğü "SHÇEK yurtlarında kızlar taciz ve tecavüze uğruyor, fuhuşa sürükleniyor" iddiasına değinmedik.

Yine de soralım, Çubukçu’nun 6 Şubat 2007 tarihli VATAN Gazetesi’nde çıkan "Malatya’daki dayak olayı Çocuk Esirgeme Kurumu tarihinde milattır. Geçmişle bugün geldiğimiz yer kıyaslanırsa başarımız görülecektir" sözü eğer geçerliyse, Bayan Ferguson’un kamerasıyla ortaya çıkanlar hálá milat noktasında bulunduğumuzu ortaya koymuyor mu?
Yazının Devamını Oku

Haddini bilmemek

2 Kasım 2008
AVRUPA Birliği (AB) tarafından yayınlanacak "İlerleme Raporu"na ilişkin bilgiler geldikçe, orada ele alınan konuları önümüzdeki günlerde hayli yoğun şekilde tartışacağımız anlaşılıyor. İlginç bir örnek şu:

"Şemdinli (Van) Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın Yüksek Hákimler ve Savcılar Kurulu kararıyla "meslekten ihraç edilmesi" haksızlıkmış.

Bu raporu hazırlayan AB uzmanları ortada bir haksızlık varsa bunun değerlendirileceği, gerekirse giderileceği yerin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) olduğunu bilmezler mi?

Yargının işine burun sokmak ne zamandan beri AB Komisyonu’nun görevleri arasına girdi?

İnsanın aklına ister istemez, AB Komisyonu Başkanı Manuel Barroso ile Genişleme Komiseri Olli Rehn’in AKP davası nedeniyle Anayasa Mahkemesi’ne karşı yaptıkları küstahça müdahaleler geliyor. Acaba AB Komisyonu yetkilileri şimdi de AİHM’ye mi yol göstermeye kalktılar?

Tabii o kadarına cesaret edeceklerini sanmıyoruz. Ama Komisyon’un her dediğini "mahz-ı hakikat" yani "gerçeğin kendisi" gibi algılamaya da sebep olmadığına değinmek istiyoruz.

Bir başka örnek de Türkiye’de "Kürtçe öğrenme" olanağıyla ilgili:

Komisyon’a göre "Türkiye’nin azınlık hakları konusundaki (olumsuz) yaklaşımı değişmemiş"miş. Nitekim "Kürtçeye izin verilmişmiş ama yine de sınırlamalar söz konusu" imiş. Örneğin, "2003 yılında açılan Kürtçe kursları kapatılmış"mış.

Gerçekten o kursları devlet değil, ilgisizlik yüzünden bizzat açanlar kapattı. Bu bir.

İkincisi, "AB’nin Türkiye’de yeni azınlıklar yaratmak"tan amacı ne?

Gerçekten AB’nin böyle bir politikası var.

Hadi Lozan’la belirlenmiş ölçüte göre sadece "gayrimüslimlerin" azınlık sayılacağına ilişkin hükmü beğenmiyorlar diyelim. Ama onlar örneğin "Aleviler de azınlık sayılsın" diyorlar.

Oysa Türkiye’nin Alevi vatandaşlarının böyle bir derdi, böyle bir isteği yok. Tam tersine, "Biz bu ülkenin eşit bireyleri olmaktan mutluyuz. Başka bir statü istemiyoruz" diyorlar.

O zaman bakıyorsunuz AB kaynakları burada kendisini "Türk" hissederek yaşayan Çerkez kökenli yurttaşlarımıza akıtılmaya başlamış. Onlara, "Ne duruyorsunuz, harekete geçsenize" anlamına gelen maddi destek yağdırıyorlar. "Alın bu parayla kitap bastırın, haklarınızı koruyun" gibi suret-i haktan görünen politikalarla insanlarımızı kaşıyıp yara yapmaya çalışıyorlar.

Kimse de onlara sormuyor, "Sizin işiniz bu mu?" diye...

Tamam AB’ye üye olmak, o kulübün kurallarını kabul edip uygulamayı gerektirir.

Ama AB otoriteleri, "kulübün kuralı" diye kendi keyfi taleplerini bize kabul ettirmeye kalkarlarsa buna "evet" diyecek kadar enayi -ve kişiliksiz- olmaya da sebep yok.

Örneğin, Fener Patrikhanesi’nin tahrikiyle "Heybeliada Ruhban Okulu’nu tekrar açın" diyorlar.

Bir defa bunun AB kriterleriyle hiç ilgisi yok. Ama bir an var sayalım. O zaman Patrikhane’ye neden sormuyorlar, "Siz Türkiye’nin bir kurumu olduğunuza göre o okulun bir üniversite bünyesinde açılmasına neden karşı çıkıyorsunuz?" diye.
Yazının Devamını Oku

Hangi demokrasi?

1 Kasım 2008
BRÜKSEL’deki gazeteci arkadaşlar Avrupa Birliği (AB) Komisyonu tarafından hazırlanan ve 5 Kasım’da yayınlanacağı bilinen "İlerleme Raporu" taslağının tam metnini galiba henüz ele geçiremediler. O yüzden bir bakıyorsunuz, "Raporda işkence konusu var" deniyor. Bir başka gün "azınlıklar konusunda Türkiye’nin tavrı değişmedi" bilgisi geliyor.

Elde yeter bilgi olmayınca bizim de ihtiyatlı bir dil kullanmamız zorunlu oluyor.

O kayıtla belirtelim:

AB’nin her yıl yayınlanan İlerleme Raporu’nda siz, demokrasinin ülkemizdeki en önemli eksiğine hiç değinildiğine tanık oldunuz mu?

Daha somut konuşalım:

Demokratik sistemin temeli, toplumsal yaşamın hemen her kesiminde demokratik ilkelerin geçerli olması değil midir?

Siyasi partilerin iç işleyişlerinin de "demokratik ilkelere uygun" olması, bu nedenle çok önemlidir dersek yanlış mı olur?

Bu ilkenin hem Anayasa’da hem de Siyasi Partiler Yasası’nda yer aldığını inkár edebilir miyiz?

Peki bu kadar önemli olan ilkenin, siyasi partilerimiz tarafından benimsenip uygulandığını söyleyebilir miyiz?

Daha açık ifadeyle partilerimizin, Genel Başkan her kim ise onun iki dudağı arasından çıkan talimatlarla yönetildiğini, gerisinin yani şu veya bu sıfatlı organların işlevinin tamamen "göstermelik" düzeyde kaldığını inkár edebilir miyiz?

Sadece onu değil, bu vahim gerçek bütün partiler yönünden geçerli olduğu için, hiçbir konuda anlaşamayan, uzlaşamayan liderlerin bu konuda sessiz bir ittifakla birbirlerini desteklediklerini hepimiz bilmiyor muyuz?

O yüzden "milletvekili" unvanlı kişilerin aslında birer "lidervekili" olduklarını da eğer kabul ediyorsanız o zaman soruyu AB Komisyonu’na yöneltmek gerekir:

Siz bu durumu "demokratik" ilkelere uygun mu buluyorsunuz? Uygun buluyorsanız sizin savunduğunuz hangi "demokrasi"ye "demokrasi" diyebiliriz?

Sizden kuşkulanırız, çünkü bu durum sadece işinize gelen konularda -herhalde siyasi parti liderlerini kızdırmayı göze alamıyorsunuz- demokrat olduğunuzu söylüyor.

Nitekim 5 Kasım günü yayınlanacak raporda, "Siyasi Partiler Yasası değiştirilmelidir" deniyormuş ama "parti içi demokrasi"den söz edilmiyormuş. Örneğin, "Partilerin faaliyetleri ve gelir kaynakları ile giderleri saydamlaştırılmalı" imiş.

İhtimal Adalet ve Kalkınma Partisi hakkında "kapatma" istemiyle açılan dava sırasında yaptıkları gibi "yargı darbesi"nden söz etmeye filan da -o sıradaki demeç ve müdahalelerinin ne büyük bir küstahlık örneği olduğunu hálá anlamadılarsa- kalkmışlardır.

Öyle ya şimdi de gündemde, henüz hakkında Anayasa Mahkemesi tarafından karar verilmemiş olan Demokratik Toplum Partisi (DTP) var. Hukuka değil, ona sahip çıktılarsa şaşırmayalım.

AB Komisyonu yönünden çoğu kez "gerçeğin ne olduğu" değil, o vesileyle ortaya konan tavrın, dışarıdan aferin almaya uygun olup olmadığı ön plana çıkıyor.

Öyle ya, "laik rejim" yıkılsa da, Türkiye bölünse de AB’ye ne?
Yazının Devamını Oku

Biz de destekleyelim

31 Ekim 2008
TOPLUMSAL olaylarda kimin haklı, kimin haksız olduğunu kesinlikle tayin etmek çoğu kez çok zor hatta imkánsızdır. Çünkü herkes olayın işine gelen kısmını gösterir, öteki kısmını yok sayar.

Son günlerde Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) önayak olduğu kitlesel olaylar için de yukarıdaki sözler geçerlidir.


O nedenle "Kim haklı?" sorusuna yanıt aramaktan çok, "Bu olayların meydana gelmesini önleyecek önlemler nelerdir?" sorusuna yanıt aramak bizce çok daha yerinde olur.

Örneğin ortada, PKK’nın 35 bin insanın ölümünden sorumlu lideri "Abdullah Öcalan’a İmralı’da kötü muamele yapıldığı" iddiası var. DTP bu iddiayı doğru sayarak Diyarbakır, Adana, Tunceli, Ağrı, Van, Hakkari, Batman’da protesto eylemleri düzenledi.

DTP’li belediye başkanları Cumhuriyet Bayramı kutlama törenlerine katılmadılar.

Çok ayıp ettiler.

Cumhuriyet bugünkü iktidarın Cumhuriyeti mi? İktidara kızarsan protestonu yazıyla, toplu yürüyüşle, yayınla dile getirirsin ama kavganı Cumhuriyet’e neden bulaştırıyorsun?

Keza DTP Genel Başkanı Ahmet Türk başta olmak üzere DTP milletvekilleri son günlerde halkın "başkaldırısı"ndan söz edip bunun meşruluğunu savunacak kadar ileri gittiler.

Yarın da Diyarbakır’da iki gün sürecek yeni bir "oturma eylemi" düzenleyecekleri bildiriliyor.

Bu yolda devam ederlerse kendilerini meşruiyet minderinin dışına düşmüş görebilirler. Öyle bir durumda devlet hesap sorar. Üstelik haklı da olur.

O nedenle yukarıda dediğimiz gibi çözümü gerilimi artırmakta değil, bu tür kitlesel olayları önleyecek önlemlerde aramak herkesin lehinedir.

Çözüm örneğin Adana Valisi’nin savunduğu gibi "eylemlere karışan çocukların ailelerinin yeşil kartını iptal etmek" değildir. Bu İsrail’in, Filistinli eylemcilerin evlerini ailelerinin başına yıkma tedbirinin Türkçesi olur. Bunun hukukla, insan hakları kavramıyla savunulması imkansızdır.

Çözüm, İmralı’daki katile kötü muamele yapıldığı iddiası ortaya atılınca "Bu iddialar tamamen yalandır" türü bir açıklama yapmak da değildir. O açıklama yerine Adalet ve/veya İçişleri Bakanı’na düşen, "İddiaları ihbar saydık. Derhal İmralı’ya müfettiş gönderdik. Oradaki mahkuma gerçekten kötü muamele yapıldıysa, sorumlular cezalandırılacaktır" demek ve onun gereğini gecikmeden yapmaktır.

Oysa o da yapılmadı.

Görüldüğü gibi hem ülkeyi yönetme sorumluluğunu taşıyan siyasi iktidar yanlış yapıyor hem de DTP’liler yangına benzinle gidiyor.

Özellikle DTP’liler dün basına dağıttıkları "DTP’nin Kürt Sorununa İlişkin Demokratik Çözüm Projesi" başlıklı kitapçıkta ifade ettikleri gibi kendilerinin Türkiye’de bir ’Federasyon’ kurma peşinde oldukları iddiası yalan ise yani Cumhuriyetimizin üniter (tekli) yapısını benimsiyorlarsa bunu açık açık söylemeliler.

Öyle bir yaklaşım, yani hangi etnik kökenden gelirse gelsin, tüm insanların bireysel bazda eşit, mutlu ve özgür olduğu bir Türkiye’den yana iseler bunu söylesinler, kavgalarını biz de üstlenelim.
Yazının Devamını Oku

Cumhuriyet ve onlar

30 Ekim 2008
BAŞKA bir eleştiri nedeni bulamayınca "İsmet İnönü, paraların pulların üstüne Atatürk’ün resmi yerine kendininkini koydurmuştu" diyenleri bilirsiniz. Onlara yanıt olarak merhum İnönü’nün anlattıklarını bu sütunda birkaç kere yazdığımızı anımsarız.

Cumhuriyetin 85’inci yıldönümü dolayısıyla yazılanlar bizi bir an için o konuya götürdü.

İnönü, pullara, paralara neden kendi resminin konduğunu ve resmi dairelere neden kendisini gösteren tabloların asıldığını, Demokrat Parti döneminde bu konunun Meclis’te tartışıldığı bir gün, aralarında benim de bulunduğum birkaç gazeteciye CHP’nin Meclis Grup Odası’nda özetle şöyle anlatmıştı:

"Cumhuriyeti kurduktan sonraki ilk meselemiz, bu yeni rejimi yaşatmayı başarıp başaramayacağımızdı. O yüzden Cumhuriyet’in 10’uncu yıldönümünü idrak etmeyi çok önemsedik. Bayramın çok büyük törenlerle ve büyük bir heyecan içinde kutlanması için her imkánı kullandık. Ama o zaman Cumhuriyet’in kurucusu başımızda idi. Kurucumuz gittikten sonra da Cumhuriyetin yaşayabilmesinin koşulu onun ’kurumlaşması’ idi. Bunun da yolu kurucumuz olmadan da bu devletin ve Cumhuriyet’in yeni sembollerle yaşadığını göstermekti. Atatürk’ten sonraki Cumhurbaşkanı olarak benim resimlerimin paralara, pullara, devlet dairelerine konulmasının sebebi budur."

Cumhuriyeti
kuranların korkularının nedeni, 600 küsur yıl boyunca bu ülkeye hükmetmiş padişahlık yandaşlarının, bir şekilde saltanatı geri getirmeye çalışacakları düşüncesi olmak gerekir.

Şükranla belirtmeye değer ki Osmanlı hanedanı mensupları böyle bir çılgınlığa hiçbir zaman teşebbüs dahi etmemişlerdir.

Nitekim Cumhuriyet rejimi bugün -Osmanlı rüyasıyla yaşayan birkaç tahtasız dışında- tüm toplum tarafından paylaşılan ve sahiplenilen bir değerdir.

Ama tıpkı Cumhuriyet’in ilan edildiği 1923’te olduğu gibi, birtakım zıpırların bu büyük değişimi küçümsedikleri de bir gerçektir.

Onlara sorarsanız Atatürk’ün askeri ve diplomatik zaferleri ile devrimleri ve bir "ulus-devlet" inşa etmesi de öyle fazla önemsenecek şeyler değildir. Hatta daha 1923 yılından itibaren Türkiye’de demokratik rejime geçilmemiş olması Atatürk’ün -özellikle İsmet İnönü’nün- büyük kusurudur.

O dönem Türkiye’sinin yüzde 90’ı okuma yazma bilmeyen, kişi başına yılık gelir ortalaması bazı kaynaklara göre 45, bazılarına göre 100 ABD Doları olan; altyapı, refah, insan hakları, hukuk, ekonomi gibi kavramların varlığını bile bilmeyen (1927 nüfus sayımına göre) 13 milyonluk bir geri ve yoksul toplum olduğunu görmezler. Bu tabloyu 700 yıllık İngiliz demokrasisi ile kıyaslarlar.

Onlara göre Türkiye’de uygulanan "laiklik" modeli de yanlıştır. Hıristiyan Batı’nın geçirdiği evreleri sanki biz de geçirmişiz ve cami, siyasal amacından vazgeçmiş gibi, tutarlar "devletin İslami kurumlarla bağlarını kesmesini" isterler. O yolun İran’a gittiğini göremeyene "aydın" denebilir mi?

Neyse ki Sayın Süleyman Demirel’in ve son olarak tarihçi Erik Jan Zürcher’in dediği gibi "Cumhuriyet’in temeli çok sağlam"dır. Kervan o sayede yoluna devam etmektedir.
Yazının Devamını Oku

Rektör tayini

29 Ekim 2008
BİZİM bitmeyen, aslında bitmesi bizzat bizim tarafımızdan engellenen, sonra da "Bu nasıl çözülür?" diye vakit tükettiğimiz meselelerimiz vardır: "Rektörler nasıl bir usulle göreve gelmeli?" gibi.

Bu konu gerçekten taa 1946 yılından beri tartışılır.

Demek ki tam 62 yıldır çözememişiz.

Nitekim son olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de şikayetini şöyle dile getirdi:

"Rektör seçimlerinin üniversitelerde çok derin yaralar açtığını da görüyorum. En gelişmiş ülkelerde, bu işlerin nasıl olduğunu sizler çok iyi biliyorsunuz. Bunların giderilmesi gerektiği, bu tip konuların nihayette cumhurbaşkanına bırakılmasının da doğru olmadığı kanaatindeyim.

Ben gayet cesur bir şekilde, bu tip yetkileri çok sağlıklı kurumlara devretmeye hazırım. (...)"

Cumhurbaşkanı Gül
bu sözleri keşke sayısı 108’i bulan devlet üniversitelerinden 45’ine rektör tayin etmeden önce söyleyebilseydi herhalde daha anlamlı olurdu.

Gerçi Anayasa gereğince o tayinleri yapmaya mecburdu ama hiç değilse yaptığı tayinlerde, YÖK yasasının emrettiği şekilde "ATATÜRK İnkılapları ve ilkeleri doğrultusunda ATATÜRK milliyetçiliğine bağlı" eğitim yapılmasını sağlayacak isimleri seçmeye özen göstermiş olsaydı, hem göreve gelirken yaptığı yemine bağlı kalmış olurdu hem de dünkü gazetelere yansıyan -haklı- şikayetine daha fazla kulak verilirdi.

Ama onu bir kenara bırakalım. Şimdi bir gerçek var ki "rektör tayini" konusu çözüm bekliyor.

"Rektörleri üniversitelerin öğretim üyeleri seçsin" fikrinin şampiyonu olan Prof. Dr. İhsan Doğramacı bile artık bu usulü savunmuyor.

İstanbul Üniversitesi’nin tanınmış öğretim üyelerinden Prof. Dr. Hasan Yazıcı da, geçen ay çıkan bir makalesinde rektör tayininde cumhurbaşkanının yetkili olmasını eleştiriyor, "Üniversitelerimizi bir süre kişiler yerine kurullarla yönetmeye çalışalım. Her fakülte kendi içinde bir senatör ve bir de dekan seçsin. Bunlardan oluşacak senato ise kendi başkanını, yani rektörü, oylamayla saptasın" diyordu.

Seçimi bir ölçüde geçerli sayan bu model mi iyi yoksa başka ülkelerin üniversitelerini de inceleyip görüşlerini yayımlayan eski YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz’ün gösterdiği gibi, "İlgili üniversiteyle ilgisi bulunmayan seçkin kişilerden oluşan Mütevelli Heyeti’nin, o üniversite dışından bulup tayin ettiği rektör" formülü mü iyi, mutlak surette tartışılmalıdır.

Elbet başka öneriler de bu tartışma sırasında ele alınmalıdır.

Ancak kabul edelim ki Türkiye’nin bugünkü gerilimli ortamı değişmedikçe, bir başka deyişle siyasi iktidar, üniversiteleri kendi siyasi görüşünü egemen kılmak için öncelikle ele geçirilmesi gereken mevziler gibi görmekten vazgeçmedikçe bu formüllerin hangisini uygularsanız uygulayın ülkeye de, üniversiteye de yararı olmaz.

O nedenle meseleye öncelikle iktidar partisini yöneten zihniyetin değişmesinden başlamak lazım. Cumhurbaşkanının gücü konuda bir şey yapmaya yetiyor mu önce onu öğrenelim.
Yazının Devamını Oku