Oktay Ekşi

Halep ordaysa...

22 Ocak 2009
BARACK Obama’nın herkes tarafından pek beğenilen "göreve başlama konuşması" üzerinde yazı yazmaya bugün niyetliydik ama galiba fırsat olmayacak. Çünkü hiç hesapta yokken hem Cumhurbaşkanlığı’nın ve Genelkurmay’ın açıklamaları hem de Başbakan Erdoğan’ın "Ergenekon"la bağlantılı "yargısız infaz"larla ilgili sözleri kamuoyunu işgal etti. Böyle "yargıyı etkileyen" bir şey olmasa veya "soruşturmanın gizliliği" ihlal edilmese herhalde ne Cumhurbaşkanlığı açıklama yapıp, "uygulamalarda usul yasalarına azami özen gösterilmesinin Türkiye’yi daha da güçlü kılacağını" ifade ederdi, ne de "hukukun üstünlüğüne ve temel ilkelerine titizlikle bağlı kalınmasının" önemini vurgulardı.

Keza Başbakan da;

"Yargı süreci bitmeden kimseyi suçlu ilan etmeye hiç kimsenin hakkı yok. Fakat ülkemizde maalesef yargısız infaz yapmaya alışmış bazı kurum ve kuruluşlar olduğu gibi bazı şahıslar, hatta köşe yazarları da var. (...) Ben şu anda (...) soruşturmayı yürütmekte olan savcı üzerindeki tasarrufları da kınıyorum, savcıya yönelik baskıları kınıyorum (...)" demezdi.

Elbet Genelkurmay’ın da özetle, "Kişi ve kuruluşların adeta yargısız infaz edilerek suçlu ilan edilmesi hiçbir hukuki ve ahlaki kuralla bağdaşmamaktadır. Artık söylem yerine tedbir alma zamanıdır" demesine gerek olmazdı.

Aslında dünkü yazımızda da konu bu idi. Örnek olarak da gazeteci Fehmi Koru’nun, tanınmış işadamı Hüsnü Özyeğin’i, "Ergenekon sanığı Veli Küçük’le irtibatlı gösteren" 29 Ocak 2008 tarihli yazısını ve diğer gazeteci Şamil Tayyar’ın bir televizyon programında söylediği ileri sürülen, Koru’nunkine benzer sözlerini aktarmıştık.

Bu yayınları "ciddiye" alan Cumhuriyet Savcılığı’nın isteği üzerine Özyeğin’in telefonlarının dinlendiği ortaya çıkmıştı.

Yeri gelmişken belirtelim:

Şamil Tayyar bir açıklama gönderdi ve "Hüsnü Özyeğin yasadışı ticaretten kaynaklanan alacaklarını Veli Küçük aracılığıyla tahsil ediyordu" şeklinde bir cümleyi hiçbir zaman ve hiçbir yerde kullanmadığını ileri sürdü. "(Aksinin) ispatı halinde meslek hayatımı sonlandıracağımı taahhüt ediyorum" dedi.

Dedi ama bizim Şamil Tayyar’a atfen aktardığımız bilginin temel kaynağı olan Ergenekon İddianamesinin, Ek 364 No’lu klasörünün 317; 320 ve 321’inci sayfaları orada duruyor.

Gerçi orada "dolaylı" bir bilgi var. İddiaya göre Memduh Bayraktaroğlu isimli gazeteci, diğer gazeteci Sabahattin Önkibar’la konuşurken Şamil Tayyar’ın bir röportajda, "En büyük finansman, uyuşturucu ve haraç tahsilat çeteleri üzerinden sağlanıyor. İşadamlarından çok iyi besleniyorlar" dedikten sonra Hüsnü Özyeğin’in bunlarla yakın ilişki içinde olduğunu söylediği anlatılıyor.

Özyeğin’in telefonlarının dinlenmesiyle ilgili yargı kararında da Koru’nun yazısına ve Tayyar’la ilgili yukarıdaki bilgiye atıfta bulunulduğuna göre, kimin "yargıyı etkilediği", kimin "yargısız infaz" yaptığı açıkça görülüyor olmak gerekir. (Daha çook örnek var.)

Haa... Diyebilirsiniz ki, "Başbakan da savcının baskı altına alındığına" değinerek şikáyette bulunuyor. Demek o da ortaya çıkmalı.

O zaman kim haklı kim haksız, bunu anlamanın yolu basit:

Adalet Bakanlığı bugüne kadar "yargıyı etkileme" ve "soruşturmanın gizliliğini ihlal" iddiasıyla hangi gazeteciler ve yayın organları hakkında soruşturma başlatıldığını açıklasın, resmi hep birlikte görelim.
Yazının Devamını Oku

Bugünkü JİTEM

21 Ocak 2009
ADALET Bakanı Mehmet Ali Şahin’in ağzından bal akıyordu önceki akşam... HaberTürk TV’nin bir programında Özay Şendir ve Balçiçek Pamir’in sorularını yanıtlarken zannettik ki "Hukuk devletine saygılı, adaletin bağımsızlığından yana" bir hükümetin Adalet Bakanı konuşuyor. Oysa gerçeği o da biliyor, biz de...

Yayında gazeteciler bir anketin sonuçlarını ekrana getirdiler. Buna göre katılımcıların yüzde 73’ü "Yargıya güvenmiyorum" demiş. "Yargıya güveniyorum" diyenlerin oranı ise yüzde 27 imiş.

Vahim bir durum değil mi?

Zaten Sayın Bakan da sonuca itiraz etmedi.

Çare olarak saydıklarını dinleyince, "Belli ki hiçbir şey düzelmeyecek" dedik.

Çünkü çözümü sorunun özünde değil, ayrıntılarda arıyor. Örneğin "dava dosya sayısını azaltmaya" bakıyor. "Bilgisayar ortamındaki iletişim sayesinde işlemlerin hızlanmasına" bel bağlıyor.

Ama kurucusu olduğu partinin programındaki, "Önce adaletin bağımsızlığını sağlamak gerekir" diyen taahhüdü hiç anımsamıyor. Aslında "savcı"ya ait olan soruşturma yetkisini polisin eline bırakan bugünkü kuralları değiştirmekten söz etmiyor. "Adli kolluk" kurulmadıkça bu yönde ciddi bir adım atılamayacağını bildiği halde değinmiyor. "Savcılık" ve "Yargıçlık" mesleğine kabul edileceklerin seçiminde siyasetin yahut cemaatin etkili olmasını engelleyecek, "bilgi ve liyakati" esas alacak düzenlemelere ihtiyaç olduğunu söylemiyor.

"Telefon dinleme" yasayla ve ona dayalı yönetmelikle sağlam kurallara bağlanmışmış. Sayın Bakan onu söylüyor.

Örneğin bir insanın telefonunun dinlenebilmesi için onun "suç işlediğine ilişkin kuvvetli şüphe sebeplerinin" var olması ve "başka türlü delil elde edilmesine imkan bulunmaması" şart imiş. "Dinleme"nin "yasal" olması için yargıçtan "her kişi için ayrı" karar almak şart imiş.

Dahası, dinlenecek kişi hakkında "insan ticareti", "işkence", "çocukların cinsel istismarı", "uyuşturucu madde imal ve ticareti", "suç işlemek amacıyla örgüt kurmak", "ihaleye fesat karıştırmak", "silahlı örgüte silah sağlamak" ve "zimmet" gibi bir suçu işlediği konusunda "ciddi şüphe" olmadıkça bu karar alınamazmış.

İyi de... Dünkü gazetelerde çıktı:

Meğer gazeteci Fehmi Koru 29 Ocak 2008 tarihli yazısında "Veli Küçük’le Hüsnü Özyeğin’in ilişkisi var" türü bir şey yazdığı, öteki gazeteci Şamil Tayyar da 15 Şubat 2008 günü katıldığı bir televizyon programında "Hüsnü Özyeğin yasadışı ticaretten kaynaklanan alacaklarını Veli Küçük aracılığıyla tahsil ediyordu" dediği için Hüsnü Özyeğin’in telefonları 3 ay süreyle dinlenmiş.

Sormaya değmez mi, "kuvvetli şüphe"nin karinesi bu iki gazetecinin yazısı mı oluyor?

Bu örnek tek olsa mesele yoktu. Bakan da, biz de biliyoruz ki dün "JİTEM"cilerin yaptığı neyse bugün "telefon dinleme" ile ilgili yetki kullananların yaptığı da odur.

Dünyada hiçbir gerçeğin gizli kalmayacağına ilişkin özdeyiş doğruysa, bir gün bu uygulamalara ilişkin gerçekler de ortaya çıkar.
Yazının Devamını Oku

Doğuştan diplomat

20 Ocak 2009
ÖTEKİ ülkelerde de öyle midir, emin değiliz. Ama bizde, daha önce dış politikayla hiç ilgilenmemiş kişiler iktidara gelince birden "uluslararası çapta diplomasi figürü" olmaya soyunuyorlar. Hallerine bakınca onları ya Talleyrand sanırsınız ya da Winston Churchill. Bir zamanlar merhum Turgut Özal öyleydi.

Ortadoğu’da ihtilaf mı var? Hemen ortaya atlayıverir, o olaydan Türkiye’ye pay çıkarmaya çalışırdı.

O yüzden Asya’daki Türk kökenli devletlere "ağabeylik" yapmaya kalktı. Sonu fos çıktı.

İlk Körfez Savaşı’na Türkiye’yi sokmaya kalktı, olmadı. Sonra tuttu Türkiye’de bir "Çekiç Güç" konuşlanmasını önerdi. O sayede Barzani, Kuzey Irak’ta bir Kürt yönetimi kurdu.

Şimdi aynı rolü Başbakan Tayyip Erdoğan oynuyor.

Bir bakıyorsunuz "kırmızı çizgi" ilan ediyor. Sanırsınız ki o çizgiyi aşan mahvolup gidecek.

Oysa iki ay sonra o çizgiler ya alay konusu oluyor yahut unutulup gidiyor.

Bizimkinin dinlenmemesi bir yana, bakıyorsunuz bir başkasının -örneğin Mesud Barzani’nin- kırmızı çizgisine uymaya başlamışız. Kimse "Hani ne dediniz ne oldu?" demiyor.

Bir başka ihtilafta biz yine olayın üstüne atlıyoruz. Sanki bekleyen, isteyen varmış gibi kendimizi "arabulucu" ilan ediyoruz. Ama kimse ciddiye almıyor. Dahası, o sorunun çözümünü tutup bizim dışımızdakilerle (Rusya’nın Gürcistan’a girmesi üzerine Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin muhatap alınması gibi) konuşuyorlar.

Tutuyor devlet başkanı yahut başbakan eşlerini "Hamas’ta vurulan yavrular için" kampanyaya davet ediyoruz. Sureta gelip sessiz sedasız gidiyorlar.

Kısaca kendi kendimize gelin güvey olup duruyoruz.

Sanki, "Böyle yaparsak Türkiye Başbakanı acaba ne der?" diye düşünen biri varmış gibi.

Ne alakası var?

Yoksa var da bizim mi haberimiz yok?

Not: Yaptığım hata affedilir gibi değil. Ama yine de lafa başlamadan özür diliyorum. Konu şu: Yıllardır genç meslektaşlarıma "Aman bir yazıda rakam kullanıyorsanız dönün, yazdığım rakam acaba doğru mu değil mi diye kontrol edin" dedim. Çünkü bilirim, bizim meslektaşlar "rakam özürlü"dürler. Milyonla milyarı karıştırırlar.

Başkasına öğüt verirken son yazımda aynı hatayı ben yapmışım. Vehbi Koç Vakfı’nın kuruluşundan beri geçen 40 yıl içinde 605 milyon dolar tutarında yardım ve yatırım yapmasını övdükten sonra "Ancak 40 yılın ortalamasının sadece 1.5 milyon dolar olmasını az bulduğumuzu da belirtmek istiyoruz" demiştim. Ama rakamı irdelemeyi ben de ihmal etmişim. Ertesi gün pek çok e-mail aldım. "O rakam 1.5 değil 15 milyon dolar (hatta biri 15 milyon 125 bin dolar demiş) olacaktı" diyorlar.

Elbet utandım. Ama bu yanlışlık hiç değilse, Vehbi Koç Vakfı’nın yılda 15 milyon dolarlık yardım ve yatırım bütçesiyle başkalarına örnek olmasına yarar diye düşündüm.O.E.
Yazının Devamını Oku

Kötülerle iyiler

18 Ocak 2009
GÜN görmüş, her türlü ikbal kavgasını geride bırakmış insanların, sadece ülke geleceğiyle ilgili görüş paylaştıkları bir platform olan "Encümen-i Daniş"in altında bile "Ergenekon" arayanlara mı acırsınız, "Ortalıkta dönmekte olan garipliklerin (!? O.E.) kaynağının Encümen-i Daniş olduğunu yıllar önce keşfettiğini" söyleyen paranoitlere mi? Bunların "profesör" unvanlı liberal(!)lerinden biri de emekli Orgeneral Tuncer Kılınç’ın gözaltına alınmasından söz ederken, "Bir tarihte Avrupa Birliği’ne alternatif olarak Rus-Çin-İran eksenini de düşünmemiz gerektiğini söylediği, aklına gelmiş midir?" diye soruyor.

Bu "ifade özgürlüğüne her şeyden önce değer verdiğini" her fırsatta savunanı!

Onun gibi herkese hoşgörü öğütleri veren biri de "çalıştığı gazetede kendi görüşlerine aykırı düşünce sahiplerinin de yazı yazmasına tahammül edemediği için" bir başka gazeteye geçtiğini itiraf ederken utanmamıştı.

Neyse... Bizim konumuz bunlar değil.

Onların da konu olacağı gün gelir.

Biz bugün "kötü"lerden ve "kötülüklerden" değil, güzelliklerden söz etmek niyetindeyiz.

Öyle bir güzellik, iş dünyamızın anıtsal ismi merhum Vehbi Koç’un en büyük kızı Semahat Arsel’in "Vehbi Koç Vakfı’nın kuruluşunun 40’ıncı yıldönümü" dolayısıyla dün verdiği bilgilerle kamuoyuna yansıdı.

Vehbi Koç’la aramızda büyük yaş farkı vardı ama ilişkilerimiz hem mesafeliydi hem de "dostluk" denebilecek türdendi. O nedenle "işadamı" kimliğinden çok "dost Vehbi Koç" kimliğini gördük.

Ve Vehbi Koç’un, özel yaşamında da son derece ilkeli, dikkatli ve daha da önemlisi her hareketinin kendisinden sonrakilere örnek olmasını isteyen kişiliğine tanık olduk.

Vehbi Koç Vakfı hakkında Sayın Semahat Arsel’in verdiği bilgilere o nedenle önem verdik.

Koç Vakfı’nın "yardımseverliği kurumsallaştırdığı" ifade ediliyor. Geride kalan 40 yıl boyunca yapılan bu tür yatırımların toplam değerinin 605 milyon doları bulduğu bildiriliyor.

Bunlar içinde Koç Üniversitesi gibi, "Koç Özel İlköğretim Okulu ve Lisesi" ve "Amerikan Hastanesi" gibi örnek düzeydeki kurumlarla, "Sadberk Koç Müzesi" gibi kendi türünde "ilk" denebilecek örnek kurumlar varmış.

Vakıf bugüne kadar 38 bin 772 öğrenciye de burs vermiş. Ancak Arsel "iyilik yapan insanın bir elinin verdiğini öteki elinin bilmemesi" gibi, insan onuruna saygıyı ön plana alan bir anlayışı bugüne kadar koruduklarını söylüyor. Yapılan yardımların o nedenle afişe edilmediği anlaşılıyor.

Günümüzün "sadaka kültürünü" savunan anlayışı ile Vehbi Koç’un koyduğu ilkeyi yan yana getirdiğiniz zaman hangisinin daha çağdaş olduğunu kolayca görüyorsunuz.

Vehbi Koç her gördüğünden ders almayı bilen, bunlardan iyi ve yararlı olanları ilk fırsatta yaşama geçiren bir insandı. Zaten "Vakıf kurarak yardımseverliği kurumlaştırma" fikrini de böyle edindiğini biliyoruz. Ancak 40 yılın ortalamasının sadece 1.5 milyon dolar olmasını az bulduğumuzu da belirtmek istiyoruz.
Yazının Devamını Oku

Sorumluyu bilelim

17 Ocak 2009
İKTİDAR hırsı nelere yol açıyor, Gazze’de görüyoruz. Filistinlilere karşı sertlik isteyen Likud lideri Benjamin Netanyahu 10 Şubat seçiminde iktidara gelir korkusuyla İsrail’deki en ılımlı politikacılar bile canavarlaştılar. Sonunda çoğu masum sivil olmak üzere bin kadar insan öldü. İsrail bunun bedelini ödemeyeceğini sanıyor.

Hitler de aynen öyle düşünüyordu. Ama hem kendisi hem de ulusu fena ödedi.

O nedenle Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İsrail’e yönelik eleştirilerini yerinde bulduğumuzu söyleyelim.

Ama sadece İsrail devletine yönelik olanlarını.

Başbakan, İsrail devletini eleştirmek amacıyla cümleye başlayıp ardından bu ülkenin yüzlerce yıldan beri vatandaşı olan Yahudileri hedef alır gibi algılanacak laflar etmeseydi mesele yoktu.

Şimdi yaptığı gafları düzeltmeye çalışıyor. Türkiye’deki Musevi cemaatini övüyor.

Ama yetmiyor. Çünkü İsrail’in Gazze’yi bombalaması üzerine söylediği ilk sözlerin zaten fırsat bekleyen fanatik çevreleri harekete geçirdiğinin işaretleri her yerde görülüyor.

Dahası, o çevreler Başbakan’ın bu son laflarını sanki "Ben böyle söylüyorum ama siz bildiğiniz gibi davranın" anlamınaymış gibi algıladıklarını ortaya koyuyorlar.

Dünkü Milliyet’te yapılan toparlamayı esas alarak soralım:

Aksi söz konusu olsaydı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait billboard’lara, Yahudi vatandaşlarımıza karşı düşmanlık duygularını tahrik etmeyi amaçlayan "Sen Musa’nın çocuğu olamazsın" yazılı posterler asılabilir miydi?

Vakit denen kağıt parçası, İsrail yerine her fırsatta Yahudi kavramını kullanarak antisemitik yayın yapmaya cesaret eder miydi?

Ve "Hey dünya gör artık, Yahudi eşittir terörist" diye yazacak kadar gözü dönmüş bir fanatikten esirgenmeyen itibarı görenler, Başbakan’ın sözlerinin içtenliğine inanabilir mi?

Sadece genel kamuoyu değil, Aksaray Müftülüğü de öyle düşünüyor olmalı. Nitekim bu müftülüğün "hutbe"sinde Yahudilerden "Lanetlenmiş kavmin gözlerini kan bürümüş lanetli askerleri ne bıraktılar kı?" diye söz edilmesi ne anlama gelir?

Başbakan’ın içtenliğine inansalardı böyle bir ifadeyi hutbeye koyabilirler miydi?

"İsrail" ile "Yahudi"yi birbirine karıştıran yetişkinlerin çoğunlukta olduğu ülkemizde, ilköğretim öğrencilerine "Hamas şehitleri" için saygı duruşunda bulunmayı emreden bir kişi Milli Eğitim Bakanı sıfatını koruduğu sürece kim inanır bu hükümetin "eşitlikçi" laflarına?

Bir Bakan, yaşları 7 ila 14 arasındaki çocukların, böyle siyasi nitelikli törenler nedeniyle Yahudi kökenli arkadaşlarına karşı düşmanca duygular besleyebileceğini de göremezse, kim görür?

O nedenle sokaktaki taşkınlıkların, bu yayınların bu beyanların sorumlusunu başka yerde aramayalım. Sorumlu bizzat Başbakan’dır.
Yazının Devamını Oku

İftira makinesi

16 Ocak 2009
BU yaratık, bir ülkeyi karıştıracak kadar önemli şeyler biliyor idiyse ve bunları taa 2001 yılında üstelik polis tarafından alınan ifadesinde söylediyse, işleme koymak için 8 sene niçin beklendi? Anımsayabildiğimiz yanıt şu: Bu ifadeler o zaman incelenmiş ama ciddiye alınmaya değer bulunmamış.

Madem bu ifadeler "ciddi" değildi, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) onları iki sene sonra neden Başbakan Tayyip Erdoğan’a rapor etmeye ihtiyaç duydu?

Buna yanıt yok.

Peki Başbakan Tayyip Erdoğan şimdi Türkiye’yi sallayan bu dosyayı işleme koymak için neden 4 yıl bekledi?

Yine yanıt yok.

Adamın iddialarından tek örnek verelim:

Eğer emekli Binbaşı Cem Ersever’i şimdiki Ergenekon davasının baş sanığı sayılan emekli General Veli Küçük öldürttü ise -veya bu adam o iddiayı taa 2001 yılında ortaya attıysa- konu sekiz sene sonra mı ele alınır?

Yok, bu adam bir soytarı ise, -ki kanımızca soytarı sıfatı ancak ona iltifat için kullanılabilir- TRT gibi bir kamu malı televizyon, önceki akşam, en sorumsuz televizyon kanallarının bile mikrofonunu ihtiyatla uzatacağı bir yaratığa ekranını nasıl tahsis eder ve onun her önüne gelene iftira etmesine aracı olur?

Yanıt yok!

Bu ülkede ne oluyor? Nereye götürülmek isteniyoruz?

Gerçekten, kim neyi amaçlıyor hálá net olarak anlayabilmiş değiliz.

Hadi diyelim ki Atatürk’ten nefret eden liberal (!) faşistlerin gerçek Atatürkçülerle kavgası var. Atatürk düşmanı gericilerle el ele vermiş halde, ne kadar çağdaş kafalı aydın varsa, tasfiye etme -veya sindirme- çabasındalar.

Siyasi iktidar da bu işbirliğinin büyük ortaklarından biri rolünü oynuyor. Bunları görüyoruz.

Doğrusu kullanabilecekleri malzeme de yok değil. Belli ki birtakım kriminaller kendi aralarında birtakım çeteleşme faaliyetinde bulunmuşlar. Nitekim onu gösteren silahlar, bombalar, patlayıcılar ve mermiler orada burada ortaya çıkıyor.

Tamam. Böyle bir çeteleşme varsa, hukuka uygun yollardan git, şüpheliyi bul, yargıya ver, cezası neyse ödesin.

Buna kim ne der?

Ama siz o süreci toplumu terörize etmek amacıyla kullanırsanız, elbet birileri çıkar, yapılanın yanlış olduğunu söyler.

Soruşturmayla hiç ilgisi olmayan insanların özel yaşamına ilişkin konuşmaların geçtiği telefon kayıtlarını bile medya aracılığıyla yayınlatmak hangi "hukuk devleti"nin kitabında var?

Bunu yapanlardan bugün hesap sorulmayabilir. Çünkü yargısı gereğince bağımsız olmayan bir ülkede, yetkilerini kötüye kullananların korunduğu da az görülen bir şey değildir.

Ama bilinmelidir ki tüm bu defterlerin tekrar açıldığı günler de gelir.
Yazının Devamını Oku

Haksız mı?

15 Ocak 2009
TAHA Akyol dünkü yazısında uyardı. Verdiği bilgiye göre YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu kamuoyunun yoğun ilgi gösterdiği son soruşturmaları ve siyasi iktidarın yargı ile ilgili uygulamalarını hedef alan birkaç gün önceki sert açıklamayı, Yargıtay binasında düzenlediği basın toplantısında yapmış. Eminağaoğlu’nun Yargıtay’da "savcı" sıfatıyla görevi var ama aynı zamanda Yargıçlar ve Savcılar Birliği isimli derneğin başkanı. Zaten basın toplantısını da o sıfatla düzenlemiş.

Akyol açıklamanın içeriğine girmemiş. Keşke girse de "Eminağaoğlu eleştirilerinde haklı mı haksız mı?" konusundaki düşüncelerini yazsaydı.

Ama biz yazacağız.

Eminağaoğlu’na ulaşamadığımız için o açıklamayı niçin Yargıtay binasında yaptığını öğrenemedik. O kayıtla belirtelim ki Akyol’un eleştirisi bize çok haklı göründü. Bir dernek adına yapılan açıklamanın mekanı Yargıtay olamaz. Eminiz hukukta "usul"ün "esas"tan önce geldiğini Eminağaoğlu da bilir. O nedenle bu hatayı bir kere yaptıysa bir daha tekrar etmemelidir.

Ancak bu açıklama dolayısıyla Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in verdiği demeci ve bir de açıklamanın içeriğini ele alınca insan ister istemez konunun özüne yani esasına girmeye kendini mecbur hissediyor.

Sayın Bakan’a göre "YARSAV" artık "YARSAP" yani "Yargıçlar ve Savcılar Partisi" olmuş, yani o kılığa bürünen bir dernekmiş.

Peki ama ne demiş de "YARSAP" olmuş?

Kamuoyunu yoğun şekilde meşgul eden "Ergenekon" soruşturmasında "arama kararları, arama gerçekleşmeden devlet televizyonunda duyuruldu" demiş.

Yalan mı?

"Gizlilik taşıyan soruşturma bilgileri(nin) daha işlem yapılmadan ya da yapılır yapılmaz medyanın eline geçmesi sağlanarak (bu bilgilerin) medya infazları için kullanılması kural haline getirildi" demiş.

Yalan mı?

"Soruşturma sürecinde haber alma hakkının ötesinde tüm bilgilerin medyaya sunulması, görsel olarak medyaya verilmesi, soruşturma ve yargılamanın yargı organlarına bırakılmaması, yargı ne karar verirse versin, medya yoluyla kamuoyunda yargılama yapılması sonucunu doğurmaktadır" demiş.

Yalan mı?

"Soruşturma ve yargılamalar, yargı organlarına bırakılmalıdır" demiş.

Yanlış mı?

"Soruşturmalarda bizzat savcı tarafından kullanılması gerekli ve zorunlu olan yetkilerin" fiilen polise bırakılmış olmasının "hukuka ve yasaya aykırı olduğunu" ifade etmiş.

Yalan ve yanlış mı?

"Telefon dinleme" konusundaki "hukuksuzluğun" derhal giderilmesini istemiş.

Yanlış mı yapmış?

"Yargının bağımsız olmadığını" ifade etmiş. Aynı şeyin Adalet ve Kalkınma Partisi Programı’nda da aynen bu şekilde ifade edildiğini anımsatarak soralım:

Yanlış mı konuşmuş?

Adalet Bakanı Şahin bunlara karşı çıkacağına "yanlışları düzeltme" sözü verse daha iyi olmaz mıydı?
Yazının Devamını Oku

Azarlamacı

14 Ocak 2009
BİR Türk gazetecisi olduğumuz için ne kadar şükretsek azdır. Çünkü Türkiye’de konu o kadar boldur ki, sabah kalkınca gördüğünüz Türkiye ile akşam yatarken bıraktığınız Türkiye başkadır. Ama daha önemlisi her gün on kişi, üç kurum, bir devlet azarlamadan duramayan bir başbakanımız var.

Sırf bu nedenle bir gün gazeteler "Dün Başbakan Tayyip Erdoğan kimseyi azarlamadı" manşetiyle çıkarsa şaşırmayın.

Nitekim partisinin dünkü Meclis Grubu toplantısında -mutat üzere- medyanın (üstelik bu defa sadece bizlerin değil, yabancı medyanın da) payını ayırdıktan sonra "Gazze’de sivillerin ölümüne sessiz kalan" devletleri (bunların çoğu Arap devletidir) azarlamış.

Ama bizi ilgilendiren o değil. Dün azarlananlar arasında biz de varmışız. Sebebi Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ikide bir "Benim Valim"; "Benim Müstaşarım"; "Benim Belediye Başkanım" gibi ifadeler kullanmasını eleştirmemiz imiş. Son olarak 7 Ocak günü bu sütunda çıkan yazıda aynen:

(Başbakan’ın) devletin görevlilerinden söz ederken, onların layık olduğu sıfat ve unvana saygı gösteren bir üslup yerine babasının uşağından bahsediyormuş gibi konuşması çok yanlıştır:

Erdoğan bir bakandan söz ederken "Benim Bakanım", bir müsteşardan söz ederken "Müsteşarım" demekte, bir genel müdürü "Genel Müdürüm" diyerek anmaktadır. Nitekim dün de Başbakanlık Başdanışmanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nu son olaylarla ilgili olarak Ortadoğu ülkelerine gönderdiğini söylerken, "Şu an Özel Temsilcim Suriye’de" demiş.

Erdoğan ancak vekaletini verdiği avukatından "Özel Temsilcim" diye söz edebilir. Maaşını devletten alan hiç kimse onun ne "özel temsilcisi" ne de kendisinin "genel müdürü"dür, demiştik.

Bu yazı üzerine Başbakan’ın bir yakını da bizi arayarak "Özel Temsilciliğin her devletin kabul ettiği bir statü olduğunu söyledi. Ona da anlattık ama belli ki anlattığımızı Başbakan’a iletmemiş.

Nitekim şimdi Başbakan’ın da bizi hedef alarak:

"Bakıyorsunuz bir tane köşe yazarı çıkıyor, ’Siyasette, uluslararası diplomaside özel temsilci diye bir şey yoktur’ diyor. Önce insan sorar, öğrenir. Ama tabii kendi zat-ı şahanelerine bunları yakıştıramadıkları için, sorma lütfunda bulunamıyorlar. Evet beyefendi, özel temsilci vardır. En ileri en gelişmiş ülkelerin özel temsilcileri vardır.(...) Şu anda benim özel temsilcim yanındaki arkadaşlarıyla Kahire’den Şam’a geçti ve şu anda tekrar Kahire’ye geçmesi lazım. İnşallah, temenni ediyoruz ki bunun neticesinde hayırlı bir karar çıksın" dediği bildiriliyor.

Önce bizim dediğimize bakın, içinde "Siyasette, uluslararası diplomaside özel temsilci diye bir şey yoktur" lafı var mı? Yok!

Demek ki burada Başbakan lafı saptırıyor.

İkincisi, "Biz Özel Temsilci" yoktur demiyoruz. İngilizcesiyle anlatalım. O anlamdaki "Özel Temsilci"nin karşılığı "Special Envoy"dur ve diplomaside bu çok kullanılır. Bizim dediğimiz Başbakan’ın "Special Envoy" kavramını "My personal envoy" anlamında kullanmasının yanlışlığıdır. Onun için dedik ki "Benim şahsi temsilcim" anlamındaki sözü devletin görevlisi için değil ancak kendi avukatınız için kullanabilirsiniz.

Tamam... Birileri bir şeyleri sorup öğrenmeli ama kim?
Yazının Devamını Oku