CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’ne Prof. Dr. Yunus Söylet’i tayin etti. Böylece sadece bir rektör değişikliği olmadı. Bugünkü siyasi iktidarın bakış açısına göre "yeni bir kale daha" zapt edildi. Sadece o da olmadı. Şişkin egoların havaya attıkları taş, döndü dolaştı kendi başlarına düştü.
Biz Yunus Söylet’i tanımayız. Meslektaşlarından "iyi bir hekim, iyi bir bilim adamı" olduğunu duyarız. İyi bir bilim adamının üniversite rektörlüğüne tayin edilmesini de -konunun boyutu sadece bundan ibaret olsa- büyük bir memnuniyetle karşılarız.
Bir başka niteliğinden daha söz ediliyor:
Eşinin "tessettür"lü olduğu, kendisinin "tarikat-cemaat" dünyasına yakın biri diye tanındığı bildiriliyor. Zaten bazı bildirilere attığı imzalar ve bilinen ilişkileri de hakkındaki bu iddiayı teyit ediyor.
Zaten sorun da oradan çıkıyor:
Tarikat-cemaat takımı bu seçimle, uzun vadeli bir çabanın sonucunu aldı.
Önce kendilerinden saydıkları gençleri akademik dünyaya aldılar. Sınavlarda onları korudular. "Daha yeteneklilere" değil, "kendilerinden" saydıklarına öncelik verdiler. Sonra onların doktora yapmasını, doçent olmasını, profesörlüğe yükselmesini sağladılar. "Adamlarını" yetiştirdiler.
Ve günü gelince de onları "Daha yeteneklisi var mı?" diye bakmadan mümkün olan en üst makamlara getirdiler.
Çünkü öncelik "ülkenin" değil, "cemaatin" ihtiyacı olan adamı yetiştirmekte idi.
Bu dediklerimizin örneği çoktur ama en belirgin olanı bugünkü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’dür.
Elbet aralarında gerçekten iyi bilim adamları da var. Onları saygıyla ayırıyoruz.
Ama bugün meselenin, "tarikat-cemaat" takımı tarafından "liyakat" değil "sadakat" konusu olarak görülmesinin sonuçlarını yaşadığımızı anlatmak istiyoruz.
O nedenle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü bu tayin yüzünden eleştirecek değiliz. Onun zaten beklediği ve istediği de kendisine Yunus Söylet’i tayin etme fırsatının verilmesiydi. O da verildi.
Şimdi Yunus Söylet kendisinden beklenenleri yerine getirecektir.
Oysa İstanbul Üniversitesi’nin her biri ötekinden değerli rektör adayları, seçimde "iyi", "dürüst", "çalışkan" olmanın yetmediğini, sonucu o dönemdeki "konjonktürün" tayin ettiğini dikkate alsalardı bu tayin engellenebilirdi.
Ne yapmaları gerekirdi?
Bir defa görevi biten Rektör Prof. Dr. Mesut Parlak üniversitede "eğilim yoklaması" nitelikli bir oylama ile bölünmeleri önleyebilirdi. Ama yapmadı. Çünkü kendisi kavgaya taraf oldu.
İkincisi... Adaylar "ego"larına esir düşmeyecek kadar gerçekçi olsalardı, özverili davranırlardı. Oylama günü yaklaşınca durumu değerlendirir, kendilerine yakın ve kendilerinden daha güçlü adayı desteklerlerdi. Böylece üniversiteyi cemaate bırakmazlardı.