Oktay Ekşi

Yolsuzluk ve AKP

18 Şubat 2009
HORTUMCULARIN, yolsuzluk yapanların aman vermez düşmanı -olduğunu ileri süren- başbakanımıza bugün bu önemli mücadelesinde destek verelim istedik. O nedenle "Acaba yapılması gerektiği halde yapılmamış bir şey var mı?" diye etrafa bakındık. Öyle ya... Önce oradan başlamalı ki, gerisine sıra sonra gelsin.

Bu niyetle yola çıkan insan önce bu partinin millete verdiği temel taahhütname olan "Parti Programına" bakar değil mi?

Şimdi AKP’li kardeşlerimizi yanımıza alıp hem konuşalım hem de birlikte okuyalım:

"Yolsuzlukla mücadele için kapsamlı bir program hazırlanıp derhal uygulamaya konulacaktır. Kamu yönetiminde şeffaflık ve ihale mevzuatının yeniden düzenlenmesi bu program çerçevesinde ele alınacaktır."

Öteki taahhütlerinize geçmeden anımsayalım:

Önce, sözünü ettiğiniz "kapsamlı program"ı unuttunuz. Onu unutunca "uygulanacak" bir şey zaten kalmadı. Sonra tam tersini yaptınız. Kamu yönetiminin "şeffaf"laşmasını önlediniz. Örneğin yolsuzlukların en büyük korunağı olan "dokunulmazlık" kurumunun yeniden düzenlenmesini önlediniz.

Dahası... Kamu İhale Kanunu’nun yolsuzlukları önleme amacıyla konulmuş hükümlerini budadınız. O yasada çoğu yolsuzluklara kapı açan tam 15 değişiklik yaptınız. Devam edelim:

"Yolsuzlukların önlenmesi, tespiti ve soruşturulmasında görev alacak tüm kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonu sağlayacak bir birim kurulacak" dediniz. Bu birimi kurmak bir yana, bir daha ağzınıza dahi almadınız. Adını anmadığınız o birim, "Yolsuzluklara karşı oluşturulacak politikaların ve alınacak önlemlerin koordinasyonunu sağlayacak, yolsuzluklarla mücadele stratejisini sürekli izlemeye alacaktı" değil mi? Ne yaptığınızı söyleyelim mi? Onu da yukarıdaki "kapsamlı program" vaadi gibi, çöpe attınız.

Hakkınızı yemeyelim. Bir sonraki vaadinizde: "Yolsuzluk yapılma ihtimali yüksek kamu yönetimi alanlarında çalışacak personelin belirlenmesinde özel kriterler getirilecek, bu personelin denetimi de özel bir usule tabi tutulacaktır" dediniz. Nitekim bu noktalara gelecek olanları tek tek seçtiniz. Nerede "cemaat"ten olan varsa onları getirdiniz. Herhalde onların denetimini de "cemaat içi disiplin kuralları"na göre yaptınız.

"Kamu yönetimindeki yolsuzluklarla mücadele için ilgili Başsavcılıkların yetkileri artırılacaktır" dediniz. Ama dediğinizin tek kelimesini dahi yerine getirmediniz.

"Tüm kurum ve kuruluşlarda yolsuzlukları izlemek üzere özel birimler kurulacaktır. Bu iç denetimin yanında, bağımsız dış denetim kurumlarından da yararlanılacaktır. Yolsuzluk bu birimlerce tespit edildiğinde sorun derhal uzman savcılıklara havale edilecektir" dediniz, hiçbirini yapmadınız.

"Maliye Bakanlığı, kamu görevlileri tarafından yapılan mal bildirimlerinin doğruluğunu araştıracak bir sistem oluşturacaktır" dediniz, o konunun kılına dokunmadınız.

Geriye ne kaldı? "Sayıştay’ın denetleme yetkisine" ilişkin bir yasa çıkartılması mı? Bir onu yaptınız. Yaptınız da ne sonuç aldınız?

Cemil Çiçek’in yukarıdaki vaatleri ciddiye alıp hazırlattığı "Yolsuzlukla Mücadele Kanun Tasarısı"nın bile yasalaşmasına izin vermediniz. Söyler misiniz, size nasıl yardım edelim?
Yazının Devamını Oku

Söyle de öğrenelim

17 Şubat 2009
ZARAFETİYLE dünyayı kendisine hayran eden Başbakanımız Tayyip Erdoğan gerçekten bıktırdı:<br><br>İktidara geleli 6.5 yıl oldu. Bu 6.5 yılda belki 650 kere, "Hortumlarını kestik de ondan rahatsızlar" dedi. "Beni kızdırırlarsa marifetlerini açıklarım" dedi. Geride kalan Eylül’de de "Beklesinler, gelecek hafta açıklayacağım" dedi.

Hepsi fos çıktı.

Her defasında "Neyse dilinin altındaki açıkla" dedik.

Duymazdan geldi.

"Bu ülkenin Başbakan’ının görevi bir yolsuzluk, bir usulsüzlük varsa onu cebinde taşımak değil, yetkilileri hareket geçirmek, yanlış yapan, yasa çiğneyen varsa ondan hesap sormaktır" dedik. Aldırış etmedi.

Dediği hafta da bitti. Kürsüye çıktı. Herkes gibi biz de merakla bekledik. Hiçbir şey çıkmadı.

Çıkmadığını yazanları "anlayışsızlıkla" suçladı.

Hadi onlar anlamadı... Peki bu devletin müfettişleri, savcıları da mı anlamadı?

Yoksa zaten ortada bir şey yoktu da o yüzden mi "sıfıra sıfır, elde var sıfır"la bugüne geldik.

Yukarıda "bıktırdı" demiştik değil mi?

Gerçekten 6.5 senedir aynı şeyleri söylemekten usanmamış olmalı ki, önceki gün Samsun’da halka hitap ederken yine bu konuya girmiş:

"Bunların (CHP’nin?) yandaş medyası niye rahatsız oluyor biliyor musunuz? Hortumları kesildi de onun için... Rahatsız olmalarının sebebi o! Onlarda her türlü suiistimal var. En sonunda bana onları açıklatacaklar. Diyecekler ki, ’Başbakan böyle söylüyor ama yapmıyor.’ Tamam! Beni o noktaya sevk edersen, onu da söyleyeceğim. Söylerim ve bundan rahatsız olma!"

Tamam efendim... Rahatsız olan filan yok. Dahası sadece çevremizdekiler için değil, tüm meslek dünyamız adına iddia edelim:

Kim hakkında ne biliyorsan, lütfen hemen, hatta mümkünse bu yazı yayınlanıncaya kadar da bekleme! Hepsini, ama hepsini... En küçük ayrıntısına kadar açıkla... Açıkla da -bize hitaben kullandığı deyimle söyleyelim- "zat-ı devletlerinin" kursağında bir şey kalmasın.

Halk da, kim suiistimal yapıyormuş, kim rant peşinde koşuyormuş, kim güç odaklarıyla ittifaklar kuruyormuş, kim kimin kara parasını aklıyormuş, kim ihale alma gerekçesiyle, üzerinde "tüyü bitmemiş yetimin" hakkı olan kamu parasını çalıyormuş hepsini öğrenelim.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bugüne kadar sayısız defa dile getirdiği tehdide rağmen kimsenin yakasına hálá bir tek somut örnekle yapışamamasının nedeni ne olabilir?

Elinde gerçekten kanıta dayalı hiçbir bilgi olmaması mı yoksa "Ya altından benim dünyama mensup isimler de çıkarsa?" korkusu mu?

Özellikle son günlerde basına yansıyan "Belediye Meclisi kararıyla plan değişikliği yapıp, yandaşlara havadan çok milyon liralı kazanç sağlama" türü -yasal kılıf giydirilmiş- yolsuzlukların inanılmaz derecede çok olması, doğrusu bu ikinci ihtimali daha güçlü kılıyor.

Eee... Buna "amca"ları sayesinde kısa zamanda "varlık" sahibi olan gençleri de ilave ederseniz, -nedense Başbakan onlara hiçbir konuşmasında değinmiyor- durum anlaşılır.

Değil mi efendim?
Yazının Devamını Oku

Andıç’çılar

15 Şubat 2009
SUSURLUK mahkûmu İbrahim Şahin’in Ergenekon sanığı sıfatıyla savcıya verdiği ifadeye onun söylemediği şeyler eklenmiş. Keza ona sorulmayan şeyler de "soruldu ama yanıtlamadı" diye kayda geçirilmiş. Dünkü gazetelerde Şahin’in açıklaması vardı. Özetle, "Ne ben onları söyledim ne de bana onlar soruldu" diyordu.

Örneğin, ifadeyle ilgili haberlerde Şahin’in özetle "Ergenekon için aldığım görev gereği Genelkurmay Başkanı’yla da Genel Sekreter’le de görüştüm" dediği ileri sürülüyordu. Oysa açıklamasında hem bunları tekzip ediyor hem de "Haberlerde sözü edilen 70-80 soru bana hiç sorulmadı" diyordu.

Şimdi burada ne var?

Ya İbrahim Şahin’in ifadesinde gerçekten onlar vardır. Yalan söylemektedir.

Yahut da dediği doğrudur. O takdirde birileri onun ifadesini bozarak suç işlemekle kalmamış, sahte ifadeyi basına sızdırarak Silahlı Kuvvetler’in saygınlığını zedeleme amaçlı kampanyaya yeni bir destek sağlamıştır.

Şimdi hafızalarınızı tazeleyin lütfen:

Şemdin Sakık isimli (silahsız 33 evladımızı Elazığ-Bingöl arasında şehit eden) şerir yakalandıktan sonra savcıya verdiği ilk ifadede, "Tanınmış gazetecilerden de PKK ile para karşılığı işbirliği yapanlar var" dediği ve bunların isimlerini verdiği yolundaki "resmi" kaynaklı haber basına verildiği zaman, bu sütunda çıkan "Alçakları tanıyalım!" başlıklı yazı nedeniyle senelerce bizi suçlayan bu basın değil miydi?

Gerçi o haberin bizzat kaynağı tarafından uydurulmuş olduğu ortaya çıktıktan sonra biz defaatle hem kaynağı lanetledik hem de aldatıldığımız için üzüntü beyan ettik. O yalanı kullanarak mağdur edilen arkadaşlarımızdan da özür diledik.

Buna rağmen adımızı "Andıççı" olmaktan kurtaramadık.

Şimdi soralım:

"Ergenekon" soruşturması başlayalı beri içinde yetkililerin de eli bulunan yüzlerce -belki binlerce- yalan haber yüzünden kaç kişi mağdur edildi? Elini vicdanına koyup da bir dakika için düşünen ve üzüntü beyan eden bir tek kişiye -ister gazeteci, ister resmi sıfatlı olsun- rastladınız mı?

Somut örnekle soralım:

Ergenekon sanıklarından Veli Küçük’ün Stockholm’de düzenlenen 5. Dünya Azerbaycanlılar Kongresi’ne katıldığı sırada "Danıştay baskını katili Alparslan Arslan’la birlikte çektirdiği fotoğraf" diye, basınımızda yayınlanan fotoğrafı anımsarsınız değil mi?

O fotoğrafta Alparslan Arslan denen kişinin Azerbaycanlı Mehmet adında bir genç olduğu sonra ispat edildi. Peki yalan yayın yapanlar özür diledi mi?

İşadamı Hüsnü Yeğin’i "Ergenekon’un kasası" diye ihbar eden, Encümen-i Daniş gibi en genci 75 yaşındaki insanların buluştuğu arkadaş grubunu "Ergenekon’un beyni" diye ilan eden yüzsüzlerden zerre kadar utanç ifadesi duydunuz mu?

Utanmasalar 31 Mart vak’asını da Ergenekon yaptırmıştı demeye hazır bu insanları tanıyın diye yazdık.
Yazının Devamını Oku

Belediyeler

14 Şubat 2009
BİR süre öncesine kadar gazeteleri dolduran "kapkaç" haberlerine ne oldu da şimdi görünmez hale geldi?<br><br>Çok basit... Hem yasa koyucu hem de polis etkin önlem alınca kapkaççılar artık o işi göze alamaz oldular. Peki şimdi hangi haberler gazeteleri dolduruyor?

Parti ayırımı yapmadan söylüyoruz:

Bakıyorsunuz bir gün "Çeşme’ye bağlı Alaçatı Belediyesi’ne polis operasyon düzenliyor, 60 kişiyi" gözaltına alıyor. İddia, "İhaleye fesat karıştırma, yolsuzluk yapma, rüşvet alma."

Aynı gün Hürriyet’in manşetinde, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın, biri "dünürü", diğerleri "yakını" olmak üzere üç kişinin, Eyüp’te satın aldıkları 5 bin 243 metrekare büyüklüğündeki arsa ile ilgili bir haber vardı.

Burada ayrıntıya girmeyelim. Bu kişiler önce, aslında "yeşil alan" olan o yerin "ticaret ve hizmet" amaçlı kullanılmasına izin çıkartmışlar. Belli ki "değerlendirecek"lermiş.

Ancak CHP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Kılıçdaroğlu "Bu tertibi açıklayacağına" ilişkin işareti verince söz konusu arsayı hemen Futbol Federasyonu’na tahsis ettiklerini açıklamışlar.

Olay kendisine sorulan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın yanıtı ilginç:

"Dostlarımıza ve ailemize rant sağlayacak bir ahlakta olsak o kadarcık metrekarelerle mi onları abat edeceğiz" demiş.

Biz de Topbaş’a soralım:

Benzetme yerindeyse, "hırsızlığın" küçüğü ile büyüğü arasında fark mı var?

Bakın örnekler verelim:

Ankara Büyükşehir Belediyesi bürokratlarının, Beytepe’deki 30 bin metre karelik Belediye arsasını açık artırmaya çıkartmadan -metrekaresi 40 lira gibi- değerinin çok altında bir fiyatla belediyeden satın almaları, bir bakıma dolaylı bir hırsızlık değil midir?

İstanbul’daki Akfırat Belediyesi’nin Muhtaçları Koruma Yardım Sandığı’nın "işlerin kolay halledilmesi" için işadamlarından para toplayıp belediyenin tepe kadrosuna dağıtması nedir?

Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Aytaç Durak’ın eşine ait arazinin değerinin 21 ayda 44 kat artması ve Durak’ın "Kamu Etik Kurumu"nun yaptırımına maruz kalması neyi ifade ediyor?

Çankaya Belediye Başkanı Muzaffer Eryılmaz belediyedeki "rüşvetçi"leri "yamyam" olarak nitelendirmedi mi? Keza Çankaya’ya bağlı Eryılmaz Belediyesi’nde saptanan "rüşvet" pazarlıkları boşuna mı?

Aliağa Belediyesi’ndeki 3 milyon liralık vurgun hikáyesi boşuna mı çıktı?

Çok eskiden dürüst insanlar Toprak Mahsulleri Ofisi’nde çalışıyorlarsa bunu söylemek istemezlerdi. Sonra gümrüklerde aynı şeyi yaşadık. Onları polisler bastırdı. Şimdi Belediyeler hepsinin önüne geçti.

Kapkaççıları önlemeyi bilen devlet, belediyelerdeki rezaletleri neden önleyemesin?
Yazının Devamını Oku

Hukuksuz hukuk

13 Şubat 2009
BİZLER meğer boşuna gürültü çıkartır dururmuşuz. Yüksek Seçim Kurulu da, Tunceli’den başlayan ve öteki illere de sirayet edeceği anlaşılan "seçim rüşveti" uygulamalarını durdurmaya karar verirken, "ilgilileri" hiç de ilgilendirmeyen bir iş yapmışmış. Çünkü ortada "devletin bütünlüğü ve sürekliliği" kavramı varmış. Bunu Devlet Bakanı Hayati Yazıcı’dan öğreniyoruz.

Başbakanın avukatlığını yaptığı dönemden "hukukçu" olduğu anlaşılan Hayati Yazıcı, dünkü gazetelerde yayınlanan sözlerine şöyle devam ediyor:

"Devlet hiçbir faaliyetini seçim ya da başka nedenlerle tatil etmez. Tatil etmesini istemek de bana göre akılla, mantıkla bağdaşmaz."

Verdiği bilgiye göre Tunceli’deki "eşya dağıtma" projesi bir yıl önce başlatılmış. Bunun 29 Mart’ta yapılacak "seçim"le filan ilgisi yokmuş.

Gerçekten yok ise, iki ay erteleyip seçimden sonra dağıtsanıza!

Cumhuriyet Halk Partisi’nin, Sultanbeyli’de ve Eyüp’te başlattığı "çarşaflı, türbanlı üye yazımı" şovlarının önümüzdeki seçimle hiç ilgisi olmadığını söyleyen CHP ileri gelenleri ne kadar doğru konuşuyorsa, Hayati Yazıcı da o kadar doğru konuşuyor.

Samimiyet (!) konusunda birbirlerinden zerre kadar farkları yok.

Nitekim AKP iktidarının "eşya dağıtma" projesi öteki illere sıçramaya başladı. İlk örnek olarak Kırklareli Valiliği’nin, "Yayla Mahallesi’nde yaşayan Roman kökenli vatandaşların henüz kanalizasyonu olmayan evlerine banyo ve tuvalet yaptırmaya başladığı" bildiriliyor.

Aynen Tunceli Valisi Mustafa Yaman gibi Kırklareli Valisi Hüseyin Avni Coş da, önümüzdeki 29 Mart günü seçmenlerin sandık başına gideceğini henüz duymamış olmalı ki, bu olayın "seçimle ilgisi bulunmadığını" söylemiş.

Kırklareli Valisi’nin belki de hakkını yiyoruz. Çünkü onun 77 çifte toplu düğün yaptığı, 50 çocuk için de sünnet töreni düzenlediği bildiriliyor.

Bunları seçimin tartışılmaya başladığı dönemden önce yaptırdıysa elbet diyecek yok. Ama bugünlerdeki banyo, tuvalet yaptırma kampanyasını kendisi ne kadar seçimle ilgisiz gibi gösterse de mızrağı çuvala sığdırması imkánsızdır.

Zaten Başbakan Tayyip Erdoğan böyle davranmayan -yani Yüksek Seçim Kurulu’nun kararını ciddiye almayı düşünen- valileri de "Tunceli Valisi gibi yapmaya" davet ettiğine göre, kalan 79 validen gelecek haberleri bekleyin.

Böylece, verdiği kararlar Başbakan tarafından ciddiye alınmayan, Devlet Bakanı Yazıcı tarafından, demagojik bir açıklamayla "devletin faaliyetlerinin kesintisizliği" ilkesine bağlanan, valiler tarafından hiçe sayılan bir Yüksek Seçim Kurulu’yla seçime gidiyoruz.

Anayasa’ya bakarsanız, "Seçimlerin başlamasından bitimine kadar, seçimin düzen içinde yönetimi ve dürüstlüğü ile ilgili bütün işlemleri yapma ve yaptırma, seçim süresince ve seçimden sonra seçim konularıyla ilgili bütün yolsuzlukları, şikáyet ve itirazları inceleme ve kesin karara bağlama" konusunda tam yetkili olan ve "verdiği kararlara itiraz edilemeyen" bir Yüksek Seçim Kurulu’ndan söz ediyoruz.

Sadece o değil, "(...) Kendilerini kanunlardan azade, hukuken bağımsız görenler (...) büyük yanılgı içindedir. (...) Hiçbir gerekçe hukuku çiğnemeyi masum göstermez" diyen (6 Şubat 2007 Hürriyet) bir Başbakan’ın yönettiği Türkiye’de yaşıyoruz.
Yazının Devamını Oku

Görmeleri gereken

12 Şubat 2009
İSRAİL’de yapılan Parlamento (Knesset) seçimlerinin sonuçlarını veren Yedioth Ahronoth Gazetesi, "Zafer benim!" diye manşet atmış. Manşetin bir tarafına Kadima Partisi’nin lideri Tzipi Livni’-nin, öteki tarafına da Likud’un lideri Benjamin Netanyahu’nun fotoğrafını koymuş. Demek büyük rakiplerin ikisi, hemen hemen eşit durumda.

Zaten gelen bilgilerden 120 sandalyeli Knesset’te Kadima’nın 28, ondan daha sağda ve radikal bir parti olan Likud’un 27 milletvekilliği kazandığı, onlardan daha da radikal olan Evimiz İsrail (Yisrael Beiteinu) Partisi’nin 14 milletvekiliyle Knesset’e gireceği anlaşılıyor.

Eski Genelkurmay Başkanı ve eski Başbakan Ehud Barak’ın İşçi Partisi -şimdiki bilgilere göre- 13, buna karşılık aşırı sağcı Şas’ın seçimden 10 sandalye alarak çıktığı anlaşılıyor.

Demek ki hükümet krizini çözmek için erken seçime giden İsrail hiçbir yere ulaşamadı.

Peki ama seçim öncesiyle seçim sonu arasında hiç fark yok mu?

Elbet var. Fark şu:

"Bu seçimden birkaç sandalyelik başarıyla çıkmamızı sağlar" diye tepelerine bomba yağdırılan, o yüzden hayatını kaybeden en az 1300 Filistinli ile 13 İsrail askeri halen yaşıyor olacaktı.

Bir de halen tedavileri devam eden 5000 Filistinli, hastane köşelerinde sancı çekmek yerine evlerinde, işlerinde yani normal yaşamları ne ise orada olacaklardı.

Madem durum değişmeyecekti, meşhur hikáyedeki gibi, "Bu naneyi yemeye ne gerek vardı?" diye soran biri çıkmaz mı?

Ama biz işin o tarafını İsrailli seçmene bırakalım. Onun yerine "koalisyon" hükümetini kuracak olan Tzipi Livni isimli hanımla veya "Seçimi ben kazandım" diyen, "vurma, kırma" yanlısı Benjamin Netanyahu ile (Hamas isimli radikal dinci terör örgütünün İsrail’i roket yağmuru altında taciz etmesini nefretle tespit ettiğimizi ve bir şekilde cezalandırılmasının gerekliliğini parantez içinde belirttikten sonra) konuşalım:

Farkında mısınız ki, sizin son aylarda Gazze’ye ama uzun zamandır Filistinlilere karşı uyguladığınız politikalar İsrail’in -meşru savunma hakkı gibi- en haklı davalarının dahi "haksız" gibi algılanmasına yol açtı.

İsrail bugün hür dünyanın gözünde "kendini -küstahlık düzeyinde- beğenmiş" bir devlettir. Bir insanın hele İsrail toprağına ayak basıp da sokaktaki insanla konuştuktan sonra aksini düşünmesi mümkün değildir. Çünkü herkesten "Yahudilerin üstün ırk olduğu" mesajını alırsınız.

Taa ki özel dostlarınız sizi sokaktaki bu gerçekle karşılaştırmadan uğurlasınlar.

Bitmedi. Olumlu izleniminiz varsa onu da İsrail gümrüğü veya çıkış sırasında karşılaştığınız "görevliler" tersine çevirir. Çünkü ahiret sorularıyla taciz edilmeden ve bir terör örgütü üyesi olmadığınıza onları inandırmadan İsrail’den çıkamazsınız.

İsrail’i yönetenler, dünyadaki antisemitist cereyanın güçlenmesinde kendilerinin ne büyük payı olduğunu görmeden Ortadoğu’da barış beklemeyin. Çünkü seçimler onu değiştirmez.
Yazının Devamını Oku

Babalarla çocuklar

11 Şubat 2009
BU sütunu izleyenlerin bir kısmı nedense, Başbakan Tayyip Erdoğan’ı merhum Adnan Menderes’e benzetmemize pek tepki gösterirler. Hemen "Ne demek istiyorsun?" diyen "e-mail"ler yağmaya başlar. Bu defa tam tersini yapacağız, yani Başbakan Tayyip Erdoğan’ın merhum Menderes’e hiç benzemeyen tarafından söz edeceğiz.

Ama ona gelmeden önce son günlerde -yandaş kardeşlerimiz dışındaki- medyamızı hayli yoğun şekilde işgal eden "bakanların dáhi çocukları" konusundaki son gelişmelerden söz etmemiz lazım. Çünkü Cumhurbaşkanı’nın, Maliye Bakanı’nın, Bayındırlık Bakanı’nın, Ulaştırma Bakanı’nın, eski Çevre ve Orman Bakanı’nın yetenekli mahdumlarına ek olarak Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nın da çok yetenekli iki mahduma sahip olduğunu biliyorduk ama bunlarla ilgili bilgimiz eksik imiş.

Örneğin biz Başbakan Erdoğan’ın iki oğlunun "iş" yaşamındaki faaliyetini 4 bin 500 tonluk bir "gemiciğe" ortak olmalarıyla ve "Atagold" isimli kuyumculuk firmasındaki hisseleriyle sınırlı sanıyorduk. Meğer halen Amerika’da yaşadığı bilinen Bilal Erdoğan’ın 100 bin TL. sermayeli bir kozmetik firmasında da yüzde 25’lik hissesi varmış.

Bunları öğrenince Adalet ve Kalkınma Partisi eski Genel Başkan Yardımcısı, Adana Milletvekili Dengir Mir Mehmet Fırat’ın, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın "mal varlığını" sorgularken söyledikleri geldi aklımıza. Fırat aynen şöyle diyordu:

"Vatandaş olarak soruyorum... Şu servetin kaynağı olarak iddia edilen avukatlık süreci içerisinde hangi vergi dairesine kayıtlıydınız? Ne kadar gelir beyan ettiniz? Ne kadar vergi ödediniz? Bu kadar basit, çok basit... (Deniz Baykal) Vergi beyannamesini gösterirse bu iş biter." (01 Ekim 2008 Milliyet)

Şimdi aynı soruyu olayımıza uygulayalım:

Yüksek öğrenimlerini ancak bir baba dostunun sağladığı olanakla tamamlayan bu gençler acaba ne zaman ne kadar para kazandılar, ne kadar vergi ödediler ve geri kalan birikimleri ne idi de bu şirketlere hissedar olabildiler?

Başka şekilde soralım: Öyle ya, bazen insanların varlığı sadece şahsi kazancıyla artmaz. Tansu Çiller’in annesi vefat edince yastığının altından çıkan (!?) servet gibi birden hayatınızı değiştiren kaynaklar da olabilir. Ama bunun da -aynen Dengir Mir Mehmet Fırat’ın söylediği gibi- hesabının verilmesi gerekir.

Ya da bu tür hesaplardan sıkılırsınız. "Ben orada burada hakkımda dedikodu yapılmasını istemiyorum" dersiniz. O zaman izleyeceğiniz yol, daha önce aynı tür yüksek makamlarda oturanların izlediği yol olur. Yani aile bireylerinize "O tür işlere girme" dersiniz. Onlar da böyle dedikodu kaynağı olabilecek uğraşlardan uzak dururlar. Örneğin Adnan Menderes merhumun üç oğlu vardı. En büyükleri Yüksel okudu Hariciyeci oldu. İkincisi Mutlu, babasından izin alıp ticaret yapmaya kalktı, ama Adnan Bey izin vermedi. Zaten çok da yaşamadı. Bir kaza sonucu öldü. Üçüncüsü Aydın halen yaşıyor. Dediklerimiz yanlış mı doğru mu merak eden gider sorar.

Siz Ahmet Necdet Sezer’in çocuklarının, değil yaptıkları işleri, isimlerini biliyor musunuz?
Yazının Devamını Oku

Rüşvet değilse ne?

10 Şubat 2009
İNSAN nereden başlayacağını tayinde zorlanıyor. Ortada Yüksek Seçim Kurulu’nun "Bu yapılan kanunsuzdur. O nedenle suç teşkil eder" diyen kararı var. Ama o kararı ne baştaki hükümet ne de onun temsilcisi olan Tunceli Valisi dinliyor. Öyleyse "hukuka bağlılıkları"ndan mı başlamak gerekir? Yoksa "seçmenin oy verme eğilimini etkileyecek şekilde ona hediye vs. vermek siyasi ahlaka aykırıdır" diye özetleyebileceğiniz -ayrıca yasayla suç sayılmış- bir uygulama var.

Ona bakıp, partinizin programında "Siyasetin ve siyasetçinin yeniden saygın ve güven veren bir konuma getirilmesi, gerçekleştirmek istediğimiz bir hedeftir. Siyasetin dürüstlük ve liyakati esas alan bir yapıya kavuşturulması, siyaset finansmanının denetlenebilir ve şeffaf olması ülkemizdeki siyaset kurumunun en temel ihtiyacıdır" diyen siz değil misiniz, diye sormak var.

Siyasette dürüstlüğü esas alan bir parti, birbuçuk ay sonra sandığa gidecek vatandaşa -üstelik kendi kasasından değil, tüm vatandaşların cebinden çıkan- parayla hediye dağıtarak oy avcılığı yapar mı demek var.

Bu nasıl bir siyaset ve nasıl bir "hukuk devleti" anlayışıdır ki, Yüksek Seçim Kurulu’nun "yapılan suçtur" diye karara bağladığı bir uygulamayı hükümetin iki bakanı, "Tuzu kuru olanlar bunlara karşı çıkıyor" diyerek savunuyor.

Olayın içindeki Tunceli Valisi Mustafa Yaman’ın da "Ben hukuk mezunuyum. Her şeyi yasal çerçevede yapıyorum. Fakir fukaraya yardım ettiğim için ceza alacaksam varsın olsun" dediği bildiriliyor.

Zaten Yüksek Seçim Kurulu’nun "Bu, seçmene rüşvet verme anlamına gelir" demesine ve olayı suç olarak nitelemesine rağmen seçmene buzdolabı, fırın, çamaşır makinesi, yatak vb. dağıtmaya aşk ve şevkle devam eden bir valiye ne diyebilirsiniz?

Bir vali hem bunu yapar hem de "Ne ben ne yardımları dağıtan herhangi bir görevli oy istedi. Aksini ispatlayan varsa istifa ederim" derse yani eşya dağıtma işiyle "seçim" arasında bağ kurulacağını kendisi de kabul ederse bunun daha "masumiyet"le ilgisi kalır mı?

Yok bir de "Bu fırını veriyoruz ama yarın Adalet ve Kalkınma Partisi’ne oy vermediğiniz ortaya çıkarsa hesabını sorarız" mı diyecektiniz?

Hoş, dese ne lazım gelirdi. Göz göre göre seçmene "rüşvet" dağıttığı karara bağlanmış bir valiyi bu ülkenin Başbakan’ı, "Dört gündür Tunceli’de valimizin yaptığı yardımları dillerine doladılar" diyerek savunursa, o vali -ve ondan esinlenen ötekiler- artık hukuka, yargıya önem verir mi?

Başbakan da, bakanları da sanki "yoksul halka yardım yapılmasın" diyen varmış gibi konuşuyorlar.

Yoksula el uzatmak, -onun onuruyla oynamadan yani áleme teşhir etmeden- yardımda bulunmak elbet "sosyal devletin" görevidir. Bu ne kadar geliştirilirse o kadar doğrudur, iyidir. Ama iyi niyetli olan yönetim, seçime bir buçuk ay kala yapacağı yardımı, seçim bittikten on gün bilemediniz on beş gün sonraya bırakır.

O zaman hem yoksul vatandaş mutlu olur hem de kimse ortaya çıkıp "Bu seçim rüşvetidir" demez.
Yazının Devamını Oku