8 Şubat 2009
CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ortaya attığı "Ekrem Tosun kim?" sorusu sayesinde kamuoyunun dikkati, ülkemizi yöneten kadronun çocuklarının iş dünyasındaki başarılı çizgileri konusunda bir kere daha yoğunlaştı. Referans Gazetesi’nin 1 Mart 2008 tarihinde bildirdiğine göre sayıları 63 imiş.
Kılıçdaroğlu son olarak Başbakan Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal ile diğer oğlu Burak’ın eşi Sema Erdoğan’ın, Başbakan’a yakınlığı dikkati çeken Cihan Kamer isimli kuyumcunun Atagold isimli şirketine yarı yarıya ortak olduklarını açıkladı.
Ne var bunda diyebilirsiniz?
İlk bakışta hiçbir şey yok. Ama Milliyet’in dün bildirdiğine göre "her nedense" bu ortaklık ne İstanbul Ticaret Odası’nın resmi kayıtlarında görünüyormuş ne de internet sitesinde varmış.
Bu saydamlıktan kaçmaktır. Saydamlığın olmadığı yer karanlıktır. Orada mikrop kolay ürer.
Böyle bir durum "hortum kesmekle" övünen, "her türlü yolsuzlukla" mücadele ettiğini her fırsatta söyleyen -fakat bir şey yapmayan- Başbakan’ın inandırıcılığını daha da zedeler.
Ama aslında bu kadrodan fazla bir şey bekleyenler yanlış yapıyor. Çünkü bu kadronun çocuklarının nerdeyse tamamı ilamaşallah birer ticaret dehası olarak doğmuşlar. Örneğin, babalarının mali durumu iyi olmadığı için yurtdışındaki öğrenim masrafları -bizzat Tayyip Erdoğan’ın beyanına göre- aile dostu Remzi Gür tarafından karşılanan Burak Erdoğan, önce Mecit Mert Çetinkaya isimli arkadaşıyla yarı yarıya ortak Bumerz Denizcilik A.Ş. adıyla bir şirket kurdu. Sonra yani 2008 yılının Nisan ayında tam 2 milyon 350 bin dolara bir gemi aldı. Gazetelere göre 200 adet TIR yükünü bir defada taşıyacak kapasitedeki bu gemiyi gerçi babası "gemicik" diye nitelendirdi ama, öyle olsa da olmasa da Burak ticari dehasını bu suretle gösterme fırsatını buldu.
Kuşkusuz sevinmemiz gerek. Yalnız "o burs olayı" ile bu "gemi alma" olayı birbirini tutmuyor.
Bekleyin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 17 yaşındaki küçük oğlu Mehmet Emre de arkadan hızla geliyor. Daha o yaşta "bardak içinde haşlanmış soslu mısır" işine girdi. Herhalde kabiliyetini hemen gösterdi ki babası Suudi Arabistan’a yaptığı "resmi ziyarete" onu da götürdü. Yani yetişiyor.
Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın her biri doğuştan yetenekli çocuklarını, özellikle Abdullah’ı unutmak mümkün değil. Abdullah, "mısır"dan para kazanmayı tüm iş dünyasına öğretti. Zaten Mehmet Emre ile Bayındırlık Bakanı Faruk Özak’ın oğlu Mehmet Akif de Abdullah ağabeylerini izlediler.
Dedik ya... Sayıları 63. Daha geride Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın oğlu Erkan ile kızı Büşra ve eski Orman Bakanı Osman Pepe’nin iki oğlu İsmail ve Mustafa gibi "gemi sahibi" olanlar ve ötekiler var. Hepsini bir yazıya sığdırmak mümkün değil. O nedenle diğerlerini yeri gelince yazarız. Yalnız zihnimize takılan bir şey var. Bari onu soralım da yazıyı öyle bitirelim:
Hillary Clinton’ın ABD Dışişleri Bakanlığı’na getirilmesinden önce Barack Obama, "Eşi Bill Clinton’ın başında olduğu vakfın yabancı bir ülkeden bağış almasına" sınır koydu. Ayrıca "Alınan bağış miktarını devlete bildirme" şartı getirdi. Acaba onlar mı yanlış yapıyor, bizimkiler mi?
Yazının Devamını Oku 7 Şubat 2009
ADAM belli ki bir "siyasi inanç" sahibi değil. Ona Eyüp Belediye Başkanlığı’nı verecek parti "sol"da ise, o da "sol"da... Yok eğer sağdaki parti göz kırpıyorsa o da "sağ"da. <br><br>Tam Aziz Nesin’in "Zübük" hikáyesindeki gibi, ahlaki değer tanımayan, cahil, uyanık politikacı tipi. Sözünü ettiğimiz olayın ayrıntılı halini dünkü gazetelerde okumuş olmalısınız. Ama konuyu anlatabilmek için biraz ayrıntı verelim:
Biliyorsunuz CHP’nin İstanbul İl Başkanı ile Genel Başkan Deniz Baykal bundan iki ay önce el ele verip, hem kendi partilerine hem de kamuoyuna bir emr-i vaki yaptılar. Önce Sultanbeyli’de, arkasından Eyüp’te çarşaflı, türbanlı bayanlara kameraların önünde CHP rozetleri taktılar. Bazılarını üye kaydettiler. Böylece sözde CHP’nin "dini değerlere bağlı" bireyleri de bağrına bastığını göstermiş olacaklardı.
Yani olay bu kadar saf, bu kadar temizdi.
Oysa kamuoyuna da yansıyan bilgiye göre her ikisinde de türbanlı, çarşaflı hanımları CHP’ye kaydettirmenin karşılığı olarak, bunu sağlayan kişilere 29 Mart seçiminde o yörenin belediye başkanı adaylığı vaat edilmişti.
Lakin yapılan vaade rağmen Eyüp’teki kişi yani Emin Atmaca değil Ercan Karabayır aday gösterildi. Bunun üzerine Emin Atmaca, partinin Genel Sekreter Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili Mehmet Sevigen’in kendisinden adaylık karşılığı (300 veya 600 bin dolar) para ve bir daire istediğini ileri sürdü.
Dünkü gazetelerde Mehmet Sevigen’in bu iddiayı reddettiğine ve "Yetim hakkı yiyenin, tek kuruş talep edenin Allah belasını versin" dediğine ilişkin haberler vardı.
Buraya kadar her şey normal. Bir başka ifadeyle ortada bir "para isteme" olayı olabilir. Keza Sevigen hiç böyle bir talepte bulunmadığı halde, Emin Atmaca’nın iftira atması da mümkündür.
Yeri gelmişken belirtelim:
2002 ve 2007 milletvekili seçimlerinden önce de bazı CHP ileri gelenleri için böyle söylentiler dolaştı. Hatta bir yöneticinin kullandığı "jeep"in kendisine rüşvet verildiği orada burada konuşuldu. Ancak konuşanlar iddialarını daha ileri götürmediler.
CHP Genel Başkanı da söylentileri duymazdan geldi.
Şimdi meslektaşımız Fikret Bila’nın dünkü Milliyet’te çıkan yazısından öğreniyoruz ki Genel Başkan Deniz Baykal bu son iddia karşısında da;
"Bunların hepsi iftiradır. Böyle bir şey olabilir mi? Aday olmadığı için iftira atıyorlar. Benim veya arkadaşlarımın Emin Atmaca’ya adaylık sözü veya garantisi vermemiz söz konusu değil. Bu onun beklentisiymiş, olmayınca iftira atmaya başladı" demiş.
İyi de... Baykal’ın "Böyle bir şey olabilir mi?" şeklindeki sözü de Sevigen’in, "Yetim hakkı yemediğine" ilişkin beyanı da yeterli bir güvence oluşturmuyor ki...
CHP Genel Başkanı’nın başkalarından beklediği gibi, "Araştıracağız, gerçekten böyle bir durum varsa, yapanın en ağır şekilde cezalandırılmasını ben sağlayacağım" demesi gerekmez mi?
Not: Milli (Dini) Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in dün sabah TV8’de kendisinden söz edişim nedeniyle "ağzımı çalkalamamamı" tavsiye ettiğini öğrendim. Gerçekten adını ne zaman ansam ağzımı çalkalamam icap ediyor. O.E.
Yazının Devamını Oku 6 Şubat 2009
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ı hepimiz avuçlarımız patlayıncaya kadar alkışlamalıyız. Çünkü "Belediye eliyle her mahalleye bir Kuran kursu" açma projesini desteklediğini, Atatürk’e layık(!?) bir politikacı ancak, "laiklik" ilkesinin Anayasamıza girmesinin tam da 72’nci yıldönümüne rastlayan 5 Şubat 2009 günü ilan edebilirdi.
Biliyorsunuz bu dáhiyane buluş, CHP’nin Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanlığı adayı Sefa Sirmen’den geldi. Sirmen eğer Belediye Başkanı seçilirse "Kuran kursu da verilecek, Kuran öğrenmek isteyen çocuklarımıza Diyanet ve Müftülüklerin denetiminde bu kurslar da açılacak. Bunu her mahallede yaygınlaştıracağız" dedi.
Sonra da kameraların karşısında "seçildiği takdirde Kuran kurslarının mahalle evlerinde verileceğini" belirtti.
Deniz Baykal işte bu projeyi desteklediğini söylüyor. Onun gerekçesi de "Kuran-ı Kerim’in (...) yetkili unsurlar eliyle, ailelerinin izniyle öğretilmesinde büyük yarar olması" imiş.
Belli ki bu görevin Diyanet İşleri Başkanlığı’na ait olduğunu da, belediyelerin bu işlere bulaşmasının Danıştay kararıyla yasaklı hale geldiğini de bilmiyorlar. İhtimal biliyor ama "bir çaresini bulur, onu yok sayarız" diyorlar.
İşin o kısmını zamanı gelince görürüz. Ama asıl mesele şu:
Bakalım seçmenden oy almak için "din veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar etme" yarışında Tayyip Erdoğan mı daha başarılı olacak, yoksa "çarşaf"ı baş tacı eden, "türban-show"lara sığınan Deniz Baykal mı?
Kuşkusuz ne Tayyip Erdoğan’ın böyle bir politikası vardır, ne de Deniz Baykal’ın aklından "insanların dini duyarlıklarını kaşıyarak oy alma" gibi bir düşünce geçmektedir.
Bu, bizler gibi -şimdiki moda deyimle- "münafıkların" attığı iftiradır.
Tabii herkesin enayi olduğuna inanırsanız veya oy vermeye şunun şurasında sadece 52 gün kaldığını bilmiyorsanız.
Aslında biz Deniz Baykal’ı biliriz. Burada da kaç kere yazdık. Merhum Turgut Özal’ın "anti-laik" uygulamalarını göstererek "Bu gidişe karşı -o zaman Genel Sekreter olduğu- SHP’nin karşı çıkması gerektiğini" söylediğimiz zaman (1988’de) bize "Dünyada dinin siyasallaşması süreci yaşanıyor. Bu kaçınılmaz bir şey" diyerek nasıl bir aymazlık içinde olduğunu göstermişti.
Ama o zaman hiç değilse sadece "aymazlık" içindeydi. Oysa şimdi sırf önümüzdeki seçimde yüzde 19’dan az oy almamak uğruna, laik rejimin altını oyanların yanına geçti.
Çünkü biliyor ki, oylar yüzde 19’un altına düşerse onu İsmet Paşa bile kurtaramaz.
Hadi diyelim ki biz yanılıyoruz ve Deniz Baykal bu tür -laikliğe aykırı- tutumuyla büyük oy aldı ve durumu kurtardı. Karşısına "İlköğretim ve ortaöğretim okullarında mescit açılmasını" öngören bir öneri geldiği zaman ne diyecek?
"Dinin iyi öğrenilmesi ve uygulanması" gerekçesiyle "Elbette" diyecek mi?
Dediği zaman Dini Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’ten ne farkı kalacak?
Yazının Devamını Oku 5 Şubat 2009
ŞİMDİ anlıyor musunuz 6 yıldır iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP), "siyasi ahlak" konusunda neden bir tek adım atmadığını? Eğer 8 Ocak 2009 günü Devlet Bakanı olan Egemen Bağış’ın 23 Ocak günü bir ticari şirkete ortak olması yetmediyse, Tunceli’ye bakın.
Tunceli Valisi Mustafa Yaman ile bu ilin 2900 nüfuslu Nazimiye İlçesi Kaymakamı Ramazan Seçilmiş’in şefkat dolu yürekleri, Nazimiye’deki seçmenlerin içinde bulunduğu yoksulluk nedeniyle birdenbire kan bağlamış.
O dayanılmaz acının etkisiyle hemen bir proje hazırlayıp üst makamlara sunmuşlar. Anlaşılan, "Bu ilçede yaşayan insanları bir nebze olsun insanca yaşama şansına kavuşturabilmemiz için onlara beyaz eşya (çamaşır veya bulaşık yıkama makinesi, buzdolabı, fırın vb.) hediye etmeyi düşünüyoruz" demişler.
Yüksek makamlar da (tahmin edeceğiniz gibi bu yüksek makamların Başbakanlıkla veya AKP’nin seçim işlerinden sorumlu yetkilileriyle hiç ilgisi yoktur) söz konusu projeyi onaylamışlar.
Ve... Bizlerin parasıyla yaşayan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı kasasından bu amaçla 5 milyon lira tahsis edilmiş.
O parayla alınan beyaz eşyanın 1 milyon 200 bin liralık bölümü Nazimiye’ye ulaşmış. Nitekim 120 fırın, 216 çamaşır makinesi, 100 bilgisayar, 108 bulaşık makinesi ile oturma grubunun bir kısmı dağıtılmış.
Ne güzel, ne şefkatli bir devletimiz var değil mi?
Tamam da... Bunlar eğer gerçekten "sosyal devlet" anlayışına göre yapılmış bir projeye dayalı olsaydı, hepimiz ciddiyetle "aferin" derdik.
Oysa -tuhaf bir tesadüf sonucu olsa gerek- Nazimiye İlçesi’nin, CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday gösterdiği -ve AKP’de paniğe yol açan- CHP Meclis Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu’nun memleketi olmak gibi bir özelliği var.
Meclis’teki AKP çoğunluğunun canını çok sıkan Tunceli bağımsız milletvekili Kamer Genç de Nazimiyeli imiş.
Keza sadece bir tesadüf olsa gerek, AKP ileri gelenlerinin -onlar arasında Genel Başkan Tayyip Erdoğan herhalde yoktur (?)- oradaki örgüte "Nazimiye Belediyesi’ni mutlaka alacaksınız" diye talimat verdiği söyleniyormuş.
Gördüğünüz gibi tam bir hokkabazlıkla karşı karşıyayız. Üstelik valiliği ve kaymakamlığı da ortak eden -yasada boşluk varsa ahlaki, yoksa yasal açıdan- tipik bir "seçim suçu" söz konusu.
Neden seçim suçu?
O günleri yaşayanlar bilir...
Demokrat Parti (DP) iktidarı 1954 ve 1957 seçim kampanyalarında kendi propagandasını devlet kesesinden yaptırmak için tüm iktisadi devlet teşebbüslerinin (Demiryolları, Havayolları, Toprak Mahsulleri Ofisi, Zirai Donatım Kurumu vs.) o yıllarda ne büyük atılımlar yaptığını anlatan afişler bastırtıp ülkenin her tarafına astırmıştı.
Böyle devlet kesesinden propaganda yapmanın ve seçim öncesinde seçmene hediye dağıtmanın suç sayılması 1961’de yürürlüğe giren Seçimlerin Temel Hükümleri hakkındaki yasanın 61’inci maddesiyle sağlanmıştı.
Şimdi belli ki yasada bir boşluk bulmuşlar. Onu kullanıyorlar ama çok da ayıp ediyorlar.
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2009
GAZZE’yle ilgili ilk yazı şöyle başlamış: "İsrail savaş uçaklarının vurduğu yerde gül bitmediğini, tam tersine, yerdeki kızıllığın birçoğu sivil olmak üzere masum insanların kanından geldiğini, başta ABD olmak üzere Batı dünyası kabul edinceye kadar, bu kanlı oyun belli ki devam edecek." Yazı devam ediyor:
"İsrail tamamen haksız mı?
Buna ’evet’ demek zor. (...) Ama karşılık vermenin yolu (26 Aralık’ta) en az 155 insanın ölümüne, 200’den fazla insanın yaralanmasına sebep olacak kadar büyük çaplı bir katliam yapmak mı?
İşte burada İsrail’in (...) tam bir saldırgan ülke konumuna düştüğü gerçeği çıkıyor karşımıza."
Bunun tarihi 28 Aralık 2008. Gelelim bir sonrakine:
"(...) İsrail’deki en ılımlı politikacılar bile canavarlaştılar. Sonunda çoğu masum sivil olmak üzere bin kadar insan öldü.
İsrail bunun bedelini ödemeyeceğini sanıyor.
Hitler de aynen öyle düşünüyordu. Ama hem kendi(si) hem de ulusu fena ödedi.
O nedenle Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İsrail’e yönelik eleştirilerini yerinde bulduğumuzu söyleyelim.
Ama sadece İsrail devletine yönelik olanlarını.
Başbakan, İsrail devletini eleştirmek amacıyla cümleye başlayıp ardından bu ülkenin yüzlerce yıldan beri vatandaşı olan Yahudileri hedef alır gibi algılanacak laflar etmeseydi mesele yoktu."
Bu yukarıdaki de 17 Ocak 2009 günü çıkmış. Sıra üçüncüde:
"Duygulara hitap etmek kolay. Hele serde biraz da kabadayılık varsa ’kodum mu oturturum’ kültürüyle çok şeyi çözebileceğinizi sanırsınız.
Ama gerçek durum öyle değildir. Yumrukla, sertlikle, babayiğitlikle bir çok şeyi çözemezsiniz ama o şekilde çözemediklerinizi akılla, nezaketle, diyalogla çözebilirsiniz.
Anlatmak istediğimiz bu.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Davos’ta ortaya koyduğu tavrı tam da bu nedenle eleştiriyoruz.
(...) Peres(in), aşırı derecede heyecanlı ve yer yer de çok asabi bir üslupla yaptığı konuşmada söylediklerinin bir kısmı doğru değildi. (...) Belli ki Şimon Peres kendisini izleyenlerle alay ediyordu. Örneğin herkesin gözünün içine baka baka ’Gazze’de ne açlık var, ne gıda ne de ilaç sıkıntısı var’ dedi. Oysa bunu 15 dakika önce Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon ifade etmişti."
Bunun tarihini mi soruyorsunuz? 31 Ocak 2009.
Bir de eskisinden örnek verelim. Bunun tarihi 12 Ağustos 2006. Birlikte okuyalım:
"İsrail, Filistin halkına (Filistinli teröristlerden söz etmiyoruz) uyguladığı insanlık dışı baskı politikalarıyla (Sabra, Şatila ve son olarak Jenin katliamlarını anımsayın) ’Hitler mağduru Yahudilere duyulan sempatiyi’ zaten sıfırlamıştı.
Şimdi karşımızda uluslararası hukuku hiçe sayan bir İsrail var. (...) Bu hukuk tanımazlığın hesabını sormanın, tüm çağdaş uluslara düşen bir insanlık borcu olduğunu söylüyoruz."
Bu yazıların hepsi bu sütunda ve bu imza ile çıktı. Anlamayanlara soruyoruz. Anladınız mı?
Yazının Devamını Oku 3 Şubat 2009
ERGENEKON’u bitiremeden gündeme "Davos Meydan Muharebesi"ni aldık. Çünkü ortada bazılarına göre "büyük bir zafer" var. Bazılarına -örneğin bize- göre de Pirus Zaferi’ne dönmesi çok muhtemel bir olaydan söz edilebilir. Bizim gibi düşünmeyen çok var, biliyoruz. Ama beklersek kim haklı görürüz.
İlk sorun, "Ermeni soykırımı" iddialarının kabul edilmesi için ABD Kongresi’ne gelecek öneriyle yaşanacak.
Merak ediyoruz, şimdi Erdoğan’ı alkışlayanlar 30 yıldır engellediğimiz o önerinin Kongre’den geçmesini nasıl önleyecekler?
Ama o kadar beklemeye gerek yok. Örneğin, Fethullah Gülen’in medyadaki en büyük gücü olan Zaman Gazetesi’nin Washington Temsilcisi Ali N.Aslan, ipuçlarını dün vermiş. Bizim Davos Meydan Muharebesi’nin orada nasıl değerlendirildiğini Aslan’dan dinleyelim:
"ABD hükümetindekiler her iki liderin (Tayyip Erdoğan’ın ve Şimon Peres’in) paneldeki davranışlarını pek tasvip etmiyor. (...) Erdoğan’ın söz ve davranışlarının Batı’da antisemitizm gibi algılandığı, özellikle uzun vadede Türk dış politikasına zarar vereceği kanaatindeler. Bir Amerikalı diplomat kaynak, ’Tek bir olumlu tepki verene rastlamadım’ diyor.
(...) Erdoğan için Davos dönüşünde havaalanında yapılan mitingin ’oldukça organize’ oluşu Amerikalıların dikkatini çekmiş. Yani bu çıkışın önceden planlanmış olabileceğinden kuşkuları var.
(...) ABD hükümeti mensupları (...) Amerikan Musevi Cemaati’nin Davos sonrası büsbütün kaybedileceğinden endişeli. Musevi kaynaklarından dinlediklerim onları teyit ediyor.
(...) Davos vak’ası Washington’da Ermeni lobisi gibi hasım kesimlerin işine gelirken, Türkiye’yi ve AK Parti hükümetini savunan ya da en azından karşı olmayanların elini zayıflattı. Bir emekli Amerikan Büyükelçisi ’Başbakan sinirlerini tutmayı bilmeli’ diye serzenişte bulunuyor. Görüşlerini makul bulduğum bir Amerikalı düşünce kuruluşu uzmanı ’duygusal liderliğin’ bir kenara bırakılıp daha farklı bir ’üslup’ kullanılması gerektiğini söylüyor. Türk hükümetinin Washington ve Brüksel gibi Batı başkentlerinde kredibilitesinin zayıfladığını kaydediyor. Batılı liderlerin Erdoğan’ı ’öngörülemez’ bulacağı, aynı masaya oturmaktan çekineceği görüşü sıkça seslendiriliyor. Ankara’nın son dönemdeki dış politika çizgisini, bir Batı ve NATO müttefikinden çok ’bağlantısızlar’a benzetenler var.
Özetle, İsrail’in uluslararası camiayı ve hukuku umursamaz tavırlarından şikáyetçi olan bazı Amerikalı aydınlar, Türkiye’nin çıkışlarını yerinde bulabilir. Ancak Washington’da olaylara reelpolitik zaviyeden bakan aktif dış politika oyuncuları, Türkiye’nin kendine zarar verdiği kanaatinde.(...)"
Şimdi bize vatanperverlik dersi vermeye kalkanlara ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ı "Davos fatihi" ilan edenlere soralım:
Roma ordusunu yenmek uğruna kendi ordusunu sıfıra indiren (elindeki kozları kaybeden) Epir Kralı Pirus’un, "Aman Tanrım! Bana bir daha böyle bir zafer verme!" dediği noktaya gelmenin savunulabilir bir tarafı var mı?
Ansiklopediler "Pirus Zaferi" deyiminin, aslında yenilmeye mahkûm galibiyetleri anlatmak için kullanıldığını yazıyor.
Yazının Devamını Oku 1 Şubat 2009
SOKAK sizi bugün alkışlar. Çünkü sokak "akıl"la değil "duygu"yla, "heyecan"la hareket eder. Bir anda "kahraman" oluverirsiniz. Daha doğrusu öyle söylerler, siz de sahi zannedersiniz. Baş tacı ederler. Ama aynı sokak bakarsınız ki sizi aynı şekilde yani duygusal nedenlerle terk etmiştir.
Çünkü onun ne sizi baş tacı ederken ne de yüzüstü bıraktığı zaman vereceği bir hesap vardır.
Dahası... Sokağın vicdanı olmadığı için, azınca acımasız olur. Asıl tehlike de odur.
Başbakan Tayyip Erdoğan, kendisinin Davos’taki çıkışını alkışlayanların coşkusunu değerlendirirken yanılgıya düşmesin diye söylüyoruz bunları.
Kimi de "yalakalıkta geri kalmamak" için bakarsınız "sadece kendi itibarınızı değil, ülkenin itibarını da artırdığınız için" sizi kutlar.
Ama o da yarın öbür gün, "Şu tarihte şunu yazmamış mıydın?" diye o satırların yüzüne çarpılmayacağından emindir. Çünkü merhum Adnan Menderes’in "unutulmayan" sözüyle "insan hafızasının unutmak gibi bir kusuru olduğunu" bilir.
Hele biri çıkar da, "Yöntemi ve yeri yoruma açık olsa da, gösterilen kararlılık ve gelişmeler milletimize ümit verdi; yıllardır tam bir teslimiyetle sürdürülen uluslararası ilişkilerin, artık son bulacağı konusunda bütün yurtta heyecan uyandırdı. Türk milleti, ’Ben kabile reisi değilim. TC Başbakanı’yım. Ülkemin saygınlığını ve onurunu korumam için gerekeni yaptım’ diyen Erdoğan’dan, Davos’ta başlattığı ve kendisi için bir ilk olan bu duruşunu, kendi eseri olan önümüzdeki ağır sorunlarda da sergilemesini bekliyor" türü bir laf ederse, akıllılık "Bunun gerisinde ne gibi bir hesap var?" diye düşünmeyi gerektirir.
Maksat sokağın coşkusundan doğacak ranta ortak olmak mı, yoksa "Bu yol onu nasıl olsa çıkmaza götürür. Onun çıkmazı bizim çıkarımızdır" düşüncesi mi?
O nedenle biz böyle durumlarda "damdan düşenin" sözüne kulak vermenin doğru olduğunu düşünürüz.
Damdan düşen rolünü bu olayda 9’uncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel oynuyor. Şöyle demiş:
"Uluslararası meselelerde birtakım faturalar çıkar. Bu faturaların nerede, ne zaman, nasıl çıktığının çok farkına varamazsınız. Umalım ki, böyle bir hadise Türkiye’nin zararına olmasın."
Demirel hangi somut olayla bağlantılı olarak bunları söyledi bilemiyoruz. Ama bir tarihte onun isminin de (galiba ABD Başkanı Jimmy Carter’ın da katıldığı) uluslararası bir görüşme sırasında, "Masaya yumruğunu vurdu" diye kamuoyuna duyurulduğunu biliriz.
Sonra o haberin tamamen palavra olduğu ortaya çıktı.
Mesele Demirel’in popülaritesini artırmak isteyen birilerinin gayretkeşliğiydi.
O nedenle diyoruz ki bugünler geçer, Türkiye’nin önüne, ancak öteki ülkelerin desteğiyle çözebileceği sorunlar gelir. İşte o zaman adama, "Bizimle değil git Hamas’la çöz" derler.
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2009
DUYGULARA hitap etmek kolay. Hele serde biraz da kabadayılık varsa, "kodum mu oturturum" kültürüyle çok şeyi çözebileceğinizi sanırsınız. Ama gerçek durum öyle değildir. Yumrukla, sertlikle, babayiğitlikle birçok şeyi çözemezsiniz ama o şekilde çözemediklerinizi akılla, nezaketle, diyalogla çözebilirsiniz.
Anlatmak istediğimiz bu.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Davos’ta ortaya koyduğu tavrı tam da bu nedenle eleştiriyoruz.
Biliyorsunuz, Başbakan Erdoğan, Gazza merkezli Ortadoğu krizi nasıl çözülebilir konulu bir panele katılmıştı.
Pek demokrat Başbakanımız Tayyip Erdoğan tarafından yönetilen Türkiye’de "YouTube" isimli internet sitesine girmek ve oradaki kayıttan olayı birebir izlemek yasak olduğu için kendi tavsiyesine uyarak internet deliklerinden geçip YouTube’a ulaştık ve oturumu baştan sona izledik.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın oturumu yöneten David Ignatius’dan söz hakkı istemesinde ve İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’i yanıtlamasında hayret edilecek hiçbir şey yok. Çünkü Peres aşırı derecede heyecanlı ve yer yer de çok asabi bir üslupla yaptığı konuşmada söylediklerinin bir kısmı doğru değildi. Ona göre İsrail’in Hamas’ı cezalandırmak gerekçesiyle Gazze’de 400 kadarı çocuk olmak üzere 1300 kişiyi öldürüp 5000 kadarını da yaralamasında bir yanlışlık yoktu. İddiasına göre Hamas ateş etmedikçe İsrail tek mermi yakmamış. Gazze şehirlerini bombalamadan önce de hedefte bulunan evlere telefonla "Orayı boşaltın çünkü birazdan bombalanacak" diye haber verilmişti.
Oysa bir bomba ile siz aşağıdaki 30-40 yeri tahrip ediyorsanız, böyle bir uyarının -varsa bile- geçerliliği olabilir mi? Belli ki Şimon Peres kendisini izleyenlerle alay ediyordu. Örneğin herkesin gözünün içine baka baka "Gazze’de ne açlık var, ne gıda ne de ilaç sıkıntısı var" dedi. Oysa bunu 15 dakika önce Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki Moon ifade etmişti.
Keza Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa’nın, özetle "Bütün Arap ülkeleri adına konuşuyorum. İsrail’in istediklerini vaat ettik. İsrail’in varlığını ve güven içinde yaşamasını, İsrail’le normal ilişkiler kurmayı taahhüt ettik ama yıllardır bu resmi başvurumuza resmi hiçbir yanıt alamadık" şeklindeki çıkışına da inandırıcı bir yanıt veremedi.
Onun yerine "Hamas son dört yılda İsrail topraklarına 5500 adet roket 4000 havan mermisi attı. İstanbul’a her gün 100 roket atılsa siz ne yapardınız?" diye Erdoğan’a sordu.
Hamas’ın roket atışları konusunda haklı görünüyordu ama o roketler yüzünden bir tek İsrailli sivilin ölmediğini söylemiyordu.
Tüm bunların gösterdiği gibi Şimon Peres yanıtı hak etmişti. Ama o yanıt Başbakan Tayyip Erdoğan’ın üslubuyla, örneğin lafa "Benden yaşlısın" (yoksa sana ne yapacağımı ben bilirim) diye başlayarak değil, akılla, bilgiyle ve zarafetle verilmeliydi.
Haklı olarak, "Ben kabile devleti başbakanı değilim" diyen kişiye düşen, "kabile devleti başbakanı" gibi hareket etmemekti.
Unutmayalım... Ödenmemiş fatura yoktur. Özellikle de uluslararası ilişkilerde...
Yazının Devamını Oku