7 Mart 2009
NİHAYET Başbakan Tayyip Erdoğan’la bir noktada buluştuk. Kendisinin böyle bir beklenti içinde olduğunu elbet düşünmüyorduk. Ama onunla aynı şeyleri istediğimizi görmek, kendi hesabımıza heyecan verici oldu. Başbakan Erdoğan üç gün önce Kanal 24 isimli TV kanalında, "Avrupa Birliği standardında medya istiyoruz" demiş.
Aslında dediği bundan bir iki cümle daha fazla. Onu da aktaralım:
"Medya işine geldiği zaman ’Avrupa Birliği’ diyor. Avrupa Birliği mi diyorsun? O zaman (biz de) Avrupa Birliği standardında medya istiyoruz."
Harika!
Hemen belirtelim ki Türk medyasının teknik altyapı yönünden Avrupa Birliği standardında olduğunu herhalde Başbakan da biliyordur. O nedenle "insan malzemesi"nin ve "haberlerin, yorumların Avrupa Birliği standardında" olmasını istediği sonucuna kolaylıkla varabiliriz.
Tekrar ediyoruz. Biz de aynı özlem içindeyiz.
Özlem içindeyiz derken belirtelim... Avrupa Birliği ülkelerinde Türk medyasıyla kıyaslanamayacak kadar kötü ve seviyesiz medya organları olduğu gibi, Türk medyasında da yine onların "iyi"lerinden daha üst düzeyde medya organları var. Ancak isim vermek her iki örnek için de doğru olmadığından bunu her iki medya dünyasını izleyenlerin idrakine bırakmaya mecburuz.
Geneli için konuşmak gerekirse, dediğimiz gibi Başbakan’ın özlemi yerindedir. Ama bunun çaresi ne önüne geleni azarlamak, ardında kalanı mahkemeye vermektir, ne de devlet olanaklarını kullanarak bir taraftan "yandaş" medya yaratırken ötekileri batırmayı amaçlayan -yasal kılıflı- suikastlar düzenlemektir.
Hele hele yandaş olmayanları -bir başka deyişle uşaklığı reddedenleri- "düşman" gören bir zihniyetin yönettiği bir ülkede, kendini savunma refleksiyle yaşamak zorunda kalan "medyanın" dikkatini meslek kalitesini yükseltmeye toplamasını beklemek, tek kelimeyle "abes"tir.
Çünkü her "iyi" şey gibi "kalite" de ancak özgür ortamda yükselir.
Demek ki Başbakan Erdoğan’ın beklentisinin gerçekleşmesi, öncelikle kendisinde yoğunlaşan zihniyetin değişmesi koşuluna bağlıdır. O da sadece medyanın değil, tüm Türk halkının beklediği gibi, "Avrupa Birliği standardında bir Başbakana" sahip olursak gerçekleşebilir.
Avrupa’da, Avrupa Birliği standardında olmayan bir tek lider Beyaz Rusya’da var. Adı Aleksander Lukaşenko.
Ötekiler zaman zaman sapmalar gösterse bile, demokratik bir sistemin liderinden beklenen standartlara kendilerini uydurmaya çalışıyorlar. Örneğin karşıt görüşleri "tehdit" gibi değil, çoğulcu demokrasinin gereği olarak görüyorlar. "İletişim (ifade, basın) özgürlüğünün demokrasinin temel kurumu olduğunu içlerine sindiriyorlar.
Miting meydanında "Herkesi kucaklıyoruz, ayrımcılığa karşıyız" diye konuşup, ardından tam aksini yapmıyorlar.
"Hukuka saygı"dan dem vurup Yüksek Seçim Kurulu gibi "kararları kesin" olan bir Anayasal kurumun dediğinin tam tersini bürokrasiden istemiyorlar.
"Sivil toplum örgütü" nedir biliyorlar. "Şeffaf yönetim"in sadece lafını etmiyor, uyguluyorlar.
Daha açık söylemek gerekirse "demokrasi"yi, amaca götüren "otobüs" gibi görmüyorlar.
Yazının Devamını Oku 6 Mart 2009
SON olarak Başbakan Tayyip Erdoğan ya Van’da yahut Batman’da söyledi... "Hiçbir zaman popülizme tenezzül etmezler"miş. Hoş daha önce de en az 10 kere aynı şeyi söylediğini elimizdeki kupürler ortaya koyuyor. Ama eminiz gerçek sayı 50’den az değildir.
Peki "popülizm"in amacı nedir?
Kısa vadede seçmenin gözünü boyayan ama uzun vadede ülkenin çıkarlarına ters düşen politika demek değil mi?
Bu da seçim kazanmak, iktidarda kalmak için yapılır. Popülizmin en bilinen yolu, seçmeni kandırmak için kamu kaynaklarını har vurup harman savurmak, yani bol keseden dağıtarak siyasi rant sağlamaktır.
Gelelim bugün içinde bulunduğumuz duruma:
Tunceli’de "buzdolabı, çamaşır makinesi, koltuk, kanepe" gibi göze batan -sözde- "hediye"ler nedeniyle ayyuka çıkan, ama ülkenin pek çok yerinde başka şekillerde sürüp giden kampanya eğer "popülizm" değilse nedir?
Eğer bu uygulama "sadaka"cılığı insan onuruna aykırı saymayan bir sosyal devlet uygulaması ise, Yüksek Seçim Kurulu neden bunu durdurmak için iki kere karar almak zorunda kaldı? Neden Mustafa Yaman isimli Tunceli Valisi hakkında "disiplin işlemi" yapılması için İçişleri Bakanlığı’nı göreve çağıran bir karar aldı.
"Popülizme" zerre kadar itibar etmediğini ileri süren bir siyasi iktidarın -ki doğrusu iyi bir politikadır- "Köylere destek" amacıyla ayırdığı 500 milyon TL’lik ödeneğin 11 Mart’a kadar illere dağıtılması kararı, tesadüfen mi seçimden önceye denk geldi?
Bu siyasi iktidarın popülizmde de, hukuk tanımazlıkta da, partizanlıkta da, ayrımcılıkta da, baskıcılıkta da eşi az bulunur.
Diyelim ki biz bunları "yanlış" bir değerlendirme yaparak, hatta AKP iktidarına sırf muhalefet olsun diye söylüyoruz.
Peki önce "Hükümetimizle kavga eden, zıtlaşan yerel yönetimler her projelerini Ankara’dan geçiremiyor" diyerek seçmenleri baskı altına aldığı için eleştirilen Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin önceki gün Antalya’nın Serik ilçesinde aynı görüşü niçin tekrarlayıp, "29 Mart’tan sonra bana yardımcı olacak bir belediye başkanı seçin" dedi?
Şahin’in "29 Mart’ta merkezi hükümet değişmeyecek" hatırlatmasından sonra "Yol göstermeme gerek yok. Sizlere inanıyor ve güveniyorum. Karar sizindir. Kararınız, başımızın üstündedir" demesi aba altından sopa göstermek değilse nedir?
Bu tür sözleri öteki bakanların da söylediğini, daha fenası Başbakan Tayyip Erdoğan’ın hem Tunceli Valisi’ne hem de o sözleri söyleyen bakanlara kamuoyu önünde sahip çıktığını bilmeyen mi var?
Bakın daha ötekilere örneğin bu iktidarın "Benden olanları korurum, benim suyuma gitmeyenleri ezerim" anlayışına ve diğerlerine gelmedik.
Tek parti döneminde, daha doğrusu 1936-39 arasında "valilerin aynı zamanda parti il başkanı" olmasına izin veren uygulamayı sanki çok partili dönemin gerçeği imiş gibi eleştiren Başbakan Tayyip Erdoğan değil miydi?
Şimdi aynı Başbakan’ın izlediği politikanın, "valileri AKP İl Başkanı gibi hareket etmeye zorladığını" maalesef bazılarının da gayretkeşlik içinde olduğunu inkár edebilen var mı?
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2009
ÇARŞAF hikáyesi gibi, bunun da "seçim zoruyla" akla geldiği anlaşılsa da CHP nihayet iyi bir öneri ortaya attı:<br><br>Her yıl 21 Mart ve 1 Mayıs günlerinin "resmi tatil ve bayram" ilan edilmesini istiyor. Parti içi demokrasi 1980’den beri hiçbir partide yok.
Olmayan şeyi "var" sayarak "Bu öneri partinin yetkili organlarında görüşüldü mü?" diyecek değiliz. Çünkü yetkili organ artık CHP İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin ile Genel Başkan Deniz Baykal’ın bir konuda karar vermesi anlamına geliyor. Nitekim bu öneri de -gazetelerin yazdığına göre- öyle doğmuş.
Demek ki "usul"e değil, bu durumda "esasa" bakmak durumundayız.
Bilindiği gibi özellikle Kürt kökenli bazı vatandaşlarımız "21 Mart"ı bir "Kürt günü" gibi görmeye ve göstermeye çalışıyorlar. Oysa 21 Mart yani nevruz içinde bulunduğumuz coğrafyada yaşayan pek çeşitli toplumların da benimseyip kutladıkları bir gün. Yani onun üzerine oturup "Bu benim" demenin anlamı yok. Kaldı ki "kutlanacak" güne yakışan, onu "sevgi, birlik, bütünlük ve ortak coşku" ile yaşamaktır. O nedenle her 21 Mart günü orada burada filiz veren "dar" bakışlı etnik şovenizmi görmezden gelip bu günü bütün Türkiye’nin günü haline getirmek yerinde bir öneridir.
Keza 1 Mayıs gibi, karşısında hep ikircikli bir tavır aldığımız "İşçi Bayramı"nı artık ister o isimle ister başka isimle resmileştirmekte yarar var. Çünkü 1 Mayıs anlamıyla, gelenekleriyle evrenselleşmiş bir gündür.
Nitekim Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin öneriyi desteklediği, hatta "Geçen sene Genel Başkan Yardımcımız Atilla Kaya da böyle bir teklif vermişti" dediği bildiriliyor.
Oysa Ankara’daki arkadaşlarımıza göre iktidar partisi yetkilileri bu öneri karşısında -belki de seçimde CHP’nin işine yarar korkusuyla- biraz tedirgin olmuşlar. AKP Grup Başkanvekili Nihat Ergün gerçi "Meclis’te şu anda, 1 Mayıs’ın resmi tatil sayılmasına ilişkin üç milletvekilinin verdiği kanun teklifi var" demiş ama daha ileri gitmemiş.
Aslında Ergün’ün aklına gelseydi Çalışma Bakanı Faruk Çelik’in de geçen ayın başında, "1 Mayıs İşçi Bayramı’nın Türkiye’de de resmi bayram olarak kutlanması için yasal düzenleme çalışması başlattıklarını" söylediğini, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın da "Hem 1 Mayıs’ın hem de nevruzun resmi bayram olarak kutlanmasına varım" dediğini söyler, öneriyi daha da sıcak karşılardı.
Belki de onları değil ama Başbakan Tayyip Erdoğan’ın geçen yıl yani 22 Nisan 2008 tarihli AKP Meclis Grup toplantısında, 1 Mayıs’ın tatil ilan edilmesine karşı çıkan sözlerini anımsamıştır. O toplantıda Erdoğan;
"1 Mayıs’ı resmi tatil ilan etmemizi bekleyenler var. Türkiye tatiller ülkesi... Yıllık çalışma günü 200 gündür. Bunun dışı tatildir. Hesap edecek olursak bir günün maliyeti 2 katrilyondur (bugünkü para birimiyle 2 milyar TL). Bir taraftan emeğin karşılığının daha fazla olmasını arayacağız, bir taraftan ’tatiller artsın’ diyeceğiz. Biz böyle bir noktada değiliz" demişti.
Başbakan gerçi o zaman öyle söylemişti ama, bir resmi tatilin başı yahut sonu hafta tatiline yakın düşünce hükümet kararıyla geri kalan günleri "resmi tatil" ilan etmekten geri kalmamıştı.
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2009
The word "Ottomans" has been dominating the agenda in recent days. You see examples such as that of a journalist that visited Palestine recently and who exaggerated a remark made by a semi-educated Arab in Gaza who said, "I wish the Ottomans hadn't left this region and we could have continued to live in peace."
Everywhere you look you can see evidence of an aspiration for the "Ottomans".
Turkish Prime Minister Tayyip Erdogan was welcomed at an official event in Istanbul’s Kadikoy district with a banner that reads "The last Ottoman Sultan, Welcome to Kadikoy".
Firstly we should indicate that we have no criticism against the ruling Justice and Development Party's administration since they claimed that this was an act of provocation.
However perhaps we should remember how pro-government media harshly criticized university rectors when a banner reading "Army to Action" was carried at a demonstration of rectors and university students a couple of years ago in capital city of Ankara.
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2009
SON zamanlarda bir "Osmanlı" lafıdır gidiyor. Bakıyorsunuz, Filistin’e -örneğin Gazze’ye- gitmiş bir gazeteci, sokaktaki bir yarı cahil Arap’ın lafını büyük bir iftiharla nakletmiş: "Keşke Osmanlı buraları terk etmeseydi de huzur içinde yaşasaydık." Geliyorsunuz orada burada bir şekilde "Osmanlı" özlemi dile getirilmiş.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, Batman’da halka "Devlet bizim iktidarımızda meşruiyet kazandı. Bizim iktidarımızda cumhuriyetimiz halka buluşuyor. Demokrasimiz meşruiyet zeminini güçlendirdikçe gayrimeşru alanlar daralıyor" demesinden mi cesaret aldılar nedir, (o söze sonra geleceğiz) AKP’nin dün yaptığı bir Kadıköy etkinliğinde birileri de Başbakan Tayyip Erdoğan’ı "Son Osmanlı Padişahı Kadıköy’e hoş geldiniz!" yazılı bir dövizle karşılamış.
Önce belirtelim. AKP teşkilatı bunun bir provokasyon olduğunu ileri sürdüğüne göre onlara yöneltilecek bir eleştirimiz yok.
Oysa anımsarsınız, birkaç yıl önce Ankara’daki Tandoğan Meydanı’nda rektörlerin ve üniversite öğrencilerinin katıldığı bir yürüyüşe birileri elindeki "Ordu Göreve" yazılı bez afişle katıldı diye bugünün "yandaş" kalemleri rektörleri suçlamak için demedik laf bırakmamışlardı.
Oysa o afişin de "provokasyon" amacıyla oraya getirildiği belliydi ve toplantıyı düzenleyenler hemen afişi toplattırıp açanı da meydan dışına attırmışlardı.
Hálá aynı olayla ilgili aynı iftirayı tekrar edip duranlar var.
Biz onları ulaşabilecekleri en yakın ayna ile karşı karşıya bırakıp konumuza dönelim:
Merak ediyoruz, bir "Osmanlı modası" yaratmaya çalışanların derdi -veya özlemi- nedir?
Toplam 36 Padişah çıkarmış Osmanlı hanedanından Fatih Sulan Mehmet’i, hadi kılıçlarının hakkını vermek için Yavuz Sultan Selim ile bir de Kanuni Sultan Süleyman’ı ayırırsanız geriye kalan 33 Padişah’tan hangisini saygıyla, hayranlıkla, ileri görüşlülükle anacaksınız?
Kurucu tebaasını yani Türk halkını ezen ve azınlıklara ezdiren başka bir hanedan biliyor musunuz?
Tüm tarihinin üçte birini zilletle geçiren hangi hanedana özlem duyulabilir?
Hadi askeri alandaki yenilgilerini sineye çekmeye çalışalım. Tüm Osmanlı tarihinin medeniyete katkı anlamında ortaya koyduğu -Mimar Sinan’ın hepimizin göğsünü kabartan muhteşem eserleri dışında- ne vardır da biz bilmiyoruz?
Koskoca 600 yılı bir tek Sinan’la açıklayabilir miyiz?
Osmanlı’ya özlem ifade edenler özellikle son 100 yıllık dönemin en önemli konularında yabancı devlet elçilerinin, bizzat Padişah’tan ve Babıali’den yani hükümetten daha fazla söz sahibi olduklarını bilmiyorlar mı?
Sadrazamın ve/veya nazırların (bakanların) yabancı elçiler yerine sefaret tercümanları ile görüşmesini dahi içine sindirebilen bir yönetimin ve zihniyetin nesi özlenebilir?
Osmanlı Hanedanı yaşayanlarının bile özlemediği bir döneme duyulan bu hasretin altında onun yerine kurulan Cumhuriyetin bazı temel değerlerini hálá hazmedememek yatıyor olmasın.
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2009
MADEM Başbakan’ın medya ile ilgili Van konuşmasını yanıtlamaya söz verdik. Borcumuzu ödemeye devam edelim: <br><br>Örneğin, "Tüm anketlerde, araştırmalarda en güvenilmeyen kurum olarak medya çıktı. Bunu gazetelerinizde haber bile yaptırtmadınız. Sürekli siyaseti, siyasetçiyi eleştirip duruyorsunuz. Peki ne zaman kendinizi sorgulayacaksınız?" diyordu değil mi? Önce belirtelim:
"En çok hangi kuruma güveniyorsunuz?" konulu anketlerin kendilerinin "ne kadar güvenilir" olduğu her zaman tartışma konusudur. Çünkü pek çok ankette olduğu gibi bunlarda da soruyu yönelttiğiniz bir kesimden alacağınız sonucun tam tersini öteki kesimden alırsınız. Keza soruyu nasıl formüle ettiğiniz de çok önemlidir. Üçüncü nokta, anketin uygulama tekniği her şeyi etkiler. Ötekileri saymayı uzmanlarına bırakarak konunun özüne gelelim ve varsayalım ki bu anketler hep doğru söyler.
O zaman lafa TEPAV yani Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nın son araştırmasından başlayalım:
Bu araştırmaya göre halkımız en çok ordumuza güveniyormuş. Politikacılar ise "en az güvenilen" kesimi oluşturuyormuş. Politikacılara halkın yüzde -ortalama- yüzde 17’si güveniyormuş.
Madem Başbakan politikacıları değil, medyayı sorguluyordu. Onu da söyleyelim:
Medyaya güvenenlerin oranı politikacılarınkinden yüksek, yani yüzde -ortalama- 23 çıkmış.
Peki diyeceksiniz, bu yeni bir durum mu?
Hayır!
Elimizde Başbakan’ın Genel Başkan’ı olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2005’te yaptırdığı bir araştırma var. Bunda da Silahlı Kuvvetlerimiz en güvenilir kurum olarak ortaya çıkmış. Bu kuruma güven, 100 puan üzerinden 84 imiş. (18 Ocak 2005, Hürriyet)
Onu 78 puanla Cumhurbaşkanlığı, 76 puanla cami, 68 puanla yargı izlemiş.
Peki siyasetçiler?
Onlar 48 puan almışlar. Onu da 45 puanla medya ve YÖK izlemiş.
Şimdi söyleyin. "Medyanın itibarı yerlerde sürünüyor" da, "siyasetçiler" baş tacı mı ediliyor?
"Politikacılar baş tacı mı ediliyor?" demişken Uluslararası Araştırma Şirketi Gfk’nın 2005’te yaptığı ankete göre (7 Ağustos 2006, Sabah) Türkiye’de en fazla güvenilen kurum olan Silahlı Kuvvetler’in, yanıtların yüzde 91’inin oyunu aldığını, onu yüzde 90’la öğretmenlerin, yüzde 89’la doktorların, lafı uzatmamak için ötekileri atladıktan sonra söyleyelim, yüzde 40’la politikacıların ve yüzde 32 ile gazetecilerin izlediği görülüyor.
Resim ortada... Yine "politikacı" ile "gazeteci" arasında pek fark yok.
Bu durumda Başbakan bize, "Tencere, senin dibin kara!" mı demek istiyor.
O zaman sorulmaz mı?
Benim dibim kara da seninki beyaz mı?
Gazetecilerin hiç değilse kendini denetleme kurumu var. Peki politikacıların neden yok?
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2009
BAŞBAKAN, gazetecilerden sadece gerçeğin yazılmasını, hakaret ve iftiranın engellenmesini istiyor. İyi ediyor. Gerçekten gazetecilerin temel görevi "gerçeği bozmadan, abartmadan kamuoyuna duyurmak"tır.
Keza "hakaret ve iftira", kendisi dahil kimsenin hakkı değildir.
Baştan söyleyelim... Bunlarda Başbakan Tayyip Erdoğan’dan zerre kadar farklı düşünmüyoruz.
Nerede ayrıldığımıza gelmeden önce kendisinin Van’da söylediklerinden alıntılar yapalım:
Başbakan’a göre, "Bir medya grubuna verilen para cezası nedeniyle kendisinin ve hükümetinin, basına baskı yapılıyor diye yabancılara şikáyet edilmesi" yanlış imiş. Kaldı ki "Türkiye’de basın özgürlüğü, fikir özgürlüğü var"mış ve "her geçen gün daha da gelişmekte" imiş. Bu bir.
İkincisi, "Tüm anketlerde araştırmalarda en güvenilmeyen kurum olarak medya" çıkıyormuş. Bunu "gazetelerimizde haber bile yaptırtmıyor"muşuz. "Sürekli siyaseti, siyasetçiyi eleştirip duruyor"muşuz. "Peki ne zaman kendimizi sorgulayacak"mışız?
Keza, "Bugüne kadar acımasızca hükümete, şahsına, ailesine yönelik karalama kampanyaları yapmış"ız. "Hálá yapıyor, iftiralar atıyor"muşuz. "Hangi baskıyla karşılaşmışız."
Sondan başlayalım:
Başbakan Erdoğan şahsına, ailesine yönelik hangi karalama kampanyalarından söz ediyorsa, o konuyu neden açık açık dile getirmiyor?
Getirmiyor, çünkü bir dostunun desteğiyle yurtdışında okutabildiği çocukları, kaynağı açıklanmayan bir gelirle eğer 5 milyon ABD Doları karşılığında gemi satın alan bir şirket kuruyorsa, her demokraside insanlar "Bunun kaynağı nedir?" diye sorarlar.
Başbakan’ın bir evladı ile diğerinin eşi eğer 500 bin TL sermayeli bir şirketin yarısına ortak olursa, "Bu 250 bin TL nasıl kazanıldı?" demek aklı olan, dürüstlüğe inanan herkesin borcudur.
Sayalım ki basın bunları sorarak aslında gereksiz bir mesele yaratıyor.
O zaman yapılacak şey, "Kaynak şu... Hesap bu" demek ve soranları mahcup etmek değil midir? Oysa Başbakan Erdoğan bu konular ortaya çıkalı 21’i çeşitli meydanlarda olmak üzere belki 40 kere kamuoyuna hitap etti. Ama nedense bir tek cümleyle olsun bu konuya açıklık getirecek şey söylemedi. Yazılanları da tekzip etmedi.
Bu durumda "gerçek" kimden yanadır? Bunları yazmanın neresi "hakaret" veya "iftira"dır?
Başbakan bu konulardan söz edilmesini kendisinin "mahremine ve ailesine karşı saygısızlık" gibi algıladığını söylüyor.
Margaret Thatcher’in oğlu Mark, Arap ülkelerinde "iş" çeviriyor diye eleştirilmedi mi? Tony Blair’in genç oğlu Euan sarhoş olup polise düşünce yazılmadı mı? Kraliçe’nin torunu Prens Harry nerdeyse her hafta gazetelerde haber konusu olmuyor mu? Tansu Çiller’in oğlu Mert’in askerliğini tam da yalılarının tam karşısındaki "Denizci" okulunda yapması yazılmadı mı? Turgut Özal’ın kızı Zeynep’in, oğlu Ahmet’in, eşi Semra Hanım’ın yazılmadık neyi kaldı?
Bunlara tahammül edemeyecektiniz neden demokratik rejimin Başbakanı oldunuz?
Not: Ötekilerin yanıtını artık yeri geldikçe vereceğiz.
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2009
KENDİ beyanından anladığımıza göre "Bu başbakan öyle küçük düşünen bir başbakan değil"miş. "Bu başbakan Türkiye’nin şanına yakışan, büyük düşünmesini kendisi için ideal addeden bir başbakan"mış. Böyle niteliklere sahip bir başbakanı kim istemez.
Başbakan’ın büyük düşündüğüne ilişkin inancına karşı çıkacak değiliz.
Nihayet herkes kendini istediği gibi görebilir. Biz de ona saygı gösterir geçeriz.
Lakin "büyük düşünen" Başbakan’ın meydanlarda söyledikleri pek de öyle büyük düşünen birinin ağzından çıkan laflara benzemiyor.
Örneğin büyük düşünen bir başbakan ülkenin bin tane sorunu orada dururken, işi gücü bırakır da "medya" ile kavga etmeyi gündeminin birinci sırasına koyar mı?
Medya ile dediğimiz zaman kendisine "biat" eden yandaşlarından söz etmiyoruz. Gerçeği kamuoyuna duyurmayı ve görüşlerini özgürce ifade etmeyi meslek namusu sayan medya ile kavgasını kastediyoruz. Nitekim dün de Van’da vatandaşlara hitap ederken:
"Bir medya grubuna verilen vergi cezasından sonra meseleyi basın özgürlüğüne getirip sözde bizim basına sansür uyguladığımızı, baskı altına aldığımızı iddia edenler var. Bizim medya eleştirilerimizi basın özgürlüğüne tehdit olarak duyuranlara bir çift sözüm var, bir kere vergi cezası alan medya grubu daha önce de ceza aldı. Ama masaya oturup anlaştığı için o zaman uluslararası kuruluşlara ’Türkiye’de basın özgürlüğü kısıtlanıyor’ diye şikáyet etmediler. Şimdi vergi kaçırma suçundan ceza aldılar. Bu sefer her yerde ’Türkiye’de basın özgürlüğü yok’ diyerek yaygara yapıyorlar. Benim eleştirilerimi de ’medyaya baskı’ diye duyuruyorlar" dediği bildiriliyor.
Başbakan bu söylediklerine samimiyetle inanıyorsa, baştan belirtelim ki hepimizi ilgilendiren bir tehlike söz konusu. Çünkü bu sözleri ancak "gerçek" ile "yalanı" veya "yanlışı" ayırt edemeyen biri söyleyebilir. Böyle birinin başbakan sıfatını taşıması da hepimiz için önemlidir.
Neden böyle söylediğimizi belki Başbakan ayırt edemez. Çünkü ya "büyük düşünürken" bizim gördüğümüz küçük gerçekleri görmeye vakit ayıramaz veya gerçeklerle kopuk olan ilişkisi sağlıklı bir hüküm vermesini engeller.
Oysa gerçek şu:
"Bu medya grubuna vergi cezası" değil, "maliye eliyle katil" cezası uygulattırıyorsunuz. Bunu, ortada yasaların gerektirdiği bir vergi suçu olduğu için değil, sadece ve sadece duyulmasını istemediğiniz gerçekler, bu grubun organlarında yayınlandığı için yapıyorsunuz.
Eğer bu olayın içinde siz yoksanız, söz konusu ceza tebliğ edilmeden önce Samsun’da yaptığınız konuşmada "Bunlarda her türlü suiistimal var. En sonunda bana onları da açıklattıracaklar" şeklindeki sözleri neden söylediniz?
Eğer o işlemin sizinle ilgisi yoksa, maliyenin görevlilerinin işlerini baskı altında kalmadan yapmalarına itina etmek sizin göreviniz değil midir? Onun gereği tüm seçim kampanyası boyunca o medya grubunu -üstelik tamamen haksız yere- suçlamak mıdır, yoksa "büyük düşünen bir başbakana" yakışır şekilde tarafsız kalmak mıdır?
Bakın daha öteki sözlerinizi ele almaya yer kalmadı. Ama siz nasıl olsa yarın da aynı şeyleri söyler, bize fırsat verirsiniz. Bekliyoruz.
Yazının Devamını Oku