Oktay Ekşi

Kürtçe konuşma

27 Şubat 2009
AHMET Türk belli ki önceden planlamıştı. Tuttu "Uluslararası Anadili Günü"ne denk getirerek partisinin Meclis Grubu’ndaki konuşmasının son kısmını "Kürtçe" yaptı. TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın dünkü gazetelerde yayınlanan sözlerinden anlıyoruz ki, bu nedenle Başkanlık Divanı’nın yapacağı bir şey yoktur.

Ahmet Türk’ün suret-i haktan görünerek yapmak istediğinin ne olduğunu hepimiz görüyoruz. "Kürtçe"yi gündeme getirmek ve mümkünse "Kürtçe eğitim" şeklindeki taleplerini kabul ettirmek.

Biz, "herkesin istediği dille kendisini ifade etme hakkı"nı önemseriz. "İletişim"in önüne engel konulmasına karşı çıkarız. Çünkü iletişimin tüm özgürlüklerin anası olduğuna inanırız.

Bu açıdan bakınca Ahmet Türk’ün Genel Başkanı olduğu Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) Meclis çatısı altındaki bir toplantısında kendisini Kürtçe ile ifade etmesine karşı çıkmanın anlamı olmaz.

Keza TBMM Başkanı Toptan’ın, "yapacak bir şey yok" anlamındaki demeci de yerindedir.

Ancak olay pek o kadar basit değil:

Ahmet Türk’ün yaptığı "kendini ifade etmek" değil, siyasi amaçlı bir gösteri yapmaktır.

Siyasi amaçlı gösterinin -yasalara aykırılık içermedikçe- elbet hukuken itiraz edilecek bir tarafı yok.

Nitekim buradaki durum da öyle...

Kaldı ki Anayasa’nın 83’üncü maddesi, "Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Meclis’te ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturumdaki Başkanlık Divanı’nın teklifi üzerine Meclis’çe başka bir karar alınmadıkça bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar" diyor.

Yani Anayasa, "ifade özgürlüğü"nü garanti altına alan "sorumsuzluk" kavramını TBMM Meclis Grubu çalışmalarını da kapsayacak şekilde almış.

Nitekim Leyla Zana’nın 1991’de Meclis kürsüsünde yemin ederken Kürtçe birkaç cümle söylemesiyle, Ahmet Türk’ün TBMM’deki DTP Grubu’nda Kürtçe konuşması hukuk yönünden farksızdır.

Demek ki Ahmet Türk’ün parti Meclis Grubu’ndaki konuşması nedeniyle "yasal" yönden yahut daha geniş ifadeyle "hukuk" açısından yapılabilecek hiçbir şey yok.

Meclis İçtüzüğü’nde de, ne "Meclis’te yapılan konuşmaların dili Türkçedir" anlamında ne de başka dildeki konuşmayı yasak sayan bir hüküm var. O açıdan bakınca da Türk’e "Yaptığın yakıştı mı?"dan başka bir şey diyemezsiniz.

Diyemezsiniz ama Ahmet Türk’ün bu konuşmayı "kendini daha iyi ifade edebilmek için başvurduğu son çare" imiş gibi görmek veya göstermek mümkün değildir.

Nitekim Türk’ün partisinin Genel Başkan Yardımcısı Kamuran Yüksek, "Kürtler de anadillerinde eğitim görmeli" sloganıyla bir kampanya başlattıklarını 10 Eylül 2008 tarihinde ilan etmiş ve "Milletvekillerinin Meclis konuşmalarını Kürtçe yapıp yapamayacağını tartıştıklarını" söylemişti.

Türk’ün ve DTP’lilerin "30 yıldır binlerce cana mal olan PKK’yı terör örgütü ilan etmedikçe" yaptıkları en meşru eylemlerin bile zerre kadar inandırıcılığı olmadığını bilmeleri şarttır.
Yazının Devamını Oku

Kazalar önlemler

26 Şubat 2009
GÜNDEMİMİZİ keşke bir uçak kazası değil de artık olmayınca yadırgadığımız kadar içimize işlemiş olan "siyasi" tartışmalar değiştirseydi.<br><br>Ancak yaşam varsa kaza da var. Kaza var ama "kazayı azaltmak için elinizden gelen önlemi almak" da var. Bizim gibi "kaderci" toplumların eksiği oradadır.

Türk Hava Yolları’na ait Tekirdağ isimli Boeing 737-800 tipi yolcu uçağının dün Amsterdam’ın Schiphol havalimanına inerken düşmesi (buna kaza diyenler de var) böyle bir "tedbir eksiği" nedeniyle midir yoksa olayın teknik bir nedeni mi vardır, henüz bilmiyoruz.

Uçak kazalarının gerçek nedenini ortaya çıkarmak genellikle uzun ve yoğun bir teknik çalışmayı gerektirdiği için belki bunu da, olayı nerdeyse unuttuğumuz sırada öğreneceğiz.

Bugünlük sevineceğimiz tek şey, 127’si yolcu, 7’si mürettebat olmak üzere 134 can taşıyan uçağın uğradığı kazaya rağmen ölü sayısının -göreceli olarak- düşük kalmasıdır. Çünkü bir uçak kazasından normal olarak sağ kurtulmaktır mucize olan.

Olayın ardından bizim Ulaştırma Bakanlığı yetkililerinin yaşadığı şaşkınlığa ve dağınıklığa değinmeye gerek yok. Çünkü bu sadece onların değil, "organize olma"yı ve "önceden hazırlanmayı" hálá içselleştirememiş olan toplumumuzun yaygın bir gerçeği.

Bir başka deyişle, Ulaştırma Bakanlığı kötü de öteki kurumlarımız iyi mi?

Eğer "iyi" diyorsanız, her an büyük bir depremle yıkılma tehdidi içinde olan 10 küsur milyonluk İstanbul’da yaşayan insanlara "deprem anında nasıl davranacaklarına" ilişkin eğitim verildiğini hiç duydunuz mu?

Hangi kurumumuzda insanlara "ilkyardım nasıl yapılır" konusunda eğitim veriliyor?

Bunlar felaket -veya kaza- meydana geldikten sonrasına ilişkin olanlar.

Ya kazayı önlemeyi amaçlayanlar?

Biz hálá "Bir şey olmaz abi!"ciyizdir.

Onun için söyledik, "Bizim gibi kaderci toplumlar önlem almayı düşünmez" diye.

Amsterdam’daki kazanın insanı üzen bir başka tarafı daha var:

Türk Hava Yolları (THY) bugünkü iktidar döneminde -içerideki kadrolaşmalar dışında- topluma beklentilerden çok daha iyi hizmet veren bir kuruluşumuz. Yabancı havayollarıyla uçanlar bilirler. THY’nin ortalama hizmet kalitesi, ötekilerle kıyaslanmayacak kadar iyi. Nitekim giderek hem dünyaya daha fazla açılıyor hem de büyüyor. Yaptığı reklam kampanyaları da fevkalade çağdaş.

Kazanın tam bu sırada meydana gelmesi o yüzden ikinci bir talihsizlik oldu.

Gerçi THY’nin "kaza" yönünden sicili, onu en iyiler arasına koymaya müsait değil. Ama dünya yüzünde uçağı kaza yapmamış bir havayolu var mı diye aradık, biz bulamadık.

Bu kaza için söylemiyoruz, çünkü sebebi bilmiyoruz ama bu kazanın, "önlemler"i bir kere daha gözden geçirmeye yol açmasını bekliyoruz.
Yazının Devamını Oku

Zırva ve tevil

25 Şubat 2009
İTİRAF edelim, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’e gülen yüzü, medeni tavrı, olumlu yaklaşımları nedeniyle; Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’e maksadını iyi anlatmaktaki becerisi, ciddiyeti nedeniyle sempati duyarız. Ama sempatimiz, -ikisi de iyi bilir- yeri geldiği zaman en ağır eleştiriden bizi alıkoymaz.

Mehmet Ali Şahin’in dünkü açıklamasını okuduk. Antalya’da AKP’nin "Seçim Bürosu" açılış töreninde söylediği, "Hükümetimizle kavga eden, zıtlaşan yerel yönetimler her projelerini Ankara’dan geçiremiyor. O nedenle, halkıyla, hükümetiyle, devletiyle barışık mahalli yöneticiler işbaşında olursa bizim sorunlarımız daha çok çözülür" şeklindeki sözleri tevil etmeye çalışmış.

Tevil amacıyla dün yaptığı açıklama da şöyle:

"Bizler aynı zamanda siyasiyiz. Antalya’daki toplantıda da belediye başkan adaylarını desteklemek için bulunuyordum. Eğer yanlış bir şey söylemiş, yanlış bir değerlendirmede bulunmuşsam, halkımızın sağduyusuna güvenin, bunun cezasını verir. Muhalefet doğrusunu söylerse onun da mükafatını verir. Ben, ’Muhalefet belediye başkanlarına oy vermeyin. Eğer onlara oy verirseniz, onların projeleri Ankara’dan geçmez’ anlamına gelen bir değerlendirme yapmadım.

Belediye başkanı seçildikten sonra merkezi hükümetle de diyalog kurabilecek yetenekte insanlar olması gerektiğini söyledim. Bazı muhalefet partilerine mensup belediye başkanlarıyla halen tanışmadım. Keşke bana gelseler, deseler ki
’Ben falan muhalefet partisinin belediye başkanıyım, şöyle bir işimiz var’, ben yardımcı olurum, takip ederim. Bunu ön plana çıkarmak istedim, farklı yorumlara yol açtı."

Yok! Dürüstçe konuşalım. Ortada "farklı yorumlara" yol açan bir şey yok. Siz 29 Mart seçimlerinde oy verecek vatandaşları düpedüz "Ya bizim adaylara oy verir, belediyeden -daha doğrusu yerel yönetimlerden- beklediğiniz hizmetlerin tıkır tıkır gelmesini sağlarsınız, yahut da muhalefete oy vermenin ceremesini çekersiniz" demişsiniz.

Kamuoyuna yansıyan ilk sözleriniz ortada. Onların öyle olmadığını da iddia etmiyorsunuz. Yani her şey açıkça görülüyor. Kelimeleriniz farklı olsa da dediğinizin tek anlamı var. O da bizim ifade ettiğimiz gibi, ’Muhalefet belediye başkanlarına oy vermeyin. Eğer onlara oy verirseniz, onların projeleri Ankara’dan geçmez’den ibaret.

Dünkü Radikal gazetesinin anımsattığı gibi, bundan 20 yıl önce Turgut Özal da aynı yola başvurmuştu. O dönemin ana muhalefet partisi Sosyaldemokrat Halkçı Parti’nin seçim şansını kırmak için, propaganda afişlerinde seçmenlere, iktidarda bulunan "Anavatan Partisi ile aynı dili konuşan -aynı kafadaki- belediye başkanı seçmelerini" tavsiye etmişti. Hatta eğer muhalefete mensup birini seçerlerse o başkanın "eli kolu bağlı" olacağı için hiçbir hizmet veremeyeceğini de ikinci bir afişle herkese göstermişti.

İlginçtir. Yerel seçimlerde halkın gerçek siyasi eğilimini "İl Genel Meclisi" oyları gösterdiği için onu esas alıp bakınca görülüyor ki bu propaganda Anavatan Partisi’ne pahalıya patlamış. Nitekim 1984’te yüzde 41 olan oy oranı 1989’da yüzde 22’ye düşmüş. Tehdit edilen Sosyal Demokratların oyu ise yüzde 23’ten yüzde 29’a çıkmış.

Bazen silah sahibini vurur derler ya... Öyle olmuş.
Yazının Devamını Oku

Aynadaki görüntü

24 Şubat 2009
BİZDE yargı bağımsızdır deniyor değil mi? Bağımsız olan yargıya intikal etmiş bir konuda Başbakan konuşur da kamuoyu önünde, "Sonuna kadar gideceğiz" derse siz oradaki iradenin "yargı"ya mı yoksa "hükümete" mi ait olduğunu düşünürsünüz? Yasalara göre Sermaye Piyasası Kurulu da bağımsızdır değil mi?

Başbakan tutar da medya ve iş dünyasının önemli bir kuruluşu hakkında kendisine "O gruba kesilen vergi cezası, grubun siyaseten cezalandırılması olarak değerlendiriliyor" diyen gazeteciye;

"(...) Bizim bu olayda dahlimiz yok. Biz ’Maliye Bakanlığı olarak soruşturma açacağız’ veya ’Oranın dosyalarını incelemeye alın’ demeyiz. (...) Yani bu olay (...) periyodik bir işlem..." dediğini okursanız, o Başbakan’ın "yalan söylemediğini" savunabilir misiniz?

Doğru olmadığı yüzde bin kesin olan bu yanıtı hadi yuttunuz diyelim. Başbakan üstüne üstlük;

"Mesela aynı şekilde SPK’nın (Sermaye Piyasası Kurulu) Doğan Grubu’yla ilgili şeyi var. Bağımsız bir kurum bu. Onu da mı ben yönlendiriyorum?" derse (23 Şubat 2009 SABAH) ona dönüp;

"Bağımsız bir kurum olan SPK’nın elindeki dosyaları bile biliyorsanız, oranın bağımsızlığına kim inanır?" demez misiniz?

Önceki gün Diyarbakır’da halkın karşısına çıkıp "hukuka" saygıdan söz eden bir Başbakan’ın "hukuk"la "keyfiliği" henüz ayıramadığını göstermek için veriyoruz bu örnekleri.

İsterseniz bir an için o sözleri ciddiye alalım da şunu soralım:

"Madem Maliye kendi rutin işini yapıyordu, ona kimse karışmıyordu, o halde AKP’nin Grup Başkanvekili Nurettin Canikli, Maliye’nin işine neden burnunu soktu?

Üstelik basın toplantısı yaparak
’Doğan Grubu’na yapılan inceleme Başbakan’ın talimatıyla başlamadı. Hükümete, gerçek dışı saldırılarla incelemeyi önlemeye çalıştılar’ demek gereğini nereden duydu?

Bir Meclis Grup Başkanvekili’nin
’rutin’ bir vergi incelemesi konusunda basın toplantısı yapması da ’rutin’ mi?"

Göründüğü gibi mızrak çuvala sığmıyor. Kaldı ki kendisini, AKP iktidarının "fetvacı başı" sayan bir kalem, daha birkaç gün önce aynen Başbakan ve Canikli gibi bir yandan verilen para cezasını rutin bir işlem gibi gösteriyor, öte yandan da "esas" mesele olarak "Bu noktaya nasıl gelindiğini" araştırmak gerektiğinden söz ediyordu.

Demek istediği, "Doğan medya grubunun vergi kaçırmak gibi bir ádeti yahut sabıkası olduğu" değil. Belli ki 6 defa Türkiye Vergi Şampiyonu olmuş bir kişinin, 5 yılda devlete 21 milyar dolar tutarında vergi katkısı yapmış grubuna öyle bir şey söylemeye cesaret edememiş.

Mutad "komplocu" kafasıyla bir şeyler zırvaladıktan sonra, "Doğan medya grubunda köşeleri kapmış olanların değişen ve farklılaşan bir zeminde (yani AKP’nin rejimi değiştirme planı karşısında O.E.) değişime direnerek ayakta kalma ve varlığını sürdürme kavgası"nın bu "vergi cezası"na yol açtığını söylemiş. O sütun yazarlarının "Tavırları patronlarını zor duruma düşürecekmiş, umurlarında bile değil" diyor.

Sonra da -pek özgürlükçü görünmeye itina ettiğini unutup- "Vergi cezasıyla ilgili iddiaları haklıysa (yani yapılan gerçekten siyasi bir cezalandırma ise O.E.) bu haksız yerde durdukları (yani hálá AKP’ye biat etmedikleri O.E.) içindir" diyor, utanmadan...
Yazının Devamını Oku

Bir hikaye

22 Şubat 2009
KİM Dae Jung adı Türkiye’de pek bilinmez. Zaten bilenler de çoktan unutmuş olmalı. Ama 1980’lerde Güney Kore’deki "demokrasi şampiyonlarından biri" idi. Ev hapsindeydi. Ama uğradığı haksızlıklara tepki duyan Kore halkı onu 1998’de Cumhurbaşkanı yaptı. Sanılıyordu ki Kim Dae Jung demokrasiyi geliştirecek.

Göstermelik demokrat olduğu sonra ortaya çıktı. Zaten size onu anlatmak istiyoruz:

Başbakan Turgut Özal 1986’da Güney Kore’ye bir resmi gezi yapmıştı. Biz de geziye katılan gazetecilerden biriydik. Kim Dae Jung’dan randevu alıp evinde konuştuk. "Özgürlükçülük" adına neye inanıyorsak, en iyisini bir de ondan dinledik.

Ama Cumhurbaşkanı olduktan sonra o Kim Dae Jung gitti, yerine tam bir despot geldi. Nitekim ilk işi basınla kavga etmek oldu. Kamuoyundaki itibarını bu yüzden kaybetti. Anlatalım:

Kim Dae Jung’u kızdıranlardan biri Seul’de yayınlanan 2.3 milyon tirajlı Joongang İlbo gazetesiydi. Çünkü gazete seçim kampanyasında onu değil, rakibini desteklemişti. Cumhurbaşkanı Kim bunun bedelini ödetmek için vergi denetçilerini Joongan Ilbo’nun ofislerine doldurdu.

Bir süre sonra gazetenin sahibi Hong Suk-yun kendisinin "vergi kaçırmakla" suçlandığını öğrendi. İddiaya göre sahibi olduğu Bokwang isimli grubun 57 milyon ABD Doları tutarındaki gelirini devlete bildirmemişti. Bu yüzden 22 milyon ABD Doları tutarında ceza ödemesi gerekiyordu.

Tahmin edeceğiniz gibi olay bir anda büyük tartışma yarattı. Çünkü yaygın kanaate göre Kim Dae Jung’un asıl meselesi başta Joongand İlbo olmak üzere muhalif basını susturmaktı.

Sonunda yargı Hong Suk-yun’a 3.8 milyon ABD Doları tutarında para ve tecil ettiği bir de hapis cezası verdi ama olayla ilgili olarak Kore’li gazeteciler arasında yapılan bir kamuoyu araştırması ilginç sonuçlar çıkardı:

Anketi yanıtlayan gazetecilerin yüzde 59 kadarı Joongang Ilbo ile ilgili olayda yapılanın "haksız bir baskı" niteliğinde olduğunu söyledi. Gazetecilerin yüzde 63 kadarı "Kim Dae Jung’un basını baskı altına almak istediğini" ifade etti. Gazeteciler özellikle "telefonlarının hükümetin emrindeki kurumlar tarafından yasalara aykırı şekilde dinlendiğinden, fax ve e-mail mesajlarının kopyalarının alınmasından" şikayetçi idiler.

Kim Dae Jung’un uyguladığı baskılardan biri de o dönemde gazeteciler aleyhine "aşırı derecede büyük tazminat davaları" açılması idi. Örneğin Başkan Kim’in başında bulunduğu parti Hankyoreh Shinmun gazetesinden bir defada yaklaşık 8 milyon ABD Doları istedi. Chosun Ilbo gazetesi de, savcıları kızdırdığı için kendini yaklaşık 2 milyon ABD Doları tutarında tazminat talebiyle karşı karşıya buldu.

Başkan Kim Dae Jung’a ve çevresindekilere göre Güney Kore basını, "siyasi skandalları abartıyor", "sansasyon" yaratmaya çaba gösteriyor, "temelsiz eleştiriler" yapıyor ve siyasileri "cadı avı" yapar gibi izliyordu.

Peki sonra ne oldu diye mi soruyorsunuz?

Joongang Ilbo’ya birşey olmadı. O yayınına aynen devam ediyor.

Kim Dae Jung ise "Kuzey Kore ile diyaloğa girdiği" gerekçesiyle 2000 yılında Nobel ödülü aldı. Ama ödülü aldıktan sonra bu diyaloğun Kuzey Kore Cumhurbaşkanı Kim Jong-İl’e 500 milyon ABD Doları tutarında rüşvet vermesi karşılığı sahnelenmiş bir oyun olduğu anlaşıldı. Adı sahtekara çıktı.
Yazının Devamını Oku

Taammüt

21 Şubat 2009
İTTİHAT ve Terakkiciler de gazetecilere kızardı. Onlara önce "Bizi rahatsız ederseniz, susturmayı biliriz" mesajı gönderirlerdi. Sonuç alamayınca planın ikinci aşamasını uygulayıp susturamadıkları gazeteciyi öldürtürlerdi. Hasan Fehmi Bey, Ahmet Samim Bey, Zeki Bey böyle gitti.

Yani susturulan gazetenin kendisi değil, tek kişiydi.

Şimdi çağ ve çağla birlikte metotlar da değişti.

Artık "toptancı" bakış egemen. Bir başka deyişle şimdiki irade, "Bir kişiyi, on kişiyi susturmak yetmez, susturunca ben 7’si büyük gazete, 3’ü büyük 22 televizyon ve radyo, 4 dergi grubuna bağlı pek çok dergi, 20 internet yayıncılığı yapan site olmak üzere hepsini birden sustururum" diyor.

Yasalar ve hukuk onu gerektiriyorsa, desin. Buna da itiraz eden yok.

Ama yasaları ve hukuku ayaklar altına alıp, işlemlerinin 2 Ocak 2007 tarihinde tamamlandığı tüm kayıtlarla ispat edilen bir hisse satışı olayını "Hayır, siz onları alıp satma hususunda 2006 yılında anlaşmışsınız. Biz satış bu tarihte yapıldı sayarız" diyerek bir yandan "muhasebe hilesi", öte yandan "vergi kaçakçılığı" gibi göstermeye kalkarsan, buna sadece mağdur etmek istediğiniz insanlar değil, vicdanı olan herkes isyan eder.

Çünkü bu, devlet yetkisini kullanarak "zulüm" yapmaktır, biir.

Bu, taammüden (tasarlayarak) cinayet işlemenin "kan dökmeden" yapılan türüdür ikii.

Bu, "gerçekleri halka duyuran" ve "düşüncelerini özgürce ifade eden" insanlara -dolayısıyla demokrasinin temel kurallarına- tahammül edememektir üüüç.

Daha da açık söylemek gerekirse, bu "faşizan" bir zihniyetin bu ülkeyi idare ettiğinin açık kanıtıdır. Bu da dööört.

O nedenle bu ülkenin bütün medya mensupları, bütün işadamları, bütün yazarı, çizeri, kendisini aydın sayan bütün bireyleri ve yaşadığı ülkenin nereye götürülmek istediğini merak eden bütün vatandaşları, bu yaşanandan kendilerine düşen dersi çıkarmalıdır. O dersin içinde, sadece ülkenin hukuk sisteminin, demokratik değerlerinin, insan haklarının değil, doğrudan kendilerini tehdit eden önemli bir gerçeğin yattığını görmelidir.

Görmezse ne olur?

Ne olacağını anlamamıza yetecek sayıda örnek bizim "basın tarihimizde" var. Ama onları söyleyince "sadece bizde böyle şeyler oluyor" sananlara yardım amacıyla anlatalım:

Bir tarihte -1950’lerde- Arjantin’de Juan Peron adında bir diktatör vardı. Aslında 24 Şubat 1946’da seçimle işbaşına gelmişti ama popülist politikalarla etkilediği yoksul insanlara dayanarak tam bir dikta yönetimi kurmuştu.

Ama her diktatör gibi o da "özgür basın"dan özellikle de etkili bir gazete olan La Prensa’dan çok şikáyetçiydi. Önce "La Prensa’yı satın almayın" diyen afişlerle başladı. Ardından gazete satan bayilerin kulübelerine "La Prensa’ya reklam vermeyin" yazılı posterler astırdı. Sokaklara hoparlörler yerleştirdi. Oradan La Prensa’ya hakaret dolu konuşmalar yayınlattı. Onlarla da susturamayınca gazeteyi polisler bastı. O da yetmedi sonunda Peron gazeteye el koydu.

Sonra ne mi oldu?

Peron defoldu gitti. La Prensa sıkıntılı günlerden sonra tekrar doğdu. Ve hálá yaşıyor.
Yazının Devamını Oku

Her kuşun eti yenmez

20 Şubat 2009
AYNI filmi ikinci defa görmek pek güzel bir şey değil. Ama bazen mecbur kaldığınız oluyor. Özellikle "iktidar-meyda ilişkisi" söz konusu olunca iki değil, aynı filmi beş, on kere seyretmek zorunda kalabiliyorsunuz. İktidar-medya ilişkisi sadece "medya iktidarın uşağı olmayı kabul ederse" sorunsuz olur.

Eğer bir ülkede demokratik değerlere inanan, özgürlüğünden vazgeçmemekte direnen bir medya kesimi varsa, orada sorun da vardır. Çünkü böyle bir ortamda medyanın "gerçekleri halka duyurma" işlevi ve görevi ile iktidarın "hoşa gitmeyen gerçekleri halktan saklama" arzusu tarafları çatışmaya götürür.

Türkiye’de bu durum artık saklanamayacak kadar aşikár hale geldi. Böylece "liberal" (!) kardeşlerimizin "gelmiş geçmiş en demokratik lider" saydıkları Başbakan Tayyip Erdoğan’ın gerçek çehresi de ortaya çıktı.

Amaç da mesaj da belli:

Doğan medya grubuna "Sizi de bazıları gibi mahvedeceğim" diyor.

Onun için bir süre önce başka hiçbir ticari işlemde uygulanmamış -uygulanmasına gerek olmadığı Maliye Bakanlığı tarafından tespit ve ilan edilmiş- kurallar icat ettiler. Büyük hissesi Doğan Grubu’na ait Petrol Ofis’e 985 milyon TL. tutarında vergi cezası çıkardılar.

Ceza haksızdı ama haksızlığı ispat için yargıya gidince sonucu almak için en az üç-dört sene beklenecekti. Bunun şirket hisselerine getireceği değer kaybı neredeyse haksız cezanın kendisi kadar olacağı bilindiği için, Maliye ile uzlaşma yoluna gidildi. Böylece dosya, -bile bile soyulurcasına- ödenen 275 milyon TL. karşılığı kapanmış oldu.

Şimdi birincisinden daha bariz bir haksızlık söz konusu:

Deniyor ki: "Doğan TV Holding’in hisselerinin yüzde 25’ini 375 milyon Euro karşılığında Alman Axel Springer grubuna 2006 yılında sattığınız halde, bunun (30 milyon TL tutarındaki) vergisini 2007 yılında satmış gibi geç ödemişsiniz.Bundan dolayı size toplam 826 milyon TL.ceza yazdık."

Dedikleri doğru olsa, "En ne yapalım. Kusuru işleyen cezasına katlanır" dersiniz. Oysa tüm belgelerin ortaya koyduğu gibi "satış" işlemi 2 Ocak 2007’de tamamlanmış. Vergisi de aynı yılın Nisan ayında yani zamanında yatırılmış.

Ama -pek haksever olduğunu bildiğiniz- Kurt aklına koymuş, "Suyu bulandırdın, seni yiyeceğim" diyor. Suyun alt tarafında imişsin fark etmez.

Oysa bilmiyor. Yiyemez. Çünkü sonunda "mahkeme" var. Hani "kadrolaşma" politikalarıyla yıllardır "ele geçirmeye" çalıştıkları "yargı"mız var ya... Onun büyük bir bölümünün hálá haklıyı haksızdan ayıran yani gerçekten adalet dağıtan hakimler elinde olduğunu unutuyor.

Bilmediği bir şey daha var:

Bu defa "hukuka ve yasaya karşı hile yapan" bir kesimi değil, "hukuka ve yasaya kılı kılına uymayı temel ilke sayan" bir kesimi yiyebileceğini düşünüyor.

Açık söyleyelim:

Her kuşun etinin yenmeyeceğini ona biz hukuktan ayrılmadan göstereceğiz.

Hayal mi görüyoruz, gerçekleri mi dile getiriyoruz, merak edenler geriye doğru yaşanmışları okuyup öğrensinler. Oradan ders alsınlar. O zaman anlarlar niçin "Bu filmi ikinci defa görüyoruz" dediğimizi.
Yazının Devamını Oku

Ektiğinizi biçersiniz

19 Şubat 2009
RICHARD Holbrooke, izleyenlerin bildiği bir Amerikan diplomatıdır. Demokratik Parti eğilimli olduğu için Obama gelince yıldızı tekrar parladı. Nitekim ABD’nin "Özel Temsilcisi" (Special Representative) sıfatıyla şimdi Pakistan ve Afganistan politikalarında sözü çok geçiyor.

Holbrooke, Pakistan’ın Svat bölgesinin "şeriat" ilanına çok tepki göstermiş.

Önce "Günaydııın!" diyelim de -bir ucundan bizi de ilgilendiren- konuya sonra girelim:

Bizim gazeteler habere pek yüz vermedi ama, 16 Şubat günü Pakistan hükümeti "dinin siyasete girmesine izin veren tüm demokrasiler" için ders teşkil edecek önemli bir karar açıkladı.

Pakistan’ın kuzeyindeki Svat bölgesindeki Taliban uzantılarının sürdürdüğü terör eylemleriyle baş edemeyen Pakistan hükümeti, "silahların susması" koşuluyla "Svat’ın şeriatla yönetilmesini" resmen kabul etti.

Bize o olaylar yansımadı ama, yabancı gazeteler son iki yıldır kan dökülen bu bölgenin stratejik noktalarını, son aylarda Taliban güçlerinin kontrol ettiğini bildirmişlerdi. Nitekim durum bu noktaya gelince Taliban’cılar hemen, "İslam’ın emirlerine uymayan kamu görevlileriyle polisleri ve yerel halkı öldürmeye" başlamışlar. O yüzden onbinlerce insan, orayı terk edip kaçmış.

Taliban, geçen mayıs ayında yörede fiilen egemenlik kurunca bütün bölgede "televizyon seyretmenin, dans etmenin, sakal tıraşı olmanın" İslamiyet’e aykırı olduğunu ilan etmiş. Bunlara uymayan bazı Pakistanlıların da başları kesilmiş.

Taliban
yönetimi bununla kalmamış. Verilen cezalar herkese ders olsun diye idamları, kontrol ettikleri radyolarda sık sık yayın konusu yapmışlar.

Bütün bunlar üzerine Pakistan’ın resmi ağızları durumu nasıl açıklıyor derseniz, söyleyelim:

Pakistan’ın Kuzey Batı Bölgesi’ndeki Enformasyon Bakanı İftihar Hüseyin, "Bu kurallar Svat’ta zaten uygulanıyordu. Şimdi biz bunu zorunlu hale getiriyoruz. Yapılan teknik bir düzenlemeden ibaret" demiş.

Anımsayacaksınız, Malezya’nın Kelantan bölgesinde de böyle "teknik" sayılabilecek bir düzenleme ile "şeriat" kuralları uygulanmaya başladı.

Svat’ın "şeriatçı" güçler eline geçmesine büyük bir tepki gösteren Richard Holbrooke’un, Pakistan ve Hindistanlılara, Svat’taki gelişmenin "Bağımsızlıklarını kazandıkları tarihten (1947’den) beri Hindistan, Pakistan ve ABD’nin karşılaştığı en büyük tehdidi oluşturduğunu" söylediği bildiriliyor.

Onun için yukarıda kocaman bir "Günaydıın!" dedik.

İslam dininin siyasette kullanılmasını destekleyen ABD değil miydi?

Hatta "11 Eylül’den beri, ABD, dünyanın her yerinde ılımlı İslami demokrasiler istiyor. İşte, sadece iki tane var. Türkiye ve Malezya. Türkler çok dramatik seçim yaptı. Barış içinde ve dürüst seçimler oldu. Ilımlı bir Müslüman parti, meşruiyetlerini Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Atatürk’ten alan ünlü milliyetçi partileri mağlup etti. Bu ılımlı Müslüman parti İsrail ile de iyi ilişkiler içinde ve AB’ye üyelik istiyor. Ben de bunu kuvvetle destekliyorum. Ama, bazı meseleleri var..." diyen siz değil miydiniz?

Siyasete din karışınca ne oluyormuş, gördünüz mü?
Yazının Devamını Oku