30 Ocak 2009
Our chiding Prime Minister Tayyip Erdogan reproached Israeli President Simon Peres in Davos yesterday.
He did this in inappropriate manner during an international meeting which was broadcasting live.
The entire world witnessed the type of politician, "who is unable to hold his anger" that rules Turkey.
Firstly, let’s make one point clear:
It may be reasonable to react against the panel’s moderator since he refused to allow Prime Minister Erdogan to speak as long as the other participants, particularly as long as Peres.
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2009
AZARLAMACI Başbakanımız Tayyip Erdoğan dün de Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’i azarladı. <br><br>Hem de bir uluslararası toplantıda ve -televizyonlarının başındaki milyonlarca izleyicinin önünde- olmayacak bir şekilde yaptı bunu. Türkiye’yi nasıl bir "sinirlerine hakim olamayan" politikacının yönettiğini tüm dünya alem gördü.
Önce bir noktayı saptayalım:
Başbakan Erdoğan, katıldığı paneli yöneten kişinin öteki konuşmacılara -özellikle İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e- verdiği süre kadar konuşma süresi vermemesine tepki gösterebilir.
Ama hem taşıdığı sıfat hem de herşeyin azami dikkat ve nezaket kuralları içinde yürütüldüğü uluslararası bir toplantı, böyle bir harekete izin vermez.
Daha doğrusu yaparsınız, hatta kendi haklılığınıza dayanarak sandalyeyi alıp kızdığınız adamın kafasına da indirirsiniz ama o anda sizin haklılığınız unutulur. "Bu ne büyük bir kabalıktır? Böyle bir toplantıda öyle davranılır mı?" denir.
Ve haklı olsanız bile haksız duruma düşersiniz.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ı çileden çıkartan, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in hem normalden çok yüksek sesle hem de Reuters haber ajansının ifadesiyle "ülkesinin Gazze’ye yönelik olarak geçen ay yaptığı saldırıyı aşırı bir heyecanla savunması" ve zaman zaman da parmağıyla Erdoğan’ı göstererek, "Her akşam İstanbul’a roket yağsa Erdoğan ne yapardı?" diye sorması imiş.
Peres’in konuşmasını izleyemediğimiz ve bu satırların yazıldığı dakikaya kadar gelen bilgiler de pek yetersiz olduğu için o konuda bir değerlendirme yapmıyoruz.
Keza paneli yöneten Washington Post yazarı Daniel Ignatius’un Peres’e 25 dakika konuşma olanağı verip Tayyip Erdoğan’ın konuşma hakkını 12 dakika ile sınırlı tutmasının, bu vahim olayın meydana gelmesini tetiklediğini de kabul ediyoruz.
Ama diplomasi kurallarının geçerli olduğu ortamlarda sinirlerine egemen olan kazanır. Çünkü sinirlerine egemen olan duygularıyla değil aklıyla hareket eder. Örneğin en olumsuz koşullarda bile muhatabına "İnsan öldürmeyi siz iyi bilirsiniz" gibi bir sözü -o söz velev ki doğru olsun- söylemez.
Çünkü herşey unutulur, böyle bir söz unutulmaz.
Unutulmaması bir yana, ne kadar "ilişkilerimiz bundan zede görmez" dense de ilişkileri fena halde zedeler.
Tıpkı Amerikan birliklerinin, 3 Temmuz 2003 günü Kuzey Irak’ta 11 askerimizin başına çuval geçirip hem Silahlı Kuvvetlerimizi aşağılaması hem de ulusumuzu unutulmaz bir şekilde rencide etmesi gibi.
Buna rağmen dileriz Davos skandalı ardından Başbakan Erdoğan’a telefon eden Şimon Peres’in, "Ben size de Türk ulusuna da büyük saygı duyan biriyim. Sesimi yükseltmem, duyulmadığımı zannetmem yüzündendi" diyerek ortaya koyduğu olgun devlet adamlığı çizgisi Başbakan Erdoğan’ı etkiler. Böylece sinirleri sükunet bulur da...
Gereksiz yere bir çuval incir daha da berbat olmaz.
Yazının Devamını Oku 29 Ocak 2009
HANİ bazen "Bunun haber değeri var mı?" diye soruyoruz ya... Arkadaşımız Nuray Babacan’ın, "Yolsuzlukla Mücadele Üst Kurulu" kurulmasıyla ilgili önerinin rafa kaldırıldığına ilişkin -bugünkü Hürriyet’te okuyacağınızı düşündüğümüz- haberini görünce, açık söylemek gerekirse zihnimizden yukarıdaki soru geçti. Yolsuzlukla mücadele ve AKP?
Böyle bir şey var mı?
Nitekim yine Nuray Babacan’ın hayli zaman önce "Avrupa Birliği’nin öncelikle yapılması gereken düzenlemeler arasında saydığı ve 2004 yılından beri üzerinde çalışmanın sürdüğü Yolsuzlukla Mücadele Üst Kurulu taslağı nihayet tamamlandı. 7 kişiden oluşacak kurulu Bakanlar Kurulu atayacak. Ancak kurul özerk çalışacak" diyerek bildirdiği Kurul projesinden vazgeçilmiş.
O kurul kurulmayacakmış, ama ondan beklenen görev, Ceza Yasası’nın değiştirilmesini öngören yasa tasarısı kabul edilirse Başbakanlık Teftiş Kurulu’na verilecekmiş.
Başbakanlık Teftiş Kurulu biliyorsunuz Başbakan tarafından kendilerine "Şu konuyu inceleyin" talimatı gelmedikçe, devletin hazinesi soyulup tamtakır hale getirilse bile kılını kıpırdatamaz.
Somut bir örnek verelim:
Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) Başkanı Zahid Akman’ın, Almanya’daki Deniz Feneri Derneği tarafından toplanan ve sonra şahsi çıkarlar için kullanıldığı ortaya çıkartılan yardım paralarıyla ilgisi var mı, yok mu meselesi Türk basınında uzun süre tartışıldı.
Var mıydı yok muydu bilmiyoruz. İnşallah yoktur. Ama bununla ilgili gerçeği ne birbirimizi suçlayarak bulabiliriz ne de aklayarak sonuca varabiliriz.
Onun tek yolu dürüst, tarafsız, ciddi bir araştırma yapılmasıdır.
Peki ne oldu? Başbakan Tayyip Erdoğan bu konu önüne gelince, Teftiş Kurulu’na, "Bakın bakalım, Zahid Akman’ın konumuna, yasalara, bağlı olduğu etik değerlere aykırı bir eylemi var mı?" dedi mi?
Demedi.
Çünkü Başbakan Erdoğan’ın "yolsuzlukla mücadele" iddialarının, "hortum kesme" edebiyatının, "yolsuzluklara damardan girme" söylemlerinin palavradan ibaret olduğu, yıllardır biriken gözlemlerimiz sayesinde zaten biliniyordu.
Yolsuzlukla mücadelede ciddi olan bir Başbakan, yolsuzluğun en önemli kaynaklarından biri olan ve bu yüzden de "baştan sona saydam" bir süreçle sonuçlandırılması amacıyla Bülent Ecevit’in döneminde hazırlanıp yasalaştırılan "Kamu İhale Kanunu"nu tanınmaz hale getirir miydi?
Sözünü ettiğimiz yasa, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı döneminde tam 15 kere değiştirildi. Sizin benim vergimle biriken devlet parası, bu değişiklikler sayesinde "taraftar"ların yağmasına terk edildi.
Böyle bir politika izleyen hükümetin "yolsuzluk"la mücadele etmesi mümkün mü?
Anadolu’da yaygın hale gelen ve -aslında masum biri olduğu ileri sürülen- Ali Dibo adıyla simgeleşen yolsuzlukların üstüne gitmediği için eleştirilince Başbakan Erdoğan, "Onların Ali Dibo dediği yerlerde bizim oylarımız arttı" dememiş miydi? Bu "bırakın soysunlar" demek değil mi?
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2009
AZARLAMACI Başbakanımız Tayyip Erdoğan dünkü AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) Meclis Grubu’nda yine döndü dolaştı, lafı "medyaya" getirdi. "Getirmediği zaman olmadığına göre", diyeceksiniz ki: "Bunun haber değeri mi var?" Doğrudur. Haber değeri yok. Ama söz Başbakan’a ait olunca üzerinde durmanız gerekir. Başbakan Erdoğan’a göre "İçeride ve dışarıda gayet sistematik ve koordineli" (bir şekilde) AKP’nin çabalarına ilişkin bilgileri "çarpıtan ve dünya kamuoyunu yanıltmaya çalışanlar" varmış. Bunlarla artık "pro-aktif davranarak" mücadele edeceklermiş.
Tebrikler... Ciddiyet ve samimiyetle söyleyelim. Eğer hükümet böyle bir gerçeğin varlığını nihayet yakalayabildiyse ve maksatlı çarpıtmaları önleyecek bir mekanizma kurabilirse, kutlarız. Ama onun için önce "kamuoyuna nasıl ulaşılır?" sorusuna doğru yanıt verecek uzmanlara ve öteki ülkelerin -özellikle de İsrail’in- bu konudaki deneyimlerinden yararlanacak kadar akıllı adamlara ihtiyaç var. Başbakan’a hülus çakıp maaş alanlarla bu iş olmaz. Bu bir.
İkincisi, Başbakan sazı eline almışken, Cumhurbaşkanı Gül’ün ve kendisinin yabancılarla temaslarına ilişkin bazı haberlerin gerçeği yansıtmadığını söyledikten sonra:
"Gerçek başka, bunların yazdıkları, söyledikleri başka. Aynı şeyi bizler için, Brüksel’de yapılan toplantılarda söylediler.’Siz basına yasaklar getiriyorsunuz’ dediler. Hayır, ben basına yasak getirmiyorum. Ama ben burada sivil inisiyatif kullanıyorum. Yalan yanlış haber yapan medyaya karşı, gelin ’almama kampanyası’ yapalım. Boşuna paranızı niye veriyorsunuz?" diyerek devam etmiş.
Biliyorsunuz Başbakan Erdoğan geride kalan 18 Ağustos 2008 günü de bu müthiş düşüncesini kamuoyu ile paylaşmış ve partili arkadaşlarına, "Yalan yanlış yazan medya karşısında siz de kampanyanızı yapın ve bu gazeteleri evinize almayın" demişti.
Başbakan Erdoğan o dediğine kendisi sadık kalmış olmalı ki, sözlerinin ne kadar antidemokratik bir zihniyet ürünü olduğunu söyleyenlerin sözlerini okumamış. Demokrasiye inanan bir insana ancak:
"Bırakın herkes her istediğini yazsın söylesin. Sizin yalan dediğiniz belki de gerçeğin ta kendisidir. Yalanı gerçeği tayin hakkının tek otoriteye ait olduğu demokrasi yoktur. O sadece totaliter rejimlerin benimsediği bir yoldur" görüşünü savunmanın yakışacağını kimse -muhtemelen çekindikleri için- söyleyememiş.
Ama İsmet İnönü’ye atfen bir söz aktarmış. Buna göre İnönü:
"Benimle ilgili yapılan haberlere inanmıyorum, ama başkaları ile ilgili yapılan haberlere inanıyorum" demişmiş.
İsmet Paşa böyle bir şey söylemiş olabilir. Ama biz Başbakan’ın bizzat kendisine Nisan 2005’te, İsmet Paşa’ya ait bir anekdotu anlattığımızı anımsıyoruz. Size de özetleyelim:
İnönü’nün son Başbakanlığı sırasında bir gün Başbakan Yardımcısı Dr. Kemal Satır gelip Paşa’ya basından şikáyet etmiş. "Paşam bunlar yalan yazıyor, yanlış yazıyor ama siz elimizi tutuyorsunuz, bir şey yapamıyoruz. İzin verin de bir tedbir bulalım" deyince İsmet Paşa, Satır’a:
"Ben sana çareyi söyleyeyim" dedikten sonra devam etmiş: "Unutmayı öğren!"
Yazının Devamını Oku 27 Ocak 2009
BİZDE hálá neden yok, açıklamak zor. O yüzden biz Türk gazetecileri, genel kamuoyunun "saygı duyduğuna" inandığımız kişileri kaybedince biraz şaşırırız. Onlarla ilgili değerlendirmelerimizi kendi sütunlarımızda yaparız. Oysa özellikle Anglosakson basınında bunun için "Obituary" (Anma Sütunu) başlıklı bir sütun vardır. O sütunun özelliği, kişisel değerlendirmeler yerine gazetenin görüşünü ifade etmesi yani "Müteveffayı ben şu tarihte tanıdım. Kendisiyle şöyle tanışır böyle buluşurduk. Hiç unutmam bana bir gün demişti ki" türü sözleri içermemesidir.
Neden saygıya değer bir kişiydi? Topluma ne gibi katkılarda bulundu? Hangi erdemleri ile takdir topladı, hangi eylemleri, kararları, görüşleri eleştiri konusu oldu? Bıraktığı eserler ne idi? Aile yaşamından kamuoyuna yansıtılmaya değer bir husus var ise o nedir gibi soruların yanıtlarını o sütunda bulursunuz. Böylece hem önemli bir insana gösterilmesi gereken saygı káğıda dökülür ve son bir değerlendirmeyle ölümsüzleştirilir hem de ona gösterilmesi gereken saygının gereği yerine getirilir.
Rahmetli Orhan Duru, kişiliğinin her zerresiyle Batı uygarlığını özümsemiş bir insandı. O nedenle son pazar günü kaybettiğimiz Duru’ya, onun hakkındaki görüşlerimizi bir Obituary sütununda toplamak yakışırdı.
Ama mademki bizim geleneğimiz bu... Basınımız, dediğimiz gibi bir sütunu başlatıncaya kadar belli ki biz de o geleneğe uyacağız.
Orhan Duru gazeteciliğe 48 yıl önce yani 1960 Eylül yahut Ekim ayında, Ankara’da yayınlanan Öncü Gazetesi’nde başladı.
O tarihte ülkeyi yöneten 27 Mayıs’çı kadro üniversitelerde (6 üniversitemiz vardı) büyük bir tasfiye yaptı. Çoğu profesör ve doçent olmak üzere tam 147 öğretim üyesini bir anda kapı dışarı bıraktı. Hiçbiri hangi nedenle işlerinden ve akademik hayatlarından mahrum edildiklerini anlayamadılar. Çoğunun bir iftiraya kurban gittiği çok sonra anlaşıldı ama iş işten geçmişti.
Orhan Duru işte o listedeki isimlerden biriydi. Ankara Veteriner Fakültesi’nde Asistan (şimdiki adıyla Araştırma Görevlisi) iken işsiz kalmıştı.
Gazeteciliğe o nedenle yani biraz da zoraki girdi. Ama hikáye yazdığı, şiirle ilgilendiği, entelektüel ilgileri ve kaliteleri basındaki ortalamadan yukarıda olduğu için kısa zamanda kabul gördü.
O "kabul" kısa zamanda "saygı"ya dönüştü. Çünkü ağzından anlamsız laf çıkmazdı. Ama bir şey söylediği zaman içinde ya bilgi, ya mantık ya da espri bulurdunuz.
Üstelik çalışkan, dikkatli, zarif ve güvenilir bir kişi olduğu anlaşılınca Orhan Duru hem basın (medya) hem de sanat-edebiyat dünyamızda hemen herkesin sevdiği, saydığı bir aydın olarak hak ettiği yere oturdu.
Duru çalışkan bir gazeteciydi ama gazetecilikteki başarısından çok edebiyat dünyasındaki varlığıyla parladı. Muzip ve sevimli bir üslubu vardı. Kalıcılığını o nedenle daha çok hikáyeleriyle sağladı. Bunu aldığı Sedat Simavi ve Sait Faik Ödülleriyle tescil ettirdi.
Duru hiçbir zaman kavga ve mücadele adamı olmadı. O adı gibi duru ve sakin bir dünyanın insanıydı. Ardı sıra silinmeyecek bir sevgi ve saygı izi bırakarak gitti.
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2009
YAĞMA Hasan’ın böreği dedikleri bu olsa gerek. Dikkatinizi çekiyor mu? Önceki yıllarda bir ilçe belediye başkanını huzuruna kabul etmeden önce bir hafta bekleten eski bakanlar, müsteşarlar, milletvekilleri, genel müdürler, profesörler parti kapılarında "Beni şu ilçe belediye başkanlığına aday gösterin" diye kıvranıyorlar. Elbet somut olarak kimseyi suçlamayı veya zan altında bırakmayı düşünmüyoruz. Keza bazılarının sadece "hizmet" aşkı ve arzusu ile bu göreve talip olduğunu da kabul ediyoruz.
Ama insafla konuşalım:
Eski yıllardaki insanların hizmet aşkı bugünkünden azdı da o nedenle mi yerel yönetim seçimleri gelince böyle eski bakan, eski müsteşar, eski milletvekili gibi tipleri ortada göremezdik?
Demek ki ortada "herkesin bildiği aile sırrı" türünden bir gerçek var. O da "belediyelerin rant yeri" olduğu gerçeği.
Çünkü devletin -merhum Turgut Özal döneminde başlayan ve yıllardır artarak bugüne gelen- tüm kurumlarını çürütme, eline geçen olanağı kendi çıkarı için kullanma, "yakalanırsam nasıl olsa bir afla yahut zamanaşımıyla yakamı kurtarırım" inancıyla hareket etme geleneği Türkiye’yi bu noktaya getirdi.
Bunu engellemesi gereken siyasi iktidarlar, tam tersine teşvik etti. Örneğin, Özal döneminde başlayan "imar izni verme yetkisini" büyük bir rüşvet kapısı haline getirme "buluşu" (!), Refah Partili belediyelerde "Önce şu zatın göstereceği banka hesabına şu kadar para yatırıp makbuzunu bize getir, işini sonra ele alalım" uygulamasına dönüştü. Belediyelerde, kapıdan giren her vatandaşın önüne düşüp dilekçesini gününde sonuçlandırma iddiasıyla kurulan "beyaz masa"ların birer maskaralık olduğu da sonra ortaya çıktı.
Çünkü asıl maksat vatandaşa hizmet değil, "Bu fırsatı nasıl değerlendiririz, yetkimizi nasıl paraya dönüştürürüz?" sorusuna yanıt bulmaktı.
ANAP’lı belediye başkanlarını ve "imar"la ilgili yetki sahiplerini Karun gibi zengin eden bu mekanizma, Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde önce "parti için kaynak yaratma" aracına dönüştürüldü.
Böylece uygulama "İşini yaparız ama -genellikle bir hükmi şahsiyete ait olan- şu hesaba şu kadar para yatırman şarttır" formülüne bağlandı.
Tabii o da orada kalmadı. Kimi yerde "Bir kısmını partiye bir kısmını cebe" uygulaması, kimi yerde de "Hepsini cebe" düşüncesi benimsendi.
Şebekeler, ortaklar filan derken sistem baştaki "bireysel rüşvet" noktasına geri döndü.
Adalet ve Kalkınma Partisi bunu, tadını kaçıracak noktaya getiren eski başkanları o nedenle yeniden aday göstermedi.
Ama sanmayın ki aday gösterilmeyenlerin tamamı böyledir. Tam tersine bir kısmı da dürüst davrandığı yani partinin ileri gelenlerine, ileri gelenlerin nüfuzlu dostlarına rant sağlayacak türden yasa dışı işlemlere "Hayır" dedikleri için aday gösterilmediler.
Bunlara ait örnekleri elbet isimle yazmıyoruz ama herkesin kendi yöresindekileri iyi bildiğinden eminiz.
Ne diyelim, aday olup seçim yarışına giren dürüst insanlara mı başarı dileyelim yoksa müstakbel hırsızlara mı?
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2009
BİR yerden bakınca Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün çarşamba günü yasama, yürütme ve yargı erklerinin başındakileri bir yemekte ağırlaması, kendisine Anayasa ile verilmiş görevin gereği idi. Gerçekten, Anayasa 104’üncü maddesinde "Cumhurbaşkanı (...) devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir" denmiyor muydu? Yapılan o idi. Nitekim Köşk’ün basın merkezinden yapılan açıklamadaki, "Toplantıda dünyada ve bölgemizdeki önemli gelişmelerden hareketle ülkemizde yasama, yürütme ve yargıyı ilgilendiren birçok konu samimi bir atmosferde ele alınmış ve karşılıklı görüşler paylaşılmıştır.
Özellikle ülkemizde demokrasinin derinleşmesinin, hukukun üstünlüğüne ve temel ilkelerine titizlikle bağlı kalınmasının ve uygulamalarda usul yasalarına azami özen gösterilmesinin Türkiye’yi daha da güçlü kılacağı, karşılaşılan sorunların aşılmasını kolaylaştıracağı ve toplumda güven ortamını pekiştireceği hususları üzerinde etraflıca durulmuştur" ifadesi, davetin bu "düzenli ve uyumlu çalışma" konusuyla örtüştüğünü gösteriyordu.
Öteki açıdan bakanlar Cumhurbaşkanını, Ergenekon soruşturması devam ederken, yargının en üst noktasındaki yargıçları, bu davanın bir bakıma "tarafı" haline gelmiş olan Başbakanla biraraya getirdiği için eleştirdiler.
Elbet herkes kendi bulunduğu yerden gördüğüne göre bir değerlendirme yaptı. Ancak Cumhurbaşkanı Gül’ün eleştirileri "hayretle" izlediği dün basına yansıdı.
Nitekim Gül, "Açıklamada demokrasi, hukukun temel ilkeleri uyarısı var. Hukukçular, Cumhurbaşkanı, Devlet Başkanı hukukun temel ilkelerine uymayacak da belli konuları mı konuşacak" demiş.
Biz, daveti ne Anayasanın 104’üncü maddesiyle bağlayarak, ne de "Gül, yargıyı, yürütme ile yanyana getirmemeliydi" diyenlere katılarak olaya bakalım:
Cumhurbaşkanının yaptığı çağrıyı herhalde sanatçı, edebiyatçı, film yapımcısı, aktör, aktris gibi kişileri ağırlamasıyla aynı kefeye koyamazsınız. Onlarla usule, adaba uygun olmak kaydıyla her konuya girilebilir, ama devletin en üst düzey kadrolarıyla ancak ülkenin içinde bulunduğu güncel konuları konuşursunuz.
Eğer onları konuşmazsanız veya konuşmadınızsa açıklamadaki ifadeyle "Hukukun üstünlüğüne ve temel ilkelerine titizlikle bağlı kalınmasının ve uygulamalarda usul yasalarına azami özen gösterilmesinin Türkiye’yi daha da güçlü kılacağı" yolundaki görüş birliğine nasıl vardınız diye sorulmaz mı?
Dahası... Eğer ortada "hukukun üstünlüğüne ve usul yasalarına özen gösterilmesine" ihtiyaç duyulduğunu ifade etmeyi gerektiren bir durum yoksa, bu ibare o açıklamaya neden kondu?
Eğer o ibare makul bir ihtiyaç sonucu oraya kondu ise, daha somut konuşmamız gerekmez mi?
"O ihtiyaç hangi nedenle doğdu?"
Görüldüğü gibi ne kadar "ilgisi yok" demeye kalksak da, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yaptığı çağrının nedeni, ne bir hasret giderme arzusudur, ne de sadece Cumhurbaşkanının aklına "104’üncü maddede verilmiş bir görev vardı, onun gereğini yapmalıyım" düşüncesinin gelmesidir.
O düpedüz Türkiye’nin "hal-i pür melali"nin Çankaya’ya yansımış bir görüntüsüdür.
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2009
SAYGIN ve çok deneyimli bir gazeteci dostumuz telefon etti. "Televizyonlar benim de ’gözaltına alınması beklenenler’ arasında olduğumu alt yazılarında bildiriyormuş. Ben sadece yazan bir insanım. Nasıl şey bu?" dedi ve "Haber doğru çıkarsa diye, eşime senin telefonunu verebilir miyim?" diye sordu. Her ikisine de "Yok canım. Daha da neler?" türü yanıtlar verdik. Teskin etmeye çalıştık.
Bitmedi. Bir de gazeteci Sabahattin Önkibar’ın mesajı geldi. Meslektaşı Memduh Bayraktaroğlu ile yaptığı telefon konuşmasında Bayraktaroğlu’nun Veli Küçük ve Hüsnü Özyeğin’den söz etmesine hiç tepki vermemiş. Bunu söylüyor. "Durum bu iken yazınızı okuyan farklı farklı yorumlar yapıyor. Yanlış algılamaları engellemek için lütfen açıklamamı yayınlamanızı rica ediyorum" diyor.
Oysa yazıda bu mesajın da gösterdiği tedirginlik hariç, "yanlış algılanacak" bir şey yoktu.
Ama AKP Düzce Milletvekili Metin Kaşıkoğlu’nun, aralarında CHP ve MHP milletvekillerinin de bulunduğu 70 kişiyle, Meclis Başkanlığı’na başvurup ofislerine CD ve disket de imha eden evrak kıyma makineleri alınmasını istediklerine ilişkin haber tüy dikti.
Gerçi Kaşıkoğlu ardı arkası gelmeyen "gözaltı" ve "tutuklama" kampanyasına atıfta bulunmamış. Onun yerine "Milletvekili olarak bazen gizli bilgilere, belgelere de ulaşıyoruz, bazen bunlar istemeden de bize gönderiliyor" demiş. Bu tür belgelerin sakıncalı kişilere ulaşmasını engellemek amacıyla istekte bulunduklarını söylemiş ama aklı olan herkes neyin ne için istendiğini anlar.
Düşünün, "dokunulmazlığı" olan milletvekilleri bile "Başımıza bir şey gelmesin" diye korkuyor.
Haksız da değiller. Öyle ya... Bu kaçıncı dalga?
Bir operasyon ötekini doğuruyor. O soruşturma tamamlanmadan sıra bir sonrakine geliyor.
Ve en kötüsü, "Bu operasyonların bitmeyeceği, bu terör havasının sürüp gideceği" korkusu toplumun en sade bireyleri arasında da yerleşiyor.
Tıpkı Minnesota Senatörü Joseph McCarthy’nin 1952-53 yıllarında Amerikan kamuoyunda yarattığı "Komünist suçlamasıyla tutuklanabilirim" korkusu gibi.
Oysa ötede, Cumhurbaşkanı Gül’ün verdiği yemekte buluşan "yasama, yürütme ve yargı" erkleri temsilcilerinin "hukukun üstünlüğüne saygı" konusunda görüş birliği içinde oldukları ilan ediliyor.
Hukukun üstünlüğü "korku ve tedirginlik" üstüne inşa edilebilir mi?
Nitekim son operasyon nedeniyle soruları yanıtlayan İstanbul Cumhuriyet Başsavcı vekili Turan Çolakkadı’nın, "Değişik illerde 30’un üzerinde yerde arama yapılıyor. Bulunan belge ve delillere göre yeni gözaltılar olabilecektir. O nedenle şu anda sayı veremem" dediği bildiriliyor.
Soruşturma devam ederse elbet yeni gözaltılar olabilir. Buna itiraz edecek değiliz. Ama insaf edin, bunun bir sonu yok mudur?
Yazının Devamını Oku