Oktay Ekşi

Seçimin sağlığı

17 Mart 2009
SEÇİM kampanyasının son aşamasına geldik. Olağandışı bir şey yaşamazsak, kimin ne dediğini, ne yaptığını öğrendik. Onlara değinecek değiliz.

Biz önümüzdeki seçimin sağlıklı şekilde yapılmasına ilişkin düşüncelerimizi sizinle paylaşmak istiyoruz.

Öncelikle de konunun uzmanı Tarhan Erdem tarafından ortaya atılan seçmen kütükleri konusuna değinmek niyetliyiz.

Sayın Tarhan Erdem son günlerde bir demeç verdi. Bu seçimde kullanılacak olan "seçmen kütüklerini" eksiğine, yanlışına rağmen "kullanılabilir" ilan etti.

Oysa ilk defa bizzat Sayın Erdem’in ifade ettiği gibi, Anayasa’ya göre "seçimin düzen içinde yönetimi ve dürüstlüğü ile ilgili bütün işlemleri yapma ve yaptırma" yetkisiyle donatılmış Yüksek Seçim Kurulu devre dışı bırakıldı. Çünkü kütükler için "yürütme"nin önüne getirdiği verileri kullanmaya zorlandı.

Bu yanlış giderilmedi.

İkincisi, Sayın Erdem seçimin hiç değilse "parmak boyama" usulüyle yapılmasını önermişti. Ona da -sanıyoruz boyanın getirtilmesi dahil birçok nedenle- imkán yoktu. O yüzden uygulanamayacağı görüldü.

Üçüncüsü, Sayın Erdem’in daha önce kabul edilemez ilan ettiği seçmen kütüklerini şimdi "Seçmen kütüklerinin temel verileri, adrese dayalı nüfus kayıt sistemlerinden alındı ama Bilgisayar Destekli Merkezi Seçim Sistemi’nin (SEÇSİS) verileriyle karşılaştırıldı" diyerek kabul edilir sayması ve "6 milyon yeni seçmeni" şimdi önemsemeyip buna "takılmamak lazım" demesi kimseyi tatmin etmedi.

Sayın Erdem bu kütüklere itiraz ederken de onların "yasal" olduğunu biliyordu ama şimdi "Madem ki yasal, artık itiraz etmeyip sineye çekelim" demeye getiriyor. O yüzden "29 Mart seçimi bu seçmen kütüğüyle yapılamaz diyemeyiz. Bunları yok sayın dedirtecek bir durum yok" diyor.

Başkası dese önemli değil ama Tarhan Erdem gibi "tutarlılığa" çok önem veren bir uzman derse bunlar önemli.

Ama önümüzdeki seçimin "bu kütüklerle" yapılmasından ayrı bir kuşkudan daha kurtulması lazım:

Anımsanacağı gibi 22 Temmuz 2007 milletvekili genel seçimi sonuçları beklenenden çok hızla ortaya çıkmıştı. Bunun "oy ayrımı sonuçlarının bilgisayar ortamında toplanması" sayesinde gerçekleştiği açıklanmıştı. Ancak bu açıklama, "acaba toplama işlemlerinde bir katakulli var mı?" kuşkularına yol açtığı halde, konunun üstüne düşmesi gereken CHP meselenin ardını bırakınca, sonuçlar kesinleşmişti.

Herkes biliyor ki sonuçların kesinleşmesinin asıl nedeni CHP’nin "katakulli yakalama" amaçlı hiçbir hazırlığı olmaması, önlem almamasıydı, "Her şey çok düzgün yapıldı" inancı değil.

Şimdi CHP veya MHP, Türkiye’nin -dikkat edin her yerinde demiyoruz- şöyle 100-150 yerinde belli sandıklardan alınan sonuçların son noktaya kadar nasıl gittiğine ilişkin bir bilgi zinciri kursalar ve resmi sonuçlarla kendi örgütünden aldığı sonuçları karşılaştırsalar, sonuçlara ilişkin işlemlerin sağlıklı olup olmadığını yakalayabilirler.

Kamuoyu da varsa yanlışı görür, yoksa seçim dürüst yapıldı der, içi rahatlar.
Yazının Devamını Oku

Artık açık konuşuyor

15 Mart 2009
TBMM’nin eski Başkanı Bülent Arınç’ın son konuşmasından anladık ki o "kezzaplı" üslubunu terk etmemiş. Etseydi, birkaç gün önce durduk yerde, "Emekli orgenerallere ait ses kayıtları ortaya çıktı. Allah’a şükrediyorum ki Türkiye bunların zamanında savaşa filan girmemiş" diyerek anlamsız bir polemiğin başlamasına sebep olmazdı.

Arınç, Van’da konuşmuş. "Bakın, bugün bir davanın yeni bir iddianamesi hazırlandı ve açıklandı. Neler var neler" diyerek söze başlamış.

Sözünü ettiği Ergenekon davasıyla ilgili ikinci iddianame olmak gerekir. Oysa onun "açıklandı" dediği iddianamenin şu anda sadece 1909 sayfa olduğu biliniyor. Onun dışındakiler gazetelere "sızdırılan" haberlerden ibaret. Arınç bunu bile bile devam ediyor:

"Neler var neler... Konuşuldukça bu ülkede neler varmış, kimler ne yapmış? Kimlerle işbirliği yapmış? Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü kimler dinamitlemiş? Siyasi suikastların arkasında ne varmış? Türkiye’yi karıştıran güçler neyi hesaplamış ve AKP iktidarı bunlara karşı nasıl ayakta kalmış, bunu görüyoruz."

Arınç neyi nasıl görüyor, anlamak mümkün değil. Çünkü şu anda iddianameyle ilgili "gizlilik" hükmü geçerliğini koruyor. Buna rağmen Arınç’a yukarıdaki kanaatleri söyleten bilgi nasıl ulaşıyor?

Ya da böyle bir bilgi yokken Arınç bu kadar sorumsuzca konuşmaya kendisini yetkili mi sayıyor?

Bitmedi: "Emekli orgenerallere ait ses kayıtları ortaya çıktı. Aman Allahım neler konuşmuşlar, neler söylemişler. Allah’a çok şükrediyorum ki Türkiye bunların zamanında bir savaşa falan girmemiş. Yoksa bunların savaşacak halleri yok. Askerlikten başka her şeyi yapmışlar. Siyasetle uğraşmışlar. Darbelerle uğraşmışlar. Kafalarına göre işler yapmak için dış güçlerle bile işbirliği yapmaktan çekinmemişler" demiş.

Dediği kısaca "Bunlar vatan hainidir"den ibaret.

Bülent Arınç’ın henüz haklarında hangi gerekçeyle ne dendiği bilinmeyen emekli generalleri peşinen mahkûm etmesi neyle açıklanabilir?

Kendisinin "Kimse bana hukuku öğretmeye kalkmasın" demesine bakarak "hukukçuluğu" ile mi yoksa "İfade özgürlüğüne tam sahip değilseniz, kapatılmamak (partinin kapatılmamasından söz ediyor) için önünüze engel çıkmaması, iktidara giderken bir takoza ayağınız takılıp da düşmemek için yalan söylemeye, samimiyetsiz davranmaya, takiye yapmaya mecbursunuz" (27 Eylül 2003, Milliyet) şeklindeki sözlerine bakarak, "siyasetçi" kimliği ile mi?

Belki bu sonuncusu daha doğrudur. Çünkü aynı konuşmasında "takiye" yapmaya mecbur olduklarını açıklarken, "İnsanlar gerçek amaçlarını saklamak ihtiyacını duymaktadırlar. Çünkü Anayasa kalıpları içerisinde parti kurmaya, Siyasi Partiler Kanunu’nun kalıpları içerisinde faaliyet göstermeye mecbursun. Siz kafanızdaki dünya görüşünü Anayasa’nın kalıpları içerisinde, meşruiyet çerçevesine koyamadığınız sürece her gün sözlerinizle, davranışlarınızla bir samimiyetsizlik içinde olacaksınız" demişti.

Arınç artık "takiye" yapmaya ihtiyaç duymuyor. Çünkü kendisinin de, AKP iktidarının da "Anayasa’nın kalıpları içerisinde" kalmak zorunda olmadığını düşünüyor.

Not: Milli Savunma Bakanı Sayın Vecdi Gönül, İzmir’deki bir konuşmasının "seçim etiğine" aykırı olduğu yolundaki görüşümüzden üzüntü duyduğunu bildirdi. Bunu size duyurma sözünü verdik. O.E.
Yazının Devamını Oku

Seçim etiği

14 Mart 2009
BUNA bizim bildiğimiz Türkçe’de "gemi azıya aldılar" denir. Gemi azıya almak, dizginlenmeyi reddetmektir.<br><br>Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) 29 Mart öncesinde tam da o söze uygun bir kampanya yürütüyor. Nitekim Başbakan Erdoğan bile artık muhalefet belediyelerine merkezi idareden destek vermeyiz demeye getiriyor. Önce anımsayacaksınız Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, Antalya’da kapıyı açmış halktan, "seçecekleri belediye başkanının o yöreye hizmet getirmesini istiyorlarsa oylarını AKP adayına vermelerini" istemişti.

Onun ardından Devlet Bakanı Murat Başeskioğlu’nun aynı tür sözler ettiği ileri sürüldü. Derken Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün İzmir’in Bayraklı Belediye Başkanlığı’na aday olan AKP’liyi desteklemek için seçmene "Genel seçimde olduğu gibi yerel seçimde de bize destek verirseniz hükümetin, Başbakan’ın hizmet aşkı daha da artacaktır" dediği bildirildi. (4 Mart 2009, Milliyet)

Başbakan Erdoğan’ın sanki kendi deneyimlerini aktarıyormuş gibi gösterip 3 Mart günü İstanbul’da, "Belediyelerin merkezi yönetimle bir dayanışma içinde olması lazım. Farklı yönetimlerle çalışmak kolay değil" dediğine tanık olduk.

Son olarak 11 Mart günü Ordu’da merkezi yönetimle yerel yönetim ilişkisini anlatırken, "Takım oyunu gibidir, takım... Yerelde güçlü olacaksın, merkezde güçlü olacaksın. Ne kadar güçlü olursan inanıyorum ki hizmet o kadar da farklı olacaktır" dediği bildirildi.

Biz hem bakanların hem de kendi sözlerinin Başbakan Erdoğan’ın kişiliğine ve siyaset anlayışına uygun olduğunu biliyorduk ama, onlara değil de Erdoğan’ın yazılı konuşmalarına bakanlara gerçeği anlatamıyorduk.

Nitekim son milletvekili genel seçimini kazandığı 22 Temmuz 2007 akşamı bütün seçmenlere "hiçbir ayırım yapmama" sözü veren kendisi değil miydi?

Şimdi onun yerinde, iktidar partisini en azından kollayan valileri öven bir Başbakanımız var.

Onlar böyle yapınca AKP örgütü durur mu?

Her yerde, AKP’nin görevlendirdiği kişiler ev ev dolaşarak seçmenlere hediye dağıtıyorlar.

Oysa Seçimlerin Temel Hükümleri konulu 298 sayılı yasa "Seçimlerin başlangıç tarihinden (1 Ocak’tan 2009’tan) itibaren partilerin ve adayların kendilerini tanıtıcı nitelikte broşür ve el ilanı dışında herhangi bir hediye ve eşantiyon dağıtmaları, dağıttırmaları veya bunların üçüncü şahıslar ya da kurum ve kuruluşlar aracılığıyla dağıtılması yasaktır" diyor.

Bakın Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu adına Tuncelililere dağıtılan binlerce kalem eşyadan söz etmiyoruz. Aynı fonun dağıttırdığı milyonlarca ton kömürü de dile getirmiyoruz. Yasa tarafından açıkça yasaklanmış bir eylemden söz ediyoruz.

Ama hukuka saygısı olmayan bir zihniyetin bunu dikkate alacağını sanmıyoruz.

Oysa asıl, "yasaya karşı hile" yoluyla yani "hükümet icraatı" bahanesine sığınarak devlet araçlarıyla seçim propagandası yapmanın "seçim ahlakına aykırı" olduğunu ve "seçimde eşitsizlik" teşkil ettiğini söylememiz gerekirdi.

Söylemedik. Çünkü aynı dili konuşmadığımız için söylesek de anlamayacaklarını biliyoruz.
Yazının Devamını Oku

Galiba uyanıyorlar

13 Mart 2009
TÜRKİYE ile ilgili "İlerleme Raporu"nun Avrupa Parlamentosu’nda (AP) dün 528 oyla kabul edilmesine Devlet Bakanı Egemen Bağış sevinmiş. <br><br>Bakana biz de katılalım dedik. Lakin raporu okuyunca aklımıza tüm koyunları kurda kaptıran çobanın kafasından aşağı bir bakraç dolusu yoğurt boca edilince söylediği geldi: "Alnımın akıyla hesabı verdim" demiş.

Tabii rapora Egemen Bağış’ın bulunduğu yerden bakınca, iyimser şeyler söylemek için sebepler bulabilirsiniz. Nitekim o da öyle yapmış. Örneğin, "1915 olaylarının" raporda ele alınmayışından memnuniyet duymuş.

Haklıdır.

Gerçi bu konu AP tarafından daha önce kaç kere ele alınmış ve karara bağlanmıştır. O nedenle bu defaki rapora girmesi ile girmemesi neyi değiştirir, tartışılır ama, yine de girmemesi iyidir.

Keza raporun PKK’ya gizli gizli arka çıkarmış gibi bir hava vermemesi de yerinde olmuştur.

Ama raporda Egemen Bağış’ın iyi okuması gereken başka hususlar da var.

Hadi Rum yönetimini tanımaya zorlayan ibareleri de geçelim ama bu konuda gelişme olmazsa "üyelik müzakerelerinin çok olumsuz etkileneceği" uyarısını yok mu sayalım?

İşlerin zaten iyi gitmediği de daha raporun başında, "Türkiye’deki reformların üçüncü yıldır çok yavaş gittiği" belirtilerek vurgulanıyor.

Asıl önemlisi de Avrupa Birliği Komisyonu ile Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’deki rejimin geleceği hakkında kaygı duymaya başladıklarını gösteren ifadeler:

"Basını özgür olmayan" bir demokrasiyi eğer biz icat edeceksek o başka. Ama belli ki gerek Avrupa Birliği Komisyonu gerekse AP çevreleri Türkiye’de sadece basını değil, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın "ezmeyi" aklına koyduğu her kesimi hedef alan bir korku atmosferinin yayıldığını yeni yeni görüyorlar.

Rapor nereden uydurduysa, "Türkiye’deki basın özgürlüğünün garanti altına alınmış olduğunu" söyledikten sonra "Türkiye’nin devam eden demokratik dönüşümünün de en temel ilke(si) olarak, basın özgürlüğüne gerçek anlamda saygı gösterilmelidir" diyor. Buna karşılık AB’nin "Genişleme"sinden sorumlu Komiseri Olli Rehn’in AP görüşmelerinde, "Basın özgürlüğü konusunda işlerin iyi gitmediği yönünde elimize çok sayıda rapor ulaşıyor" dediği bildiriliyor.

Öteki konuşmacılar da nihayet buradaki gerçeği görmeye başladıklarını düşündüren konuşmalar yapmışlar.

Egemen Bağış’ın bulunduğu yerden bakınca belli ki bunlar görülmüyor. O yüzden kendisini "yüzünün akıyla hesabını vermiş çoban" gibi rahat hissediyor.

Aslında galiba daha açık olmamız lazım... Kanımızca Avrupa Birliği çevreleri bugünkü siyasi iktidarın zihninde artık Avrupa Birliği diye bir hedef bulunmadığını görürlerse iyi ederler. Çünkü bu iktidar -daha doğrusu Başbakan Tayyip Erdoğan- "Ben milletten istediğim her şeyi yapma yetkisini alırsam, AB’ye filan ihtiyacım kalmaz" diyor.

Nitekim 29 Mart seçimine biraz da o nedenle çok asılıyor. Hele bir de oylarını artırırsa hepimiz anlayacağız Tayyip Erdoğan’ın neyin ardında olduğunu.
Yazının Devamını Oku

’Padişah’larımız

12 Mart 2009
KİMİ densizlik dedi. Kimi şakaya vurdu. Kimi üstüne alınmayıp karşı tarafı küçültmek için kullandı. Ama kabul edelim ki İstanbul’da metrobüs hattının açılışı sırasında bir aklı evvelin Başbakan Tayyip Erdoğan’ı "Son Osmanlı Padişahı" olarak gösteren bir afiş açması, seçim kampanyasına damgasını vurdu.

Neden öteki yakıştırmalar, örneğin Mersin’de yapılan AKP seçim mitingi öncesinde açılan bir afişteki "Türkiye’nin İkinci Atatürk’ü" tutmadı?

Çünkü Tayyip Erdoğan’ın bir "siyasi lider" olarak hareketlerine, sözlerine, kararlarına, ülkeyi yönetim biçimine bakanlar, bunların ancak kendisinde "padişah"lık vehmeden bir kişiye yakıştığını düşünüyorlar.

"Atatürk"lük ona hiç uymuyor ama Erdoğan’ın "ben merkezli" kişiliği ve yönettiği ülkeyi kendi malı gibi algıladığını ortaya koyan "benim valim, benim bakanım" türü beyanları da o kanıyı destekliyor.

Hani İngiltere’de kamusal olan her şey aslında "kraliyete" ait sayılır ya...

Nitekim İngiliz Hava Kuvvetleri’ne İngiltere’nin değil de kraliyetinmiş gibi "Royal Air Force" denir.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde de her şey padişahın mülkü sayılmıyor muydu?

Ama "padişahlık" meselesini sadece Tayyip Erdoğan’ın ülkeyi tek başına ve keyfinin istediği gibi yönetmesine bağlamak yetersiz olur. Çünkü bizzat Erdoğan’ın dediği gibi bu ülkede "padişah"lığa yakıştırılacak kişi bir tek kendisi değildir.

O özellikle Deniz Baykal’ın "padişah"laşmış olduğunu, çünkü bulunduğu konumu terk etmeye hiç yanaşmadığını söyledi, ama siyasi yaşamımıza bakınca Baykal dışında da hayli çok "padişah" görebiliyoruz.

Bunun sebebi de çok basit:

Konuştuğumuz anlamdaki padişahlık, ancak ve sadece parti içi demokrasi yoksa doğar.

Daha önce de bu sütunda çok yazdık. Türkiye’de "parti içi demokrasi" tek kelimeyle "yok"tur. Birkaç gün önce bir okuyucumuz da anımsattı:

Parti içi demokrasinin katili Turgut Özal’dır. Çünkü 1989 seçimlerine gidileceği zaman Özal, -maalesef muhalefetteki Sosyaldemokrat Halkçı Parti’nin de desteğiyle- bir yasa çıkarttı. Siyasi Partiler Yasası’nın "aday belirleme" yetkisini, parti örgütüne bırakan hükmünün uygulanmasını erteledi.

Böylece milletvekili adaylarını belirleme yetkisini ele geçiren parti genel merkezleri, bir daha onu asıl sahibine vermedi.

Neticede seçmenler "milletvekili" değil "lidervekili" seçmeye mecbur bırakıldı.

Her biri ötekinden büyük bir "demokrasi şampiyonu" geçinen parti liderlerinin hiçbiri, onları padişah konumuna getiren bu yetkiden vazgeçmediği için, halen ne kadar siyasi parti başkanımız varsa o kadar da padişahımız vardır.

En kötüsü parti örgütleri ezilmeye razı oldukları, milletvekilleri "kızarsa tekrar aday göstermez" korkusuyla liderlere boyun eğmeye katlandıkları sürece, bir çıkış yolu da yoktur.

Evet, son Osmanlı Padişahı aynen Baykal’ın dediği gibi bir İngiliz savaş gemisiyle kaçmıştır, ama yerinde halen birden çok padişah hüküm sürmektedir.
Yazının Devamını Oku

Evrimsiz kafa

11 Mart 2009
MERHUM Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu iyi ki bugünleri görmemiş. Eğer "bilimsel ve teknolojik gelişmemizin lokomotifi" olsun diye kurduğu Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırmalar Kurumu’nun (TÜBİTAK) saygın yayın organı "Bilim ve Teknik Dergisi"nin kapağından Charles Darwin’in kovulduğuna tanık olsaydı bir kere daha ölürdü. TÜBİTAK yetkilileri, Charles Darwin’in doğumunun 200’üncü yıldönümü dolayısıyla 2009 yılının UNESCO tarafından "Darwin Yılı" ilan edilmesinden esinlenerek Bilim ve Teknik dergisi kapağına Darwin’in portresinin konulmasına kızmışlar. Hem kapağı değiştirtmişler hem de derginin yöneticisi Dr. Çiğdem Atakuman’ı görevden almışlar.

Biliyorsunuz Charles Darwin, 1859’da yayınladığı "Türlerin Kökeni" (The Origin of Species) isimli kitabında özetle "Canlılar kuşaklar boyu devam eden bir süreç içinde değişime ve doğal ayıklanmaya uğrar. Ancak çevreye uyabilenler türünü sürdürebilir" tezini ortaya attığı için o tarihten beri tartışılan bir bilim adamıdır.

Tüm yaşamını canlıları incelemeye, onların türlerini belirlemeye, gelişmelerini (daha doğrusu değişimlerini) saptamaya ve "canlı"nın kaynağını keşfetmeye verdiği için başta Vatikan ve Anglikan kilisesi olmak üzere önce din adamları Darwin’e itiraz etmişlerdir.

Darwin sadece din adamları dünyasında değil, bilim dünyasında da kendisine itiraz edenlerle karşılaşmıştır.

Ama çağımızda Darwin artık, bilimsel kafa ile bağnaz kafayı ayıran bir turnusol kağıdı işlevi görmektedir.

Bağnaz kafalar onu okul kitaplarından çıkarmaya çalışıyorlar. Çünkü Darwin’in hem "canlının kökeni" konusundaki görüşlerini kendi dini inançlarına, daha doğrusu kutsal kitaplarda yazanlara aykırı buluyorlar, hem de "doğal ayıklanmaya" ilişkin görüşlerini yani "çevresine uyum sağlayamayan canlının -ve türünün- ayıklanacağına" ilişkin iddiasını kabul etmiyorlar.

Bu görüş, canlı türlerini tabii bir değişimin meydana getirdiği bir çeşitlilik olarak değil, káinatı yaratan büyük gücün (Allah’ın) iradesiyle belirlenmiş olmanın bir sonucu olarak görüyor.

Bu tartışmaların ortasında bulunan Vatikan adına Kardinal William Levada gerçi 2 Mart 2009 günü, "Katolik kilisesinin Evrim Teorisi gibi bilimsel gerçeklere engel olmak gibi bir tavrı bulunmadığını" söyledi.

Ama sadece Hıristiyan dünyasında değil, son Bilim ve Teknik dergisi olayında yaşadığımız gibi bağnazlık her fırsatta karşımıza çıkıyor.

Nitekim zaman zaman gazetelere yansıyan haberlerden anımsarsınız. Bir kısım öğretmenler öğrencilerine Darwin’in "Evrim Teorisi"ne aykırı şeyler söylemek için hiçbir fırsatı kaçırmazlar.

Bu teorinin okul kitaplarında yer alıp almaması, alırsa ne şekilde sunulması gerektiği -tabii aslında hiç olmamasını isteyerek- zaman zaman tartışılır. Yani Vatikan kadar bile tahammül gösteremeyen kafalar ellerinden geleni yaparlar.

Bunlardan biri, kaynağı belirsiz bir servete dayanarak (devletin vergi memurlarının aklına bu değirmenin suyu nereden geliyor diye sormak nedense hiç gelmez) kitaplar yayımlayan özellikle Evrim Teorisi’ne saldıran Harun Yahya takma isimli kişidir.

Hazin olan, Bilim ve Teknik dergisinin Harun Yahya kafasının egemenliğine teslim olmasıdır.
Yazının Devamını Oku

Kütük tartışması

10 Mart 2009
SEÇMEN kütükleri tartışması sönmüş gibiydi. Oysa bitmemiş. Referans Gazetesi’nde dün bir mülakat yayınlandı. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Başkanvekili Ömer Toprak, kurumunun uygulamalarını savunurken "Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi" denen uygulamayla oluşan "Seçmen Kütükleri"yle ilgili kuşkuları diriltiverdi. Aslında Toprak’ın yanlışı yok.

Biraz daha açalım:

Ömer Toprak, gazetecilerin "Seçmen kütüğündeki sayıda 6 milyonluk artışa" ilişkin sorularını şöyle yanıtlamış:

"Herkesi, ulusal veri tabanı dediğimiz ve elektronik ortamda, bütün adresleri aynen TC kimlik (numarası) gibi bir numarayla kontrol ettiğimiz bir sistem kurduk. (...) (Bunu) 2008’in başında İçişleri Bakanlığı’na devrettik. (...) Sistem bizden çıktı zaten. (...) Ben devrettim. Daha sonra ne oldu bitti, ben bilmiyorum. Ben bitirdim, devrettim gitti. Benim işim yok."

İstatistik kurumunun başındaki kişi ne yapmak durumunda ise, Ömer Toprak onu yapmış. Gerçeği ortaya koymak için ne söylemesi gerekiyorsa o da onu söylemiş.

Yani ne TÜİK’e denecek bir şey var, ne de başındakine...

Ama başkalarına denecek şey var:

Önce dostumuz Tarhan Erdem, Radikal Gazetesi’ndeki sütununda değindi. Ardından biz birkaç yazı yazdık. Derken sadece bir seçim döneminde seçmen sayısının -normal olarak 3-3.5 milyonluk artış beklenirken- 6 milyon artması, gerçeği mi yoksa bir yanlışı mı yansıtmaktadır sorusu kamuoyunda yaygın şekilde tartışılmaya başlandı.

En önemlisi de Anayasa’nın 79’uncu maddesine göre, "Seçimin düzen içinde yönetimi ve dürüstlüğü ile ilgili bütün işlemleri yapma ve yaptırma (...) görevi Yüksek Seçim Kurulu’na" ait olduğuna ve "Seçmen kütüklerini düzenleme ve güncelleme" sorumluluğu da Yüksek Seçim Kurulu bünyesindeki Seçmen Kütükleri Genel Müdürlüğü’nün sorumluluğuna bırakıldığına göre, ortada Anayasa’ya aykırı bir durum var mı yok mu sorusuna yanıt verilmesi gerekiyordu.

Eğer "aykırılık" varsa, yeni seçmen kütüklerinin hukuki dayanağı kalmadığı savunulabilirdi.

DSP Milletvekili Tayfun İçli adına vekilleri Av. İzzet Alp ve Av. Ceren İçli bu konuyu değişik bir yaklaşımla yargıya götürdüler. Yüksek Seçim Kurulu’nun, tartışılan kütüklerin muteber sayılmasını sağlayan genelgesinin iptalini istediler. Özetle, "Yüksek Seçim Kurulu’nun bu genelgesi Anayasa’nın 79’uncu maddesindeki görev sınırı dışındadır. İdari bir tasarruftur. Kararı kesin değildir. İptali mümkündür" dediler ama Danıştay "yürütmenin durdurulması" yolundaki isteklerini reddetti.

Peki böylece "seçmen kütükleri" üzerindeki tartışma bitti mi?

Hayır... Çünkü Danıştay’ın nihai kararı henüz verilmedi. Yani kütüklerin hukuki sağlığı netleşmiş değil. Kaldı ki "uygulamanın Anayasa’ya aykırı olup olmadığı" hálá yargıda tartışılmadı.

İşin ilginci, bu uygulama bir CHP milletvekilinin önerisinin yasalaşması yüzünden yapıldı. O nedenle CHP’liler olayın üstüne gidemiyorlar.

İkincisi, herkes biliyor ki seçmen kütüğünü yürütmenin, örneğin İçişleri Bakanlığı bürokrasisinin insafına bırakmak, kuzuyu kurda teslim etmektir. Korkunun nedeni de budur.
Yazının Devamını Oku

Svat’tan bir haber

8 Mart 2009
BAŞKALARI pek itibar etmedi. Belki de "Pakistan nere, Türkiye nere?" diye düşündüler. Ama bizi izleyenler 19 Şubat tarihli yazıda, "Svat bölgesindeki Taliban uzantılarının sürdürdüğü terör eylemleriyle baş edemeyen Pakistan hükümeti, ’silahların susması’ koşuluyla ’Svat’ın şeriatla yönetilmesini’ resmen kabul etti" dediğimizi anımsarlar.

Şimdi Svat’tan yeni haberler var. Onlarla ilgili bir değerlendirme yapacak değiliz. Sadece International Herald Tribune’dan özetle çevirip aktaracağız. Gerisini okuyana bırakacağız:

"Pakistan ordusuyla Svat’taki Taliban’ın geçen ay imzaladığı anlaşma, bölgeye huzur yerine katı bir dini yönetim getirdi.

Nitekim geride kalan altı ay içinde yerini yurdunu terk edip kamplara veya yakınlarının yanına sığınan Svat’lılar geri dönerlerse başlarına ne geleceğinden hiç emin değiller.

Örneğin, Taliban’a karşı görüşlü tanınmış biri olan Ali Rakhmat, güvenle dönebileceği teminatını hükümetten alınca, anlaşmadan birkaç gün sonra Mandal Dag isimli köyüne döndü. Ama hemen ardından kaçırılıp işkenceyle öldürüldü.

Hemen ardından Taliban, camilerden halka "her aileden bir erkek bireyin Taliban’a asker olarak gönderilmesinin zorunlu olduğunu" duyurdu.

Bu hafta Pakistanlı iki asker, Taliban tarafından idam edildi. Suçları, akıp giden dereden su almak için Taliban’dan izin istememiş olmalarıydı.

4 Mart Çarşamba günü Pakistan bölge yönetimi, Taliban’ın yöredeki yöneticisiyle şeriat kurallarının uygulanmasını öngören bir anlaşma imzaladı. Anlaşma müziğin yasaklanmasını, ezan okununca dükkánların kapatılmasını, İslam’a aykırı davranışlara tanık olanların bunları ilgililere iletmesi için "şikáyet kutuları" konulmasını öngörüyor.

Yerel halk, "kız öğrencilerin gittiği okulların tekrar açılacağını hiç sanmıyoruz" diyor.

Anlaşmaya "kız okulları" hakkında bir hüküm konmamış olması kaygı yarattı, çünkü geçen yıl Taliban yüzlerce kız okulunu yakmış ve kız öğrencilerin evden çıkmasını yasaklamıştı.

Pakistan hükümetinin yarı özerk aşiret bölgelerindeki militanlarla daha önce imzaladığı anlaşmalar, buralarda El Kaide mensuplarıyla Pakistanlı militanlara sığınak oluşturmuştu.

Pakistan hükümeti Taliban’la imzalanan (Svat konulu) anlaşmanın sivillerin çektiği acıları engelleyeceğini ve halkın yerel yargıdan memnun olmasını sağlayacağını ileri sürüyor.

Pakistan bölge yönetimi de, "İslam hukukunun hızla hüküm verilmesini sağlayacağını ve vahşi (kaba) cezaların söz konusu olmadığını" ısrarla vurguladı.

Taliban sözcüsü Molana İzat Kahn da, Şeriat Mahkemesi’nin 15 Mart günü hizmete gireceğini bildirdi.

Pakistan hükümeti, anlaşmayı yöredeki yaşlı Taliban lideri Sufi Muhammed’le imzalamıştı. Böylece Muhammed ile, hem damadı hem de daha radikal bir Taliban lideri olan Maulana Fazullah’ın arasını açmayı umuyordu. Ama bu gerçekleşmedi.

Militanlar "hükümeti ve orduyu desteklemiş olanları" yakalamak için başlayan kampanyayı sürdürüyorlar.
Yazının Devamını Oku