3 Nisan 2009
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan o cümlece malum üslubuyla son olarak, hükümetteki 6 bakanı gerek görürse (kapının) "dışına koyacağını" ilan etti. Sebep, son yerel yönetim seçimleriyle ilgili olarak yapılan bir toplantıda geçen konuşmaları bu 6 bakanın Sabah gazetesine yansıtmasıymış.
Siz bakan olsanız ve Başbakan size kızınca "kapının dışına koyacağını" böyle uluorta ilan etse gururunuzun incindiğini ve başkalarından bekleyeceğiniz saygı ile böyle bir ifadenin bağdaşmadığını düşünmez misiniz?
Düşünseniz de boşuna umutlanmayın:
"Bakan" sıfatıyla görev ve sorumluluk üstlenmiş insandan "Benim bakanım" diyerek söz etmesinin yanlış olduğunu, bu ifadenin o insanı "küçük görme" anlamına geleceğini daha önce bu sütunda yazdık ama Başbakan Erdoğan’a anlatamadık.
"Benim Valim", "Benim Müsteşarım", "Benim Özel Temsilcim" demenin yanlışlığını da gösteremedik.
Özellikle şahsi vekili yahut maaşını cebinden verdiği bir kişi olmadıkça, kimseyi "private (yahut personal) representative" anlamına gelecek şekilde nitelemeye hakkı olmadığını kabul ettiremedik.
Anlasın diye Başbakan’a "O kişilerin maaşını cebinizden mi ödüyorsunuz?" diye sorduk, yine duyuramadık.
Zaten duyurabileceğimizi de düşünmüyorduk. Ama yine de "6 bakanı kapının dışına koyarım" diyen bir Başbakanımız olacağı aklımızdan geçmemişti.
Nasıl geçsin?
Son seçim kampanyasında CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a yanıt verirken, "Aldığı aile terbiyesinin aklından geçen her şeyi söylemesine izin vermediğini" söyleyen, "Başbakanlık bitince Baykal’ı -belli ki terbiye dışı sözlerle- yanıtlamaya" söz veren yani kendini kontrol altında tuttuğunu ilan eden Tayyip Erdoğan değil miydi? Öyle dikkatli bir kişiden böyle bir beyan beklenebilir miydi?
Beklemiyorduk ama belki de hafızamızı o sırada yoklamamıştık da, ondan beklemiyorduk. Oysa şöyle geriye bakınca aklımıza önce meşhur Davos sahnesi geldi.
Yanındaki İsrail Cumhurbaşkanı’na önce "Benden yaşlı olmasaydın, sana gösterirdim" mesajı veren, sonra "Siz insan öldürmeyi iyi bilirsiniz" diyen... Ardından katıldığı toplantıyı terk edip çıkan... "Başbakan olduğu için o toplantıyı yöneten moderatörü pataklamadan çıkmak zorunda kalmasına" hayıflanan kişi, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Tayyip Erdoğan değil miydi?
Peki ya son seçim kampanyasında yanındakilere "Şimdi beni küfrettireceksiniz" diye azarlayan?
Nitekim biraz daha yoklayınca aklımıza 2002’nin sonlarında Başkan Bush’un Erdoğan’la görüşmesini "Teksaslıların at pazarlığına benzettiği" geldi.
Onun ardından Aralık 2002’de Avrupa Birliği tam üyeliğine aday olmamızı hedefleyen görüşmeler sırasında Erdoğan’a kızan Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın "AB’ye girecekler her şeyden önce terbiyeli ve medeni olmalıdır" şeklindeki sözünü anımsadık.
Sonra da "Tayyip Erdoğan hatalı olamayacağına göre, acaba biz nerede hata yaptık?" sorusuna yanıt bulmaya çalıştık.
Ama maalesef onu da bulamadık.
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2009
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, "Artık AKP’nin iktidarda olması vatandaşlarımızı o kadar rahatsız etmiyor çünkü ’Her şeyi yapabilirler ama gidebilirler’ dediğini" aktardığı bildiriliyor. <br><br>Baykal bunları seçim sonuçlarını değerlendirirken söylemiş. Baykal gerçi "halka" mal ederek söylüyor bunları, ama anlaşılan zihninin derinliklerinde "AKP artık gitmez" korkusu varmış.
AKP’nin 2007 seçiminde yüzde 46.7 oy alması onu bayağı panikletmiş olmalı. Şimdi vatandaş üzerinden moral buluyor.
Bunda şaşılacak bir şey yok. Çünkü, "Beni tekrar Genel Başkan seçmeniz dışında sizden hiçbir şey beklemiyorum" düşüncesiyle yönetilen bir parti örgütünden zaten fazla bir şey bekleyemezsiniz.
Oysa hem seçimlerin sonuçları hem de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminin psikolojik galibi Kemal Kılıçdaroğlu’nun dün söyledikleri, "daha pek çok şeyi" parti örgütünden beklemek gerektiğini ortaya koyuyor.
Kılıçdaroğlu’nun değerlendirmelerine yer kalırsa değiniriz. Önce seçime giren partilerin genel durumuna değinelim:
Son seçimde vatandaşlar tam 2946 yerde yapılan Belediye Başkanlığı seçimi için oy kullandılar.
Adalet ve Kalkınma Partisi bu 2946 belediyenin tamamı için "aday" gösterdi. Bir başka deyişle bu 2946 yerde AKP seçime girdi.
Peki ülkemizin en eski, en köklü (86 yaşındaki) partisi CHP’nin durumu ne idi?
Söyleyelim... 101’i ilçe, 827’si belde olmak üzere tam 928 yerde CHP hiç aday gösteremedi. Dolayısıyla seçime giremedi. Yani belediyelerin yüzde 31’ini peşinen öteki partilere bıraktı.
İşin vahimi bu bağlamda CHP’den kötüsü yok. Çünkü örneğin MHP sadece 216 yerde başkan adayı gösteremedi. Saadet Partisi ise 342 yerde seçime girmedi.
Şimdi söyleyin lütfen... Şu resim 86 yıllık bir partiye yakışıyor mu?
Gelelim olayın bir başka boyutuna:
CHP’nin çoğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde olmak üzere 25 ilde yüzde 5’ten az oy aldığını dün yazmıştık.
Bugünden başlayıp son 5 seçimde yani 1999, 2002, 2004, 2007 ve 2009’da CHP’nin hangi illerdeki oyu yüzde 5’ten aşağı imiş diye taradık.
Öyle ya... Siz bir ilde hadi bir keresinde, ikincisinde az oy almanızı mahalli koşullara filan bağlayabilirsiniz ama hemen hiçbir seçimde oyunuz yüzde 5’i bile geçmiyorsa, "Burada bir eksiğimiz yahut yanlışımız var" diyerek onun üstüne gidersiniz değil mi?
CHP Genel Merkezi böyle düşünmemiş. Daha doğrusu o illeri Türkiye sınırları içinde gibi görmemiş. O yüzden Bayburt’ta son beş seçimde; Ağrı’da, Batman’da, Diyarbakır’da, Erzurum’da, Muş’ta son dört seçimde CHP’ye nerdeyse hiç oy çıkmamış.
Ama CHP bunun farkına bile varmamış. O nedenle rahatsızlık da duymamış.
Ötekileri yani son üç seçimde CHP’ye oy vermeyen Bingöl, Bitlis, Çankırı, Siirt’i de yukarıdakilere ekleyiniz.
Son iki seçimde CHP’ye oy vermeyen illeri saymıyoruz. Çünkü o kadar yerimiz yok.
Nasıl? CHP’yi hálá "başarılı" bulanlardan mısınız?
Yazının Devamını Oku 1 Nisan 2009
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal dün son seçimin iki açıdan değerlendirmesini yaptı. Biri, bekleneceği gibi AKP’nin aşırı güven, kontrolsüz güç, pervasız gidiş diye özetleyeceğimiz politikalar yüzünden girdiği düşüş sürecinin devam edeceği varsayımıydı. Onun için, "Artık siyaset bu seçimden sonra farklı olacaktır" dedi.
Öteki değerlendirmesi başında bulunduğu CHP ile ilgiliydi ve il genel meclisi bazında oyların yüzde 5 kadar artmasını esas alıp övündü.
Seçimlere ilişkin "genel" değerlendirmesine değinmeden önce şu yüzde 5’lik artışa ilişkin zihnimizdeki soruyu yöneltelim:
CHP’nin gerçekten 2004 İl Genel Meclisi bazında böyle bir oy yükselişi var. Baykal o açıdan haklıdır.
Ama aynı Baykal 29 Mart’tan sonra, AKP ile ilgili değerlendirmeleri, bu partinin 2007 milletvekili seçiminde aldığı yüzde 46.7’yi esas alarak yapacağını söylemedi mi?
Hatta o bile yetmez diyerek özetle, "Yerel seçimlerde iktidar partilerinin yüzde 5’lik bir oy avantajı vardır. Onu da dikkate alınca AKP, yüzde 52’den fazla oy almazsa başarılı sayılamaz" demedi mi?
Eğer o ölçü doğru ise CHP’nin başarısını veya başarısızlığını da 2007’de aldığı yüzde 20.8 (kabaca yüzde 21) üzerinden yapmak gerekir. Bu da yüzde 2’nin az üstünü ifade eder.
Demek ki alınan sonuç, Deniz Baykal’in Genel Başkanlığı üzerinde yapılan tartışmaları bir süre için ertelemeye yetecek kadardır ama pek de övünecek düzeyde değildir.
Baykal’ın seçimle ilgili "genel" değerlendirmesine gelince:
Baykal, 2009 seçiminin Türkiye’deki siyasi yaşamda yeni bir dönem başlatacağını ileri sürmekte bizce de haklıdır. Ama bu yeni dönemin AKP açısından ne ifade edeceği -veya bir şey ifade edip etmeyeceği- henüz belli değildir. Özellikle Tayyip Erdoğan gibi, "her türlü hatadan ve kusurdan münezzeh" (arınmış) olduğuna inanarak politika yapan bir liderin, bu seçimden ders alacağını ileri sürmek kumardır.
Keza AKP iktidarının önümüzdeki dönem uygulamalarının sağ partilere mi yoksa sola mı -özellikle CHP’ye mi- yarayacağını kestirmek de müneccimliğe soyunmak olur.
Siyaset yaşamımıza "din" faktörü sokulmamış olsaydı, "sol" özellikle CHP adına daha fazla umutlanabilirdik. Din temeline dayalı politikalar, -çarşaf marşaf açılımı gibi hafifliklere rağmen- yine de CHP’nin fazla at oynatamayacağı bir alandır.
Bu demokrasimizin ve rejimimizin geleceği yönünden çok kötü ve tehlikeli bir silahtır. Ama onu kullananlara oy sağladığı da bilinen bir gerçektir. O nedenle endişelendiğimiz eğilimi tersine çevirebilmek için CHP’nin çok çalışmasına ve tepeden tırnağa yenilenmesine ihtiyaç vardır.
Son seçimin CHP yönünden değerlendirmesine gelince:
Bu konuya yeri geldikçe sonra da değinmek kaydıyla şimdilik şunu söyleyelim:
Lafı uzatmaya gerek yok. Türkiye’nin 16’sı Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde olmak üzere 25 ilinde yüzde 5’ten az oy alan -Türkiye’nin yaklaşık üçte birinde varlık gösteremeyen- bir partinin silkinmeye ihtiyacı vardır.
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2009
LAFI dolandırmaya hiç gerek yok. Bu seçimin tek mağlubu AKP Lideri Tayyip Erdoğan’dır.<br><br>Doğrudur. Seçimde AKP’nin Türkiye çapında aldığı yüzde 39’luk oy oranı yine de ciddi bir büyüklüktür. Hatta bugünkü seçim sistemimize göre bu oran bir partiyi tek başına iktidara getirebilir. Tablonun o kısmına bakarsanız bir gazetenin dün yaptığı gibi, "Seçmen güven tazeledi" de diyebilirsiniz.
Ama gerçek ortada:
Adalet ve Kalkınma Partisi 2004 tarihli İl Genel Meclisi Seçim sonuçlarına göre en az yüzde 2.5; 2007 Milletvekili seçimine göre de en az yüzde 7.5 oy kaybetti. Dahası... Geçen seçimde CHP’ye, DSP’ye ve DTP’ye kaptırdığı İzmir, Eskişehir, Diyarbakır, Ordu, Trabzon, Bartın, Tunceli gibi illerden Trabzon’la Bartın’ı alabildi. Ötekileri alamadığı gibi Sinop, Kastamonu, Manisa, Uşak, Zonguldak, Siirt, Van, Giresun, Çanakkale, Tekirdağ, Balıkesir, Isparta, Antalya, Aydın, Şanlıurfa, Muğla, Osmaniye, Sivas gibi illerle İstanbul’un ve İzmir’in birçok ilçesini kaybetti.
Kaybetti çünkü:
CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun siyasete getirdiği farklı, mutedil, anlayışlı ve uygar mücadele üslubunun ona sağladığı büyük oy desteğinden anlıyoruz ki halk bu işin artık uygar bir şekilde yapılmasını istiyor.
Bu açıdan tüm liderler kötüydü ama AKP, özellikle Tayyip Erdoğan en aşırı örnekti. Toplumu gerdikçe gerdi. Hem "vurdu", hem de "Ne vuruyorsun be?" diyerek önüne gelene çattı.
Başbakan’ın aşırı sert ve dayatmacı üslubu neticede ters tepti. Dahası... Bu üslup ve yargıya, hukuka karşı pervasızlık, seçmen zihninde "Türkiye’yi faşizme mi götürüyorlar?" korkusu yarattı.
Kılıçdaroğlu önemli bir şey daha yaptı. Sağlam kanıtlarla kamuoyu önüne çıkıp AKP iktidarının hiç de sanıldığı gibi "temiz olmadığını" gösterdi. Böylece AKP, káh görmezden geldiği káh bizzat tezgáhladığı yolsuzlukların, kayırmaların, kadrolaşmaların bedelini ödedi.
Keza gelişmiş yörelerde ve sahil bölgelerinde yaşayan seçmenler, AKP’nin kendi yaşam tarzlarına karşı ciddi bir tehdit oluşturduğunu fark etti. Bu da daha önce AKP’ye verilmiş oyları başka partilere kaçırdı.
Geçen seçimlerde "Kendi partime oy versem işe yaramayacak, bari AKP’ye vereyim de onu güçlendireyim" diyen Saadet Partililer, Numan Kurtulmuş’un Parti Genel Başkanı olmasıyla hareketlendiler. AKP’deki oylarını geri çektiler.
AKP’nin tutarsız ve samimiyetsiz Güneydoğu politikası, geçen seçimde aldığı oyların da elinden kaçıp DTP’ye gitmesine sebep oldu.
Bunlara bir miktar da "ekonomik kriz" bedelini ve artan işsizliği ekleyin.
Karşıt etken olarak AKP’nin dayandığı seçmenin pek sevdiği "Davos" çıkışını, Tayyip Erdoğan’ın enerjisini ve hitabet gücünü; AKP’nin sınırsız para gücünü, hem devlet hem de örgüt eliyle dağıtılan "seçim rüşvetlerini", partinin ötekilerle kıyaslanmayacak kadar iyi şekilde organize oluşunu, diğerleri yola çıkmadan kampanyanın altyapı çalışmalarını tamamlamış olmasını vesaireyi koyun. Onlar da olmasaydı bu 39’un belki 30-31’e düşeceğini de dikkate alın.
Durum nedir siz karar verin.
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2009
SEÇİM akşamı yazdığınız yazı, belli bir dakikaya kadar olan gerçekleri esas almaya mecburdur. Çünkü sonuçlar daha sonra kesinleşir. Ama Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ifadesiyle söyleyelim:<br><br>Seçimin o dakikaya kadar alınmış sonuçları bile "anlayana sivrisineğin saz" olması gibi çok şey anlatır. Dün yapılan yerel seçimler Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) oylarının düşme sürecine girdiğini açık şekilde ortaya koydu.
İster Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dediği gibi son milletvekili genel seçimindeki yüzde 46.7’lik oy oranını, isteseniz de Mart 2004’te yapılan yerel seçimlerde aldığı oy oranı olan yüzde 41.6’yı esas alın... Görünen o ki AKP en çok yüzde 39-40 kadar oy alacaktır.
Kesin sonuç bunun az üstünde olsa bile özü itibarıyla gerçek budur.
Bu satırları yazarken daha net bir rakama dayanamıyoruz. Çünkü son milletvekili genel seçiminden farklı olarak bu seçimin ülke çapındaki sonuçları o kadar hızla ortaya çıkmadı. Zaten çıkamazdı da... "Seçim Sandık Kurulları"nın önünde o zaman sadece "milletvekilliği" için kullanılan oylar vardı. Bu defa öyle değil. Aynı kurul köylerde iki, ilçe ve il merkezlerinde dört, Büyükşehir Belediyesi olan yerlerde beş ayrı seçim için verilmiş oyları saymaya mecburdu.
Değindiğimiz nedenle ihtiyatlı bir dil kullanmak zorunda olsak bile, bazı gerçekler şimdiden belli:
AKP oy kaybediyor -düşüşe geçti- diyorsak bunun bir nedeni olmak gerekir.
Hepimizin tanık olduğu gibi AKP bu kampanyayı "yerel yönetim" seçimi olmaktan çıkartıp "genel seçim" kampanyasına dönüştürdü. O yüzden AKP lideri Tayyip Erdoğan kampanya boyunca 62 ilde konuştu. Olaya müthiş bir hırsla asıldı. Öyle sanıyoruz ki bundan da oylarını yükselterek çıkabilseydi, "aklındaki programı" uygulamaya sıranın geldiğini düşünecekti. Yani, artık ne istiyorsa yapacaktı. Anayasa mı? "Mecbur olduğun kadar danışırsın." "Devleti tam olarak AKP’lileştirmek" mi? "Kimseye sormadan yürürsün." "Medyayı ezmek" mi? "Dışarıdan içeriden itiraz varmış, aldırış etmezsin." "Avrupa Birliği" mi? "Zaten maksat girmekten çok, öyle görünmekti. Onu da kaderine terk edersin." "Hukuk devleti" mi? "Hukuka, iktidara uymayı öğretirsin."
Oyları azalmış olsa bile Tayyip Erdoğan bütün bunları yapma gücüne hálá sahiptir. Ama bunları yaparak sağlıklı bir adrese ulaşabileceğini söylemek mümkün değildir.
Peki ama, şimdi karşılaştığımız sonucu doğuran nedir?
AKP liderinin şansı, karşısında -maalesef- ana muhalefet dahil, uzun erimli, heyecanlı, iktidar olmayı aklına koymuş bir muhalefetin bulunmamasıdır. O nedenle bu sonuç "muhalefetin başarısı" ile değil AKP’nin yanlışları ve onun elinde olmayan etkenlerle açıklanabilir.
Dünyadaki ekonomik kriz bu konuda en önemli etkendir. Ama belki de onun kadar önemli olan ikinci etken, Tayyip Erdoğan’ın "siyaset yapma üslubu"dur. Her yerde herkesi azarlayan, "huşunet" (sertlik, kabalık) saçan, gerilim yaratan politika tarzıdır. Üçüncüsü, Saadet Partisi taraftarlarının AKP’ye ödünç verdikleri oyları geri alıp Saadet Partisi’ne vermesidir. Dördüncüsü, Erdoğan’ın, "dayatmacı" zihniyetidir. Bizce sivrisineğin vızıltısından bunlar anlaşılıyor.
Yazının Devamını Oku 29 Mart 2009
ACABA aynı olay yani merhum Muhsin Yazıcıoğlu ile beraberindekilerin yaşamına mal olan helikopter kazası, gelişmiş bir ülkede olsaydı, yaşananlar bizimki gibi mi yoksa buradakinden farklı mı olurdu?<br><br>Son olayda "Nerede yanlış yaptık?" sorusuna yanıt bulabilmek için galiba yanıtlamamız gereken ilk soru budur. Daha önce de yazdık. Böyle bir konuda sağlıklı değerlendirme yapmak uzmanların işidir. O nedenle kendimizi olabildiğince konunun dışında tutmaya çalışacağız.
Uzman değerlendirmesine hiç ihtiyaç duymadan belirtelim ki, bu olayda yapılan yanlışların en büyüğü doğrudan doğruya bizim sevgili meslektaşlarımıza ve sorumsuzca konuşan kamu görevlilerine aittir. Çünkü kazaya uğrayanların hayatını kurtarma yönünden en önemli zaman dilimi olan ilk birkaç saat, onların "Muhsin Yazıcıoğlu’nu Kahramanmaraş’ın Çağlayancerit İlçesi’nden Yozgat’ın Yerköy İlçesi’ne götüren helikopter düştü" başlığıyla verdikleri haberin kalan kısmının tamamen palavra olması yüzünden boşa gitti.
Bu konuyla ilgili en iyi toparlama dünkü Radikal’de vardı. Oradan özetleyelim:
Kaza haberi ilk olarak saat 16.29’da Anadolu Ajansı tarafından kamuoyuna duyuruldu.
Ajans kazanın Yerköy yakınlarında yani gerçek yerinden tahminen 400 kilometre uzakta meydana geldiğini bildirdi.
Sonra kaza yeri "Kahramanmaraş’ın il sınırları"na dönüştü. Ama o zaman da kamu görevlileri işi berbat ettiler. Önce Kayseri Valisi Mevlüt Bilici’ye atfen "Yazıcıoğlu’na ulaşıldı. Şuuru açık" bilgisi kamuoyuna yansıdı.
Onu, Kayseri’de yayın yapan Kay-TV’nin "Bu en son bilgi... Hastaneye kaldırılmışlar. Yazıcıoğlu’nun durumu kritikmiş" bilgisi izledi.
Saat 17.33’te Yazıcıoğlu’nun lideri olduğu Büyük Birlik Partisi Genel Sekreteri Yalçın Topçu, telefonla görüştüğü Kahramanmaraş Valisi Niyazi Tanılır’a atfen, "Yazıcıoğlu’nun ambulansla Göksun Devlet Hastanesi’ne götürüldüğünü, durumunun iyi olduğunu" canlı TV yayınında herkese müjdeledi.
Saat 17.40’ta Kayseri Valisi Mevlüt Bilici, "Bana gelen bilgilere göre, kurtarma ekipleri olay yerine ulaştı. Muhsin Yazıcıoğlu yaralı. Şuuru açık. Arkadaşlar kendisini hastaneye ulaştıracaklar. Henüz hastaneye kaldırılmadı" dedi.
Dedi ama anlaşılıyor ki o saatlerde Yazıcıoğlu maalesef hayatını kaybetmişti.
Buna rağmen saat 18.30’da Yazıcıoğlu’nun Özel Kalem Müdürü Okan Köksal’ın Yazıcıoğlu ile telefonla görüştüğü, Yazıcıoğlu’nun kendisine "Yaralıyım. Bilginiz olsun. Helikopterimiz düştü" dediği medyaya yansıdı.
Daha sonra da, bu bilgi kirliliği tüm hızıyla devam etti. Çünkü "tüm bilgilerin kriz masasından verileceği" kamuoyuna -en azından yeterince- duyurulmadı.
Acaba arama ve kurtarma çalışmalarında kusur var mı sorusunu uzmanlara sorduk. Helikopterdeki -yer belirlemeyi sağlayacak- ELT cihazının şu veya bu nedenle çalışmadığı, havanın eksi 15 santigrat düzeyinde soğuk olduğu, kaza yerinin sis altında kaldığı bir ortamda sonuç, ileri bir ülkede de ancak 47 saatte alınabilirdi, dediler.
Yazının Devamını Oku 28 Mart 2009
OY verme gününe çok az kala, 6 yıl evvelki iftiralar Yılmaz Büyükerşen’in karşısına tekrar çıkarıldı. O da "Hepsini o zaman yargıya götürdüm. Hiçbirinin aslı olmadığı yargı kararına bağlandı. Şimdi ilaveler yapıp aynı şeyleri söylüyorlar" diyerek "müfteri" dediği kişileri savcılığa şikáyet etti.
Büyükerşen kendini kanıtlamış biri.
Ülke çapında takdir gören bir eski rektör ve çok başarılı bir Belediye Başkanı. O, "Benim iki kızım var. Üçüncüsünü bunlar icat etti" diyerek mevcut olmayan kızına menfaat sağladığı yolundaki iddiaların yalan olduğunu kamuoyuna duyurma gücüne sahip. Nitekim kendisini destekleyen 1000 kadar Eskişehirli ile adliyeye gidişi, haber oldu. Kamuoyu duydu.
Peki Büyükerşen kadar şanslı olmayanlar, seçimin son günlerinde iftiraya hedef olan ama seçim gününe kadar sesini duyuramayanlar ne yapacak?
Özellikle Anadolu’da, sırf seçim kampanyasında karşı tarafı karalamak amacıyla yayınlanan, seçim bitince de kapatılan gazeteler var. İftirayı atıp ortadan kaybolanlar... Onlara karşı ne yapacaksınız?
"Oy verecek insanların gerçekleri öğrenebilmesi için, son dakikaya kadar tüm kanallar açık olmalı" mı diyeceksiniz?
Çünkü gerçekten seçmenin gerçeği öğrenmesi önüne engel koyarsanız, demokrasinin temel değerleriyle ters düşersiniz.
Yoksa, "Gerçekleri öğrenme herkesin hakkıdır ama, seçim kampanyasının bitmesine şu kadar gün kala bir iddia ortaya atarsan, bunun yalan veya iftira olması halinde ödeyeceğin bedel çok ağır olur" diyen bir yasal düzenleme gerekli mi dersiniz.
Bizim "seçim"le ilgili yasalarımız maalesef bu konuda bir düzenleme içermiyor. Sadece Seçimlerin Temel Hükümleri ile ilgili 298 sayılı yasanın 176’ncı maddesi, "seçim zamanında cevap hakkı"na ilişkin bir hüküm koymuş. Bununla sözde, mağdur kişinin göndereceği "cevabın" süratle yayınlanması amaçlanmış.
Oysa 2004 yılında çıkartılan 5187 sayılı yasa, cevabın yayınlanmasını "daha hızlı" hale getirmeyi amaçlayan hükümler içeriyor. Ama görüyorsunuz, o yayın unutulup üzerinden aylar geçmeden hiçbir cevap yayınlanmıyor.
Demek ki yasalarda belirgin bir eksik var.
Sadece o değil... Geçen seçimde biliyorsunuz "propaganda yasaklarını" deyim yerindeyse by-pass eden teknolojiler kullanıldı.
Şimdi de "oy vermenin gizliliği" ilkesini delmek için, "verdiğin oyun resmini cep telefonuyla çek, gereğini yapalım" diyenlerin baskılarından söz ediliyor.
Demek ki "oy verme hücresine cep telefonunu sokmanın yasaklanması" gerekiyor.
Aslında seçimlerle ilgili yasal düzenlemenin öteki eksiklerinden de söz etmek gerekir. Ama bizim iktidar partileri kampanya sırasında ortaya çıkan seçimle ilgili aksaklıkları ve eksikleri saptayıp seçim bitince hemen yeni bir düzenleme yapmazlar. Dertleri, "Sonraki seçim yaklaşsın. O zamanki duruma göre kazanma şansımızı artıracak düzenlemeler yaparız" demektir.
Örneğin -yıllardır yazarız ama duymazdan gelirler- "seçim yarışını" eşit koşullarda yapmayı mümkün kılan yasaları çıkartmazlar. Seçim mekanizmasının saydamlaşmasını istemezler. En basitini söyleyelim... Oylarımızı, içi görünen plastik sandıklara atmayı bile gerekli görmezler.
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2009
BİLMEDİĞİMİZ bir konuda ahkám kesecek değiliz. Ama Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ile arkadaşlarının uğradıkları helikopter kazasının -Deniz Baykal’ın ifadesiyle- "eksik bir şeylerin olduğunu" ortaya koyduğuna biz de inanıyoruz.
Hükümet olaya örnek denecek bir dinamizmle girdi.
Devlet tüm olanaklarını kullanıyor:
Genelkurmay Başkanlığı’na ait 2 Sikorsky helikopter ile Doğal Afet Kurtarma Taburu’ndan (DAK) 12’şer kişilik iki özel tim bölgeye gitti.
Genelkurmay Başkanlığı’na ait 4 Sikorsky helikopter ve 1 Casa uçağı, Emniyet Genel Müdürlüğü’ne ait H-60 tipi 1 helikopter, 345 jandarma, subay, astsubay, erbaş; Kahramanmaraş Sivil Savunma Birlik Müdürlüğü’nden 129 personel, 17 araç, Adana Sivil Savunma Birlik Müdürlüğü’nden 57 personel, 8 araç ve 1 arama köpeği, 897 geçici köy korucusu ve 60 AKUT personeli kazaya uğrayan helikopteri bulmak amacıyla yörede çalışıyorlar.
Sonuç -en azından bu satırların yazıldığı dakikaya kadar- maalesef sıfır.
Dileriz yine de sağ halde bulunurlar ve kurtulurlar. Ama kurtulsalar da karşımıza çıkan gerçek Deniz Baykal’ın sözlerindeki haklılık payını azaltmayacak:
"Eksik bir şeylerimiz var. (...) İnşallah bu dersi alırız."
Baykal’ın dediği eksik nedir? Bu kaza ile ilgili eksikten söz ediyor?
Örneğin helikopterde bulunması gereken Acil Yer Bulma Vericisi (Emergency Locator Transmitter) ELT 406 MHz sistemi yok muydu? Bilmiyoruz.
Helikopteri kiraya veren tarafın iddia ettiği gibi "var"dı ama "şiddetli bir çarpma olmadıkça cihaz devreye girmediği için" mi ELT’den sinyal alınamıyor? Bilmiyoruz.
Bildiğimiz bir şey var:
Kaza meydana geldikten muhtemelen hemen sonra 112 No’lu "Acil Yardım" telefonunu çeviren İhlas Haber Ajansı Muhabiri İsmail Güneş’in "Bizi kurtarın!" feryadı duyulmuş ama bu dakikaya kadar onun gereği yapılamamıştır.
Kusur, İsmail Güneş’in zaten şarjı bitmek üzere olan cep telefonunu açık tutmasını ısrarla isteyen 112 No’lu Acil Yardım Servisi görevlisinde mi? Yoksa o doğru mu yaptı?
Keza o zaman zarfında helikopterin yerini belirlemek mümkün müydü? Mümkündü de becerilemedi mi, onu da bilmiyoruz. Ama şunu söyleyebiliriz:
Bu kaza gibi olaylara en kısa zamanda müdahale eden AKUT isimli gönüllü kuruluşa ve yeni "AKUT"lara neden büyük ihtiyacımız olduğunu bu örnek açıkça ortaya koymaktadır.
Bu olayda AKUT’çuların da kazazedeleri bulmak için yöreye gittiğini biliyoruz. Onların dışındaki birliklerin ve öteki görevlilerin de ellerinden geleni canla başla yapmaya çalıştıklarının farkındayız.
AKUT’un adını, onları herhangi bir kimsenin talimatı değil sadece yüreklerindeki insan sevgisi harekete geçirdiği için ötekilerden ayırıyoruz.
"Sesimi duyan var mı?" sloganıyla çalışan ve bugüne kadar yurtiçi ve yurtdışında gerçekleştirdiği 518 arama/kurtarma çalışmasında 748 kişinin hayatını kurtaran AKUT’un yararını o nedenle vurguluyoruz.
Baykal’ın sözünü ettiği "eksiğimiz" acaba bu mu diye, herkesi düşünmeye davet ediyoruz.
Yazının Devamını Oku