26 Mart 2009
YURTDIŞINA bir devlet büyüğü ile çıkan gazetecilerimizin "güzelleme" merakından dün bu sütunda söz etmiştik ya... Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le Irak’a gidenlerden birinden öğreniyoruz ki, o meslektaşımız "İki günlük gezi sırasında orada çok önemli gelişmeler yaşandığını, ülkemiz için ilerlemeler gerçekleştiğini" saptamış.
Kutlamak lazım.
Lakin Bağdat’tan çok kolay görülebilen bu "gelişme" ve "ilerleme" nedense Türkiye’den bakınca görünmüyor.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Irak’ın kuzeyini "Kürdistan" olarak nitelendirmesi hariç.
Gerçi "Gül’ün ağzından bu kelime çıkmadı" diyen bir gazeteciye karşı 6 gazeteci "çıktı" diyor. Ayrıca Cumhurbaşkanı Gül’ün de, Ankara’ya döndükten sonra havalimanında "Aslında ben o söylediğiniz ifadeyi kullanmadım" dediği bildiriliyor ama, bir gün önce "Kürdistan" deyimini duyunca yadırgayan gazetecilere;
"Ne diyeceğim? Yunanistan, Makedonya’ya Makedonya demiyor diye biz de demiyor değiliz. Irak Anayasası’nda ne yazıyorsa o! Kendi anayasalarında yazıyor" yanıtını boşuna vermiş olmaması lazım.
Oysa biz, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, ABD Senatosu Tahsisler Komitesi’nin 28 Şubat 2007 tarihli oturumunda "Türkiye ile Kürdistan arasındaki sınırda faaliyet gösteren PKK, Türkiye içlerine saldırılardan sorumlu" dedi diye tepki göstermemiş miydik?
"Biz" deyince "başı dik" hükümetimizden söz etmiyoruz. Çünkü Rice’a, "Bununla ne demek istediniz?" diye sormaya cesaret dahi edememişlerdir. Sadece "genel kamuoyu" adına "biz" diyoruz.
Keza Başkan Bush da tam bir yıl sonra yani 29 Şubat 2008 günü yaptığı basın toplantısında Irak’ın kuzeyi için "Kürdistan" deyimini kullanmış, onu da sineye çekmiştik.
Ama bunlar başkalarının dedikleriydi.
Türkiye’yi bizim yetkililerimizin kullandığı dil bağlar. O dilin geçerli kavramlarının dayanağı da, Cumhurbaşkanı Gül’ün dediği gibi "Başkalarının anayasasındaki deyimler" değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi politikalarıdır.
O nedenle yarın öbür gün "Siz bu toprakları Kürdistan olarak tanıdığınızı Cumhurbaşkanı’nızın ağzından itiraf ettiniz" diye karşımıza çıkacak kişilere söylenecek lafı şimdiden hazırlamakta yarar var.
Ama Cumhurbaşkanı Gül’ün "çok önemli gelişmelere" yol açtığı ileri sürülen Irak gezisinin asıl üzerinde durulacak yanı, -adını ister Kürdistan diye telaffuz etmiş olsun, ister olmasın- o bölgenin başbakanı sıfatını taşıyan kişiyi karşısına alıp onunla Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine ilişkin politikalarını konuşmasıdır.
Efendim o zata (PKK’lılar için) "Af bizim kendi meselemiz" diyerek ders vermişmiş.
Peki kendisinin alması gereken ders nerede kaldı?
Cumhurbaşkanı Gül yarın Almanya’ya gidecek olsa Bavyera Başbakanı’nı karşısına alıp oradaki Türk kökenli bireylerin sorunlarını onunla konuşur mu?
Kaldı ki Cumhurbaşkanı Gül’ün, Kürt kökenli vatandaşlarımıza seçim öncesinde AKP adına çiçek atmak gibi bir niyeti yoksa ve "dış politikayı" bizzat belirlemek iddiasında değilse o sözün ne gereği vardı?
Yazının Devamını Oku 25 Mart 2009
DEVLET büyüklerine refakat eden gazetecilerin gittikleri yerden Türkiye’ye müjdeler iletmeleri, gezinin başarılarını ballandırarak anlatmaları bilinen huyumuzdur.<br><br>Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Irak’a yaptığı iki günlük resmi ziyaret de, öyle başladı. Henüz "Davos zaferi" haberi gelmedi ama, "Cumhurbaşkanı’nın ilk defa Kürdistan kelimesini telaffuz ettiğini" öğrendik.
Hemen belirtelim:
"Kürdistan" deyimi kullanılmamalıydı iddiasında değiliz. Zamanı gelince elbet kullanılır.
O açıdan "zamanın" henüz gelmediğini düşünüyoruz ama herkes gibi biz de görüyoruz ki, PKK’yı ve Türkiye-Irak ilişkilerini içine alan bir süreç, bir süredir yaşanmaktadır.
Zaten Cumhurbaşkanı Gül’ün Irak’ı ziyareti de o sürecin -veya senaryonun- bir parçasıdır.
Kanımızca senaryonun müellifi Amerika Birleşik Devletleri’dir. Ama bu, o senaryoya karşı çıkmanın gerekçesi olamaz.
Önemli olan bu senaryo Türkiye’nin çıkarlarını ne kadar uygundur sorusuna verilecek yanıttır.
Öyle bakınca Cumhurbaşkanı Gül’ün "Kürdistan Bölgesel Yönetimi" deyimini kullanmakta acele ettiğini görüyoruz. Çünkü bu deyimin kullanılması, Türkiye hakkındaki tavrı hálá "güvenilirlik" sınavından geçmemiş olan Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’yi şımartacak bir ödündür.
Unutmayalım ki Barzani hálá, kendi yönetimindeki topraklarda PKK’nın her faaliyetini serbestçe yürütmesine engel olmayan bir "dost"(!)tur.
Cumhurbaşkanı’nın resmi ziyarette bulunduğu Irak da, PKK terörüne karşı mücadelede Türkiye’nin meşru beklentilerine destek olması için verilen 5 ayrı notaya bugüne kadar olumlu bir karşılık vermeyen ülkedir.
Buna rağmen bazı gelişmelerin varlığını gazetelerden öğreniyoruz. Örneğin Cumhurbaşkanı Gül’ün, kendisine refakat eden gazetecilere uçakta "Kapalı kapılar ardında kapsamlı bir çalışma var. Kan, şiddet ve terör bitmeli. Umutluyum. Siyasete geçme zamanıdır. Herkes yardımcı olmalı" dediği bildiriliyor.
Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin de "PKK ya silah bırakır ya ülkeyi (Irak’ı) terk eder. PKK silah bırakmalıdır" diyerek net bir tavır sergilediği görülüyor.
Gül’ün ve Talabani’nin sözleri Türkiye’nin bir yerlerde bir şekilde PKK ile masa başına oturduğunu -böylece bir kırmızı çizginin daha çöpe gittiğini- ortaya koyuyor.
Hatta Gül’ün "Siyasete geçme zamanıdır" şeklindeki sözü, bu pazarlığın içinde "PKK’ya siyaset kapısını açma" ihtimalinin de varlığını akla getiriyor.
Tekrar edelim. Bu ihtimallerin hepsi de ön yargısız bir yaklaşımla değerlendirilmelidir. Yeter ki Türkiye’nin yüksek çıkarları, başkalarının keyfi veya baskısı uğruna feda edilmesin.
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2009
DİNSİZİN hakkından imansız gelir şeklindeki özdeyişi mi anımsamalı, "İnsan hakkını savunabildiği kadar uygardır" diyenin mi hakkını teslim etmeli, doğrusu tereddüt içindeyiz. Ama önce Mehmet Soysal ve İbrahim Savatlı isimli iki TIR şoförünün haklarını teslim eder, sonra konuya girersek sanırız doğrusunu yapmış oluruz. Soysal ve Savatlı, yabancı ülkelere karşı hepimizin hakkını koruması gereken Dışişleri Bakanlığımızın yapmadığını yaptılar. İkide bir bize, "Avrupa Birliği’ne girmek için bu kulübün kurallarını kabul edip uygulamak zorundasınız" diyen Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin, kendi kurallarını uygulamadıklarını suratlarına çarptılar. Üstelik bunu AB’nin en yüksek yargı organı olan Avrupa Adalet Divanı’ndan aldıkları 19 Şubat 2009 tarihli kararla yaptılar.
Divan bu kararıyla "Türklere vize uygulanmasının" hem Avrupa Birliği ile Türkiye arasında yapılan 1963 tarihli Ankara Anlaşması’na hem de 1970’te imzalanıp 1973’te yürürlüğe giren Türkiye-AB Katma Protokolü’nün 41’inci maddesine aykırı olduğunu hükme bağladı.
Bu madde bilindiği gibi "Taraflar karşılıklı olarak yerleşme hakkı ve hizmetlerin serbest dolaşımına kısıtlama getirmemekle yükümlüdürler. Yerleşme hakkı ve hizmetlerin serbest dolaşımına ilişkin mevcut kısıtlamalar ise tedricen (azar azar) kaldırılacaktır" diyor.
Anlaşmanın imzalandığı tarihte başta Almanya olmak üzere Avrupa Konseyi üyesi ülkelerin hiçbiri Türk vatandaşlarına vize uygulamıyordu.
O ülkelerden sonra Avrupa Birliği’ne girenler şimdi 41’inci maddenin hükmünü yerine getirmeye, yani Türk vatandaşlarına vize uygulamaktan vazgeçmeye mecburlar.
Gerçek bu kadar basit ve bu kadar açık.
Ama onu AB üyesi ülkelere kabul ettirecek bir hükümete ihtiyaç var. İkide bir "başının dik olmasıyla" övünen hükümetin bunu ispat etmesine ihtiyaç var.
Bunu söylerken belirtelim ki bir kısım insanlar Adalet Divanı kararının etkisini azaltmaya, önemini görmezden gelmeye çalışıyorlar. "Bu karar sadece dava açanı bağlar" diyen var. "Bu hukuki çerçeve Türk vatandaşlarına veya herhangi bir gruba vize kalktı veya vize kalkıyor anlamına gelmez. Zira (...) bu ekonomik kriz ortamında hiçbir AB üyesi ülke, ceza verilecek olsa da (mahkemenin verdiği) bu kararı uygulamaz" diyen var.
Hatta "AB üyesi her ülkenin bu kararı uygulaması için yasa çıkarması gerekir" diyen de var.
Size açık söyleyelim ki bu görüşlerin tamamı kanımızca yersizdir.
Kaldı ki bir ülke vatandaşına vize uygulayıp uygulamama prensip olarak "yasa koyucu" tarafından değil, "hükümet" tarafından karara bağlanır.
Olsa olsa AB üyesi ülkelerin "vize" rejimini düzenleyen "Schengen" anlaşması gibi uluslararası anlaşmalardan söz edilebilir ki onun zaten kendi usulü vardır.
O nedenle iddia ediyoruz... AB üyesi ülkeler -özellikle Almanya- Avrupa Adalet Divanı kararını yok saymaya veya görmezden gelmeye kalksa da fazla direnemez. Çünkü bir Avrupa Birliği üyesi ülkenin "hukukun üstünlüğü" ilkesine karşı durması beklenemez.
Yeter ki Türk hükümeti, kendi vatandaşlarının hakkını korumayı bilsin.
Yazının Devamını Oku 22 Mart 2009
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın ülkeyi, Ülker bisküvilerini İstanbul’da dağıttığı dönemdeki alışkanlıklarıyla yönetmekten vazgeçeceği günü görmek için galiba daha uzun süre bekleyeceğiz. O zaman üstüne lazım olan olmayan her şeyi öğrenmek istemesine kimse karışmazdı.
Ama bir Başbakan’ın öğrenmeye teşebbüs dahi edemeyeceği şeyler vardır.
Önceki akşam ATV isimli televizyon kanalında "Başbakan ile Başbaşa" isimli bir program yayınlanmış. Biz seyretmedik. Orada Gelir İdaresi Başkanlığı’na bağlı vergi inceleme elemanları tarafından Doğan Medya Holding’e kesilen 862 milyon TL tutarındaki (sonra kendiliğinden büyüyerek 914 milyon TL oldu) vergi cezası sorulmuş. O da;
(Yetkili elemanlar incelemeyi yaptıktan sonra) "Bize bu tür durum çıktığı haberi geldi. Tabii önümüze gelince de, burada çok ciddi bir rakam. Bunu, rakam tabii ortaya çıkınca da bana sordukları şey şu: Biz böyle bir durumla karşı karşıyayız. Seçime giderken akıllı bir siyasetçi güçlü bir medya grubunu karşısına alır mı, seçimden sonra alır (...)" demiş.
Biliyorsunuz bu Başbakan, saldırılarına seçim kampanyasından önce başladı, sonra çıktığı her seçim meydanı kürsüsünde "Doğan Medya Grubu’na kesilen vergi cezası"na değinerek, söylenmedik laf, etmedik hakaret bırakmadı.
Belli ki bir maksadı Doğan Medya Grubu’nu bürokrasiye hedef göstermekti. İkincisi, bu cezanın "haksız" kesildiğini ve "yasalara aykırı" olduğunu ileri süren grubun açtığı davalara bakacak yargıyı etkilemekti.
Yeri gelmişken söyleyelim... Bunun adı tek kelimeyle "zulüm"dür.
Başbakan bu "zulüm" politikasıyla belli ki bizlerin gözünü korkutacağını, kalemlerimizi susturacağını sanıyor.
Daha önce de yazdık. Tayyip Erdoğan’ın -kendi üslubuyla söyleyelim- feriştahının susturamadığı insanlara bu tür tehditler ve baskılar, sinek vızıltısı gelir.
Çünkü biz zulmün değil, hakkın ve haklının zaferine inanırız.
Merhum Nihat Erim’in 1954 Ocak ayında yaptığı bir konuşma sırasında söylediği gibi, "Sesimizin çıktığı yerde hançeremizin gücünün yettiği kadar, sesimizin kısıldığı yerde kaşımızla, gözümüzle kendimizi yine ifade eder, bu ülke için yanlış gördüklerimizi yine insanlara iletiriz".
Ama konu eğer o değil de vergi inceleme elamanlarının iddiasına göre "vergi kaçırma" gibi bir olay söz konusu ise...
"Hukuk" kavramından zerre kadar anlayan -hukuk devleti diye bir kavramı, ömründe sadece bir kere duymuş olan- bir Başbakan, kendisini hiç ilgilendirmeyen bir "vergi cezasının" kendisine getirilmesini ve "Bunu uygulayalım mı?" diye sorulmasını normal sayabilir mi?
Soranlara, "Bir hukuk devletinde, bir vergi yükümlüsüne kesilen cezanın uygulamaya konulmasının Başbakan’a sorulması düşünülebilir mi? Ben padişah mıyım? Benim kendisine sorulmadan adım atılmasına izin vermeyen bir despot olduğumu mu sanıyorsunuz da bunu yapıyorsunuz?" demesi gerekmez mi?
Başbakan Tayyip Erdoğan’a Tansu Çiller’in, bir ihale için verilen teklifleri görmek istemesi yüzünden Yüce Divan’a gitmekten kıl payıyla kurtulduğunu; "Türk Ticaret Bankası’nın satılması" aşamasında, hiç gerekmediği halde, dosyanın o tarihteki Başbakan Mesut Yılmaz’ın önüne gelmesi yüzünden, üstelik AKP’lilerin oyu ile Yüce Divan’a gittiğini kimse anımsatmıyor mu?
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2009
TAMAM, bu sütunda Yüksek Seçim Kurulu’nu (YSK) çok eleştirdik. Ama insafla söyleyelim: Yüksek Seçim Kurulu, önündeki yasayı uygulamak zorunda değil mi?
Bunu bile bile birileri, "Seçmenlerin kimliklerini saptama ile ilgili yasayı tam uygulamamanın yolunu ara" diyor. "Ararsan çok seçmen oy kullanamaz" deniyor.
Tartışma bildiğiniz gibi, 29 Mart Pazar sabahı sandık başına gidecek seçmenin oy kullanabilmesinin ilk koşulu yüzünden çıktı.
Evvelce "Seçmen Bilgi Káğıdını" yanına alan, sonra da nüfus hüviyet cüzdanı veya resmi bir daireden verilmiş kimlik belgesini sandık başkanına gösteren kişi, isminin seçmen listesinde kayıtlı olması koşuluyla oyunu kullanabiliyordu.
Kullanabiliyordu ama, bunun yeterince güvenli bir sistem olmadığı da biliniyordu. Örneğin, aynı seçmenin adı bir başka sandık listesinde de varsa, rahatça gidip bir oy da orada kullanabiliyordu.
Nitekim bu seçim hilesini önlemek için tüm ilkelliğine -hatta insan onuruna aykırı bir uygulama olmasına- rağmen 1980’lerden beri "oy kullanan seçmenin parmağına silinmez boya" sürüldü.
Hoş, aziz milletimizin uyanıkları ona da çare buldular. Boyanacak parmağı yağladılar. Boya cilde işlemeyince silindi. Uyanıklar da gitti ikinci defa oy kullandı.
Öyle idi, böyle idi diye laf etsek de şimdi "Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarası, kurumlar ile diğer gerçek ve tüzel kişilerin her türlü işlem ve kayıtlarında esas alınır" diyen 5490 sayılı yasanın 47’nci maddesi orada duruyor, üstelik yürürlükte bulunuyor.
Dahası... Bu "kimlik numaralı" nüfus cüzdanlarını herkesin 29 Nisan 2008’e kadar almış olması lazımdı. O yasa hükmü de orada duruyor.
Nitekim yasa koyucu, 29 Mart seçiminde bu mesele çıkacak diye 13 Mart 2008 tarihinde tutmuş, 1961 tarihli yasayı değiştirmiş. "Seçmen kimliği, nüfus hüviyet cüzdanı veya kimlik tespiti amacıyla düzenlenmiş ve Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarasını taşıyan resmi belgelerle belirlenir. Hangi resmi belgelerin kimlik belirlenmesinde kabul edileceği, Yüksek Seçim Kurulu’nca, seçimlerin başlangıcında tespit ve ilan edilir" demiş.
Yüksek Seçim Kurulu da, Başkan Muammer Aydın’ın bize ifade ettiğine göre seçimin başlangıç tarihi olan 1 Ocak 2009’dan hemen sonra bir bildiri yayımlayarak seçimde "TC kimlik numarasının" esas alınacağını bildirmiş. Daha sonra TRT aracılığıyla kamuoyuna aynı yönde duyurular yapmış. Son olarak da hem 10 Mart hem de 18 Mart tarihli kararlarıyla aynı temel ilkeyi tekrarlamış.
Daha doğrusu, yasa hükmünü tekrar duyurmuş. Ancak tartışma büyüyünce, "Madem bazı vatandaşlar üzerinde kimlik numarası yazılı resmi belge getiremiyor, bari nüfus idaresinden mühürlü imzalı -ve içinde kimlik numarası yazılı- nüfus kayıt örneği getirsinler" demiş.
Nüfus kayıt örneği çok kolay alındığı için bu yolu göstermiş. Ama birileri hálá, "Onu da isteme... Kimliğini ispat edene zorluk çıkarma" diye ısrar ediyor.
Ediyor da bu akıllıların tavsiyesine uyarak yapılacak seçimin iptali dava edilirse, ona nasıl çare bulacaklar. Onu kimse söylemiyor.
Yazının Devamını Oku 20 Mart 2009
HÜRRİYET’te dün Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in, "İşsizlik kadınlar yüzünden artıyor" başlığını görünce, "Siyasi yaşamımızın unutulmaz vecizelerinden birini de o söylemiş" diye düşündük. Ama söylemişse de pek öyle söylememiş, "teğet" geçmiş. Ekonomik krizin ülkemizden "teğet" geçeceğini Başbakan Erdoğan söylemişti ya... Onun gibi.
Zaten Şimşek de "teğet" geçen ekonomik kriz yüzünden işsizlik rakamlarının tüm rekorları kırması nedeniyle görüşlerini açıklarken söylemiş o, "kadınlar" ile ilgili sözleri. Tam ifadesi de şöyle imiş:
"İşsizlik oranı niye artıyor biliyor musunuz? Çünkü krizde daha çok iş aranıyor. Özellikle kadınlar arasında kriz döneminde işgücüne katılım oranı daha artıyor."
Ne olacaktı başka?
Kriz yüzünden eşi işsiz kalan kadın "Bari eve ekmek getirmek için ben çalışayım" demeyip de ne diyecekti?
"Türkiye’deki işsizlik rakamlarını ’kadınlar’ yükseltiyor ama Amerika’dakini, İngiltere ve Almanya’dadakini kadınlar yükseltmez. Çünkü eşleri işsiz kalsa da onlar iş aramaz" diyebilir miyiz?
Demek ki "kadın-madın" bahanesine sığınmanın anlamı yok. Ortada çok ciddi bir işsizlik sorunu var ve bunu çözmek gerekli. Nokta!
Şimşek’in sözü bize, rahmetli Turgut Özal’ın başbakanlık yıllarında "enflasyon"la ilgili açıklamalarını anımsattı. Merhum ekonomiyi yakından izler, özellikle enflasyon yüksek çıkınca çok rahatsız olurdu. Her defasında "kabahat hükümetin değil" mesajı vermek için bir bahane icat ederdi: Örneğin bir defasında "Pazara sebze meyve naklinde aksama oldu o yüzden yükselen fiyatlar enflasyonu yükseltti" diye, bir başkasında "10 günlük bayram tatili nedeniyle KDV’yi toplayamadık. Bir de herkes avans parasını alıp tatile gitti. Bu bizi perişan etti. Enflasyonun hızlanmasında biraz da bunun tesiri var" (8 Kasım 1985, Cumhuriyet) sözleriyle açıklamıştı. Bir defa da "Enflasyondaki artışın sebebi politikalardan dolayı değildir. Tahminimiz Türkiye’nin elli senedir geçirmediği bir kış geçirmesinden dolayıdır" (4 Mayıs 1987, Cumhuriyet) demişti.
Oysa gerçek, ekonominin uzun süre önce sağlığını yitirmiş olmasıydı.
Dedik ya, bizim siyasi yaşamımızda böyle "vecize"ler az değildir diye...
Aradan çok zaman geçti ama iyi anımsarız... Demokrat Parti (DP) iktidara geldikten hemen sonra Başbakan Adnan Menderes, "Beş günde düvel-i muazzama (büyük devletler) arasına girdiğimizi" ilan etmişti.
DP’nin özellikle ilk yıllarında aklınıza gelen ne kadar eksik, ne kadar bozuk şey varsa hepsinin faturasını CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’ye çıkarmak modaydı. O sırada Başbakan Yardımcısı olan -merhum- Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, İsmet İnönü’nün Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı’na sokmamış olmasını eleştirmiş ve "Bu yüzden milletin erkekliği öldü" demişti.
Onu izleyen yıllarda da az vecize ile karşılaşmadık. Bunların en keyif vereni Necmettin Erbakan’dan duyulurdu. "Önümüzdeki beş senede yüz bin tank yapacağız" vecizesi unutulmayan örneklerden biriydi.
Bu tür sözler sonuç vermiyor, çözüm üretmiyor ama hiç değilse Türkiye’nin bu kasvetli ortamında biraz neşelenme olanağı veriyor.
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2009
ÖYLE bekleyelim de, tekzip etmezse sonra yazalım dediğimizi zannetmeyin. Çünkü Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in, "Size göre yargı bağımsız mı?" diye soran gazeteciye, "Gayet tabii... Yargının birtakım sorunları var, ama Türkiye’de yargı bağımsız değildir demeyi de haksızlık sayarım" yanıtı vermesi sürpriz değildi.
Şahin’e göre "Yargının bağımsızlığı konusundaki tartışmalar, dışarıdan yargıya çokça müdahale girişimi sonucu ortaya çıkıyor"muş.
Demek ki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti, "Türkiye’de yargının bağımsız olduğuna" inanmaktadır.
Peki ama o zaman AKP programına 2001 yılında konulan ve halen de orada duran "Yargıç tarafsızlığı ve yargı bağımsızlığı tam olarak sağlanacak, yargıç güvenceleri korunacaktır" ibaresi neyi ifade ediyor?
"Evet o zaman öyle yazıldı ama sonra yargıyı bağımsızlaştıracak, yargıca güven sağlayacak şu şu yasalar çıkarıldı" diyebilseniz, mesele kalmaz ama herkes biliyor ki, yok öyle bir şey.
Daha doğrusu o yönde bir yasa çıkarılmasından vazgeçtik, ne bir önceki Bakan Cemil Çiçek ne de şimdiki bakan Mehmet Ali Şahin, bu yönde bir tek yasa taslağı hazırlatmadı.
Ondan da vazgeçtik.
Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in geçen yıl mayıs başında Avrupa Birliği Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn’e alelacele sunduğu bir "Yargı Reformu Strateji Belgesi" vardı. Onu anımsarsınız.
Söz konusu belge bilindiği gibi, Avrupa Birliği’nin baskısı üzerine hazırlanmıştı. Çünkü AB bize -daha doğrusu hükümete- "Öteki ülkeler gibi siz de yargı reformunuzu hangi aşamalarda neler yaparak gerçekleştireceğinizi ortaya koyan bir Strateji Belgesi hazırlayıp vermezseniz, AB’ye üyelik müzakerelerinin "Yargı Faslı"nı açmayız" demişti.
Üstelik "yargı reformu"nun, yargıyı siyasi baskıdan tamamen uzak hale getirmesi yani AKP programındaki ifadeyle "yargı bağımsızlığını tam olarak sağlayacak" tedbirleri içermesi şart koşuluyordu.
Peki belgede o tedbirler var mıydı?
Yargıyı bağımsızlaştırmak şöyle dursun belgede, Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na (HSYK) Meclis tarafından da üye seçilmesi yani "siyasi iradenin, yargıya şekil vermesi" önerilmekteydi.
Ötekilerden söz etmiyoruz. Örneğin, Adalet Bakanı ile müsteşarın HSYK’da kalmaları, adli teftiş mekanizmasının, yargıç ve savcıların sicil dosyalarının ve HSYK sekreteryasının Bakanlık bünyesinde olması, savcıların ve yargıçların "idari" açıdan Bakanlığa bağlı kalmaları gibi sakıncalar aynen korunmaktaydı.
Dahası... Adalet Bakanı Şahin, kimsenin aklına gelmeyen -muhtemelen eşi de bulunmayan- bir öneriyi daha dile getiriyor ve "Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında disiplin cezası yolunu açmak gerektiğini" ileri sürüyordu.
Belli ki Bakan Şahin’in oturduğu yerden bakınca tüm bunlar "yargı bağımsızlığı" yönünden sakınca teşkil etmiyor.
Evvelce de öyle oldu. Örneğin önce Demokrat Parti iktidarına, sonra da 12 Eylül yönetimine, "yargı bağımsızlığının önemini" anlatamadık.
Dediklerimizin doğru olduğunu ancak iktidardan uzaklaşınca anladılar.
Yazık ki çok geç kaldılar...
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2009
TBMM eski Başkanı Bülent Arınç galiba "dikkat çekme" nöbeti geçiriyor. Çünkü ancak o nedenle söylenebilecek sözlerle haber olmaya çalışıyor. Tabii bu arada da kendi deyimiyle "barsaklarını temizlemiş" oluyor.
Önce dünkü gazetelerde çıkan beyanından başlayalım:
"Höt’lerle ’möt’leri değil, neler(i) gördük, neler!" diyor.
"Eskiden ’höt’ dedi mi bin tanesi, tabana kuvvet kaçarlardı" dedikten sonra 12 Mart 1971 tarihli askeri müdahale üzerine Başbakan Süleyman Demirel’in istifasına gönderme yaparak, "Şapkasını aldı gitti (...) ama demokrasiyi kurtaramadı" diye ilave ediyor.
Şimdi, "höt"lerden "möt"lerden korkmayan babayiğide soralım:
İster 12 Mart 1971, ister 12 Eylül 1980, ister 28 Şubat 1997 tarihli müdahalelerden sonra hiç, "Ben höt’lerden, möt’lerden korkmayan Avukat Bülent Arınç olarak bu müdahaleleri yapanlara açıkça meydan okuyor ve onların demokratik rejime müdahalesini kınıyorum" anlamında bir şey söylediniz mi?
Söylediniz de biz duymadıksa lütfen o beyanınızı tarihiyle, yeriyle ortaya çıkartır mısınız?
Çıkartın da hiç değilse milletimiz bir demokrasi kahramanı tanısın.
Doğrudur, 12 Mart 1971 müdahalesi üzerine Süleyman Demirel istifasını vermişti ama istifa ederken hiç değilse bu müdahaleyi "Anayasa ve hukuk devleti anlayışıyla bağdaştırmanın mümkün olamayacağını" söylemişti.
Peki ya Bülent Arınç’ın da o tarihteki lideri Necmettin Erbakan ne yapmıştı?
Biz söyleyelim:
Pılıyı pırtıyı topladığı gibi soluğu İsviçre’de almıştı.
Gelelim yakın günlere... Arınç 13 Mart 2009 günü bazı emekli kuvvet komutanlarını kastederek "İyi ki bunların zamanında savaşa girmemişiz" demişti değil mi?
İyi ama TBMM Başkanı seçilmesi üzerine kendisini tebrike gelsinler diye şirinlik muskaları takan, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ve Kuvvet Komutanları’nın yaptığı nezaket ziyaretini bir büyük "itibar" kanıtına dönüştürmeye çalışan da aynı Bülent Arınç değil miydi?
İlginçtir. Onlar emekliye ayrıldıktan sonra Arınç birden kahraman kesildi. "Kimsenin emir eri olmadığını" ancak o zaman anımsadı.
Son olarak da Arınç, "İstiklal Marşı"na taktı. "Resmi toplantılarla milli maçların dışında saygı duruşunda bulunulması" da "İstiklal Marşı söylenmesi" de, "gereksiz"miş. Çünkü esasen "Birileri ne der?" diye korktuğumuz için bunları yapıyormuşuz.
Bülent Arınç’a asıl "saygı duruşu" mu yoksa "İstiklal Marşı’nı söylemek" mi ters geliyor, onu iyi tartmak lazım. Bize kalırsa onun derdi, kendi anlayışına uygun düşmeyen -"İslamda yeri yok" demeye getirdiği- "saygı duruşu" iledir. Ama sayınız ki yanılıyoruz. Söyler misiniz "İstiklal Marşı’nı söyleme"nin kime ne zararı vardır?
Not: Merhum Erdal İnönü’nün eşi Sayın Sevinç İnönü, 11 Mart tarihli yazımda TÜBİTAK’ı "kuran isim" olarak sadece merhum Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu’ndan söz etmiş olmam nedeniyle bir açıklama gönderdi. TÜBİTAK’ın ilk "Bilim Kurulu"nda değerli bilim adamları Cahit Arf, Erdal İnönü dahil toplam 11 bilim adamının görev aldığını anımsatarak "bu gerçeği anımsatmamı" istedi. Merhum Erdal İnönü’ye olan saygımı da dikkate alarak Sayın Sevinç İnönü’nün isteğini yerine getiriyorum. O.E.
Yazının Devamını Oku