22 Nisan 2009
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan dün partisinin Meclis Grup toplantısında harika dersler verdi. "Yargı bağımsız" dedi. "Milli İradeye saygı" talebinde bulundu. "Seçimden zaferle çıktıklarını" ileri sürdü. "Ekonomik krizin Türkiye’yi teğet geçtiği" yolundaki değerlendirmesinde ısrar etti. Ve "tüm yerel yönetimlere eşit davranma" vaadinde bulundu. Daha da var ama, şimdilik bu kadarı yeter.
Başbakan Erdoğan’ı dinleyenler, "Galiba bir başka ülkeden söz ediyor" diye düşündülerse, haklıdırlar. Çünkü bugün "bağımsız" olduğunu ileri sürdüğü yargının "bağımsız olmadığını" -her fırsatta yazıyoruz- siz veya ben değil, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) 2001 yılından beri uyguladığı programı yazıyor. Hatta yazmakla kalmıyor aynen, "Yargıç tarafsızlığı ve bağımsızlığı tam olarak sağlanacak, yargıç güvenceleri korunacaktır" diyor.
Tayyip Erdoğan bu ülkede 2003 yılından beri Başbakan sıfatıyla sorumluluk taşıdığına göre 6 yılı aşkın zamandır parti programındaki taahhüdünü tutması mümkündü.
Merak ediyoruz 2003 yılından beri "yargıç tarafsızlığı ve bağımsızlığı" konusunda verdiği sözü tuttuğuna ilişkin bir tek -sadece bir tek- örnek gösterebilir mi?
Tam tersine yargı bugün yoğun şekilde siyasi baskı altındadır. Örnek mi istiyorsunuz?
Eski İstanbul Baro Başkanı Av.Turgut Kazan geçen gün VATAN Gazetesi’nde yayınlanan mülakatında söyledi:
Başbakan Erdoğan’ı, Abdullah Öcalan’dan söz ederken "Sayın" dediği için 3 kuruş tutarında tazminat ödemeye mahkum eden Kartal’daki mahkemenin yargıcı Sevgi Övüç hakkında derhal soruşturma açılmış. Göstermelik sebep "kararların geç yazılması" imiş. Oysa yargıç hanım mahkemenin "yazı işleri müdürünün olmadığını" önceden bakanlığa bildirmişmiş.
Başbakanı mahkum etmenin bedeli olduğunu göstermek baskı değil mi?
Peki ya dün herkesten "milli iradeye saygı" talep eden Erdoğan’ın aynı konuşmasında Kuzey Kıbrıs’taki seçimi kazanan Ulusal Birlik Partisi’ni tehdit edip, "Biz orada KKTC Cumhurbaşkanı’nın elini zayıflatacak herhangi bir adımın hiçbir zaman yanında olmayız, bunu da açıkça söyleyeyim" demesini hangi "milli iradeye saygı" kavramıyla açıklayacağız?
Son yerel seçim sonuçları konusunda "birilerinin yaptığı gibi rakamlar üzerinden cambazlık yapmayacağını" söyleyen Erdoğan’ın, "Elbette AK Parti (AKP) bu seçimden zaferle çıkmıştır. Bu seçimin birincisi AK Parti’dir" şeklindeki sözlerini esas alırsak, 28 Mart 2009 tarihinde yani seçimden sadece bir gün önce Star gazetesinde yayınlanan aşağıdaki habere ne diyeceğiz?
"Gazetecilerin seçimle ilgili sorularını da cevaplayan Erdoğan, ’Benim seçimlerle ilgili iki kıstasım var. Biri yerelle alakalı. 28 Mart’a (bir önceki yerel seçime) göre yerel değerlendirme yapacağız. Ona göre yüzde 42’nin üstünde olmamız lazım. İl Genel Meclisi seçiminde ise 22 Temmuz’u yani yüzde 47’yi baz alıyoruz. Bunların altı bizim için başarısızlık olarak kabul edilebilir’ diye konuştu."
Son seçimde AKP yüzde 38.7 oy aldığına göre Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, "birileri gibi rakamlar üzerinde cambazlık yaptığına" mı hükmetmemiz gerekecek, yapmadığına mı?
Ekonomik krizin teğet geçip geçmediğini siz de biliyorsunuz. Ona bakarak Başbakan Erdoğan’ın "yerel yönetimlere eşit davranıp davramacağını" da siz tahmin edin.
Yazının Devamını Oku 21 Nisan 2009
KÜLTÜR ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay dün, Ergenekon soruşturmasıyla ilgili olarak kamuoyuna yansıyan sözlerini "söylemedim" dememiş ama biraz "tevil" etmiş. Nitekim "Soruşturmayı çok önemsiyorum, sonuç almasını diliyorum. O nedenle, katılmadığımız, sakıncalı bulduğumuz her görüşü bu soruşturma vesilesi yapmayalım" demiş. Günay’ın sözlerini birlikte anımsayalım:
Son günlerde Türkiye’de yaşayıp da Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan’ın evine yapılan polis baskınını, Başkent ve Giresun Üniversiteleri Rektörleriyle eski Rektörler Prof. Dr. Ferit Bernay, Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu ve Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran’ın gözaltına alınmalarını ve Giresun Rektörü dışındakilerin tutuklanıp cezaevine konulmalarını konuşmayan kimse kalmadı.
Kültür Bakanı Günay da bir muhabirin de bulunduğu bir ortamda düşüncelerini açıklamış. "Özellikle o iş (Prof. Saylan’a ve ÇYDD’ye yapılan operasyon) çok saptırıcı birşey oldu" dedikten sonra bir soruyu yanıtlayarak "Ergenekon soruşturmasının AKP aleyhine işlediği"ni söylemiş. "Bu şeye benziyor. 12 Mart geldi. Darbecilik işine bulaşmışları aldı. Sonra döndü Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya’yı, Prof. Dr. Bülent Nuri Esen’i almaya başladı ve iş sulandı" demiş.
Şimdi kıyamet kopuyor. Özellikle kabine arkadaşlarından gelen saldırılardan anlaşılıyor ki, birilerini (çok muhtemelen Başbakan Erdoğan’ı) kızdırmış olmalı.
Hele bir de helikopter kazasında ölen Türkiye Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun naaşının Mehmet Akip Ersoy’un İstiklal Marşı’nı yazdığı Tacettin Dergahı bahçesine gömülmesini öngören Bakanlar Kurulu kararını imzalamamış olması var ki... Ertuğrul Günay’ı Allah, iyi sıhhatte olsunların hışmından korusun.
Nitekim Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin dün gazetecilere, "Ben Kültür ve Turizm Bakanlığı’yla ilgili bir değerlendirme yapsam, herhalde o da bunu şık bulmaz. O halde birbirimizin görüşlerine saygı duymalıyız" demiş sonra da hem "yargı"ya dışarıdan müdahale edilmemesi gerektiğini ifade etmiş hem de Türkiye’de yargının "bağımsız" olduğunu söylemiş. Oysa onun "bağımsız" dediği yargının "bağımsız" olmadığını, öncelikle ve özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi Programı söylüyor.
Ama asıl mesele o değil. Asıl mesele Günay’ın dedikleri doğru mu değil mi, o’dur.
Biz Günay’ın doğru bir tespit yaptığı inancındayız. O bir.
İkincisi, "yargıya müdahale edilmemesi" her toplumda korunması gereken temel kuraldır ama buna önce o kuralı başkalarına karşı savunanlar uymalıdır. Örneğin Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 22 Şubat 2009 günü Diyarbakır’da, "yargı"dan başka kimsenin karışmaması gereken Ergenekon soruşturması konusunda "Bu konunun peşini bırakmayacağız. Bu olay nereye varırsa varsın devam edeceğiz" demesi "müdahale" olmuyor mu? Başbakan’a düşen "Yargının gerçekleri ortaya çıkartmasına var gücümüzle destek olacağız" demek midir, "Bu olay nereye varırsa varsın devam edeceğiz" demek mi?
Eğer meseleyi böyle koyarsanız aynı zamanda, "İstemezsek devam etmeyiz" demiş olmuyor musunuz?
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2009
ÖNÜMÜZDEKİ günlerde tekrar tartışılacağı için kendi görüşümüzü açıklamak gereğini duyduğumuz bir konu var gündemde: Kimine göre "Gazeteciler görev yaparken protokol kurallarına tabi değildir. O nedenle -geçen gün Harp Akademileri’nde yaşandığı gibi- Genelkurmay Başkanı salona girince herkes ayağa kalksa bile gazetecilerin kalkmaması gerekir. Çünkü gazetecinin konumu gözlemciliktir.
Kimine sorarsanız "Salona Genelkurmay Başkanı girerken oradaki herkes gibi gazetecilerin de ayağa kalkması doğru olur. Hatta alkışlara katılmaları da mümkündür."
Doğrusu bizim medya dünyasının tartışmayı ve net bir kanaate ulaşmayı ihmal ettiği konulardan biridir bu. O nedenle birkaç gün arkadan gelmiş olsak da tartışmaya katılmayı gerekli gördük.
"Ayağa kalkmak"la ilgili temel kural şudur:
"Devlet Başkanı’nın (ister Cumhurbaşkanı ister Kral/Kraliçe olsun) girdiği mekánda iseniz derhal ayağa kalkmanız gerekir."
Zaten o mekánda bulunanlara yüksek sesle "Sayın Cumhurbaşkanı’nın o mekánı onurlandırmak üzere oldukları" bildirilir. Bu durumda kadın erkek, büyük küçük, asker sivil kim varsa ayağa kalkar ve Cumhurbaşkanı yerine oturmadan kimse oturmaz.
Sizin "gazeteci" olmanız veya "basın toplantısı" nedeniyle orada bulunmanız Cumhurbaşkanı’nın bulunduğu ortamda bir şeyi değiştirmez.
Onun dışında hiç kimse için topluca ayağa kalkmak diye bir gereksinim yoktur.
Bu kuralın utanç veren bir istisnası, yıllardır siyasi partilerin Meclis Grup Toplantıları’nda sürüp gitmektedir. Çünkü lider grup salonuna girince o partinin tüm milletvekilleri ayağa kalkmaktadır. Oysa bu, "tüm milleti temsil" yetkisine sahip olan milletvekillerini ve onların şahsında "milleti" küçük düşüren bir yanlıştır. Ne var ki liderler kendi egolarını tatmin uğruna bu yanlışın sürüp gitmesine göz yummaktadır.
Ancak bu dediklerimiz "sivil" protokol için geçerlidir.
Askeri protokolde durum farklıdır. Ona göre, "Özel" sayılmayan ortamdaki herkes, en üst komutanın girdiği yerde ise ayağa kalkar. Genelkurmay Başkanı için bu fazlasıyla geçerlidir.
O nedenle bulunduğunuz yerde "askeri protokol" kuralları uygulanıyorsa sizin de ona uymanız beklenir. "Ben gazeteciyim, uymak zorunda değilim" demeniz doğru olmaz. Taa ki o, "basın için düzenlenmiş bir olay" olmasın.
Çünkü o takdirde hem "gazetecilik kuralları" hem de "kamuoyu" ön plana gelir. Gazetecilerin karşısına çıkan kişi artık "kamuoyuna duyması gereken saygının" kurallarına tabi olur.
Örneğin Sayın Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un bu ayın sonunda yapacağı basın toplantısına katılacak gazetecilerin Sayın Başbuğ salona girdiği zaman ayağa kalkmaları yanlış olur.
O nedenle Sayın Başbuğ’un 14 Nisan günü yaptığı konuşmayı dinlemeye davetli "gazeteci"ler de orada nihayet birer "konuk" idiler. Gazeteciliğini unutmayıp "Ben bu konuşmayı kamuoyuna duyurmak üzere buradayım" diyenler örneğin alkışlara katılmamış olabilirler. Ama böyle bir düşünceyle protokol kurallarına uymamışlarsa yanlış yapmışlardır.
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2009
BUGÜN sizlerle paylaşacağımız konu başka idi. Ama Federal Almanya Parlamentosu’nun üyelerinden Prof. Dr. Hakkı Keskin, Başbakan Tayyip Erdoğan’a hitaben -belki gazetelerin haber sütunlarında da okuyacağınız- bir "Açık Mektup" yayınlamış. Mektubu okuyunca bugünkü yazı hakkımızı Prof. Dr. Hakkı Keskin’e devretmeye karar verdik.
Buyurun özetini birlikte okuyalım:
"Sayın Başbakanım,
2002 seçimlerini kazanarak daha sonra başbakan olduğunuzda sevindiğimi söyleyemem. Ancak sizin seçim sonuçlarıyla hak ettiğiniz şansı kullanmanızı içtenlikle savundum. (...) İlk yıllarda hükümetinizin yaptığı reformları ve izlediği ekonomi politikasını destekliyordum. (...)
(Ancak) Özelikle 2007 yılı başından bu yana izlediğiniz politikayla, (yanıldığımı) gördüm.
Kanımca başbakan olarak sizin ve partinizin yapmakta olduğu en büyük yanlış, Türk toplumunun son derece derin bir kutuplaşmaya taşınması olmuştur. (...) Bundan hükümetiniz sorumludur.
Bu son derece kaygı verici oluşumun sonucu olarak, Türkiye’nin saygın ve yurtsever insanlarına karşı, demokrasi ve hukuk dışı uygulamalarla yapılmakta olan baskı ve sindirme politikaları, asla kabul edilemez.
Adına ’Ergenekon’ denen yargılama operasyonları çerçevesindeki esas amacın, hükümetinizi eleştiren öğretim üyeleri, medya mensupları, laik ve çağdaş yaşam savunurlarının hak etmedikleri suçlamalarla karalanmaları, gözaltına alınmaları, hatta gerekçesini bilemedikleri nedenlerden tutuklanmaları, olduğu açıkça görülmektedir.
Bunun çok yakında Batı ülkeleri kamuoyunda da görüleceğinden kuşkunuz olmamalıdır. Açıkça görüldüğü gibi bu baskılar gerçek Atatürkçü, aydın ve laik insanlara karşı, şeriat devleti yanlılarının bir misilleme ve öç alma uygulamalarıdır. (...)
Ne ideolojik, ne siyasi ve ne de etik değerleri bakımından asla bir araya gelemeyecek kişilerin ’Ergenekon’ denen darbeci, ırkçı, milliyetçi ve cinayet olaylarına karışmış oldukları söylenen kişilerle kovuşturulmaları, yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Bu uygulamalar, bağımsız olduğu söylenen yargı adına öç alma planları çerçevesinde ve istenerek yapılmaktadır.
Eğer bu operasyonlar söylendiği gibi bağımsız olduğu iddia edilen yargı tarafından yapılıyorsa, bu uygulamaların gerçek hukuk devletiyle asla bağdaşamayacağı çok açıktır. Hukuk devleti mahkeme kararı olmaksızın yüz binlerce insanın telefonlarının dinlenmesine izin vermez. (...) Eğer Türkiye’de gerçek hukuk devleti olduğu iddia ediliyorsa o zaman bu uygulamalar hukuk dışıdır, yasalara aykırıdır. Yok eğer bu uygulamalar mevcut yasalara uygun yapılıyorsa, o zaman da bu yasalar gerçek bir hukuk devleti ve demokrasiyle bağdaşmamaktadır. (...)
Sayın Başbakanım,
Bir siyasal bilimci ve siyasetçi gözlemiyle belirtmek isterim: Türkiyemizin içinde bulunduğu bu durum, ülkemizi son derece kuşku veren ve sizin de asla isteyemeyeceğiniz gelişmelere taşıyabilir. İvedi olarak Türkiye’yi bu kutuplaşmadan kurtarmak, yeniden sosyal ve siyasal barışı sağlamak öncelikle sizin görevinizdir. (...)
Saygılarımla."
Yazının Devamını Oku 17 Nisan 2009
UZATMAYA niyetli değiliz. Çünkü Türkiye’de gündem çok çabuk değişiyor. Ama yine de Orgeneral İlker Başbuğ’un "Genelkurmay Başkanı" sıfatıyla 14 Nisan günü yaptığı konuşmanın daha önce değinmediğimiz iki bölümüne ilişkin görüşlerimizi sizinle paylaşmak istiyoruz.
Bunlardan biri Başbuğ’un deyimiyle "sivil-asker ilişkisi", diğeri "terör" konusu.
Sivil-asker ilişkisine Başbuğ, daha çok siyasi iktidarla Silahlı Kuvvetler ilişkileri açısından baktı. Bunları "hukuk devleti"ni, "demokrasi"yi özümsemiş bir aydın yaklaşımıyla dile getirdi. Çeşitli kaynaklara gönderme yaparak "askerin yetkili siyasi makamlara tekliflerde bulunma" hak ve görevine değindi. "Bu tavsiyelerin, tekliflerin dinlenmesinin ve değer verilmesinin" beklenmesi gerektiğini ifade etti. "Karar vermenin yetkili siyasi makamlara ait olduğunu" vurguladı. Ama "samimi, gerçekçi, profesyonel tavsiyelerin dikkate alınmaması durumunda ortaya çıkacak olumsuz sonuçların sorumluluğu da büyük ölçüde karar verici durumdaki siyasi makamlara aittir" dedi.
Bu uyarı hem Başbuğ’un konuşmasındaki önerilere kulak verilmesini beklediğini göstermesi hem de siyasi iktidara "kendi sorumluluğunu anımsatması" nedeniyle bize önemli göründü.
Ancak Başbuğ’un "sivil-asker ilişkisi"ni bu kesimlerin üst kademeleri arasındaki ilişki parantezine alması eksiklikti.
Gerçi Başbuğ sivil-asker ilişkisi bağlamında yeni ve önemli açılımlar başlattı. Özellikle "medya" ile ilişkilerde daha "kucaklayıcı" oldu. Ama sivil-asker ilişkisinde daha atılması gereken çok adım var. Özellikle halkın var olan yüksek "güveni"ne "sevgi"yi de ilave etmek için bu önemli. Bu anlamda en iyi örnek ABD ve İsrail ordularıdır. Onların ne yaptığı öncelikle araştırılmalıdır.
Terör bağlamında Başbuğ önce PKK’nın nerdeyse 30 yıldır tüm çabalarına rağmen Türkiye’de etnik bir çatışma yaratamadığına değindi. Nedenlerini sayarken Türkiye’deki "Gruplar arasında büyük kültürel farklılıklar" ve "Bürokratik kuruluşlarda ve sosyal yapılanmalarda bölünmeler" olmadığını; "Özellikle siyasal haklarda eşitsizlikler veya diğer tarafa verilen öncelikler" diye bir sorun bulunmadığını, ayrıca "ülkenin ana konularından farklı görüşler"den söz edilemeyeceğini belirtti.
Tamam, etnik çatışma olmadı ama terör belası da 30 yıldır bitmedi.
Başbuğ, terörle mücadele sürecinin kısalması için işte o nedenle hükümete bazı tavsiyelerde bulundu. Örneğin:
1- Devlet, nedenlerini inceleyerek örgüte katılımları kontrol altına almalı,
2- Dağ kadrosunun örgütten ayrılmasını sağlayacak yeni yasal düzenlemeler yapılmalı,
3- Terörle mücadele sadece terörist odaklı olarak görülmemeli, milli gücün bütün unsurları (güvenlik, ekonomi, sosyo-kültürel çaba, propaganda ve uluslararası faaliyet) devreye sokulmalı.
4- Uluslararası destek tam olarak engellenmeli,
5- Irak’ın kuzeyindeki PKK varlığı mutlaka etkisiz hale getirilmelidir, dedi.
Sonuncusunun askeri kısmı Silahlı Kuvvetler’in işi. Ama ötekiler hükümetin görevi.
Başbuğ’un herkesin kendi sorumluluğunu taşımasını isteyen sözleri belki de bununla ilgiliydi.
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2009
GENELKURMAY Başkanı İlker Başbuğ’un önceki gün yaptığı konuşma uzunca süre tartışılabilecek gibi görünüyor. Dün gazetelere baktık. Başkan’ın "hukuka ve demokratik rejime saygı" temeline oturtulmuş konuşması hayli övgü almıştı.
Türk Silahlı Kuvvetleri’ne "dinsiz" diyebilen insafsız müfteriler ise tükürdüklerini yalamanın sıkıntısını sergiliyordu.
Ama en çok Başbuğ’un "Türk milleti" ve "Türkiye halkı" kavramlarına ilişkin sözlerinin tartışıldığına tanık olduk. Bu bağlamda en dikkati çeken ise, Başbuğ’un "Türkiye (halkı) lafını çekin, oraya Türk koyun, bu etnik bir tanım olur" şeklindeki cümlesinin önemsenmesiydi.
Başbuğ’un hem dinleyicilere dağıtılan konuşma metninde hem de Genelkurmay Başkanlığı’nın resmi web sitesindeki versiyonunda bu cümle yok. O nedenle resmi metni mi, yoksa irticalen kullandığı cümleyi mi esas almak gerekir sorusunun yanıtını Genelkurmay Başkanlığı verebilir.
Önce belirtelim:
Başbuğ’un konuşması, yukarıdaki cümle var sayılsa da sayılmasa da yer yer Sayın Süleyman Demirel’in 1991 sonlarında kullandığı "Kürt realitesini tanımak" yaklaşımına ve Cumhurbaşkanı iken birkaç defa telaffuz ettiği "Anayasal vatandaşlık" kavramına yakın mesajlar içermektedir.
Ancak bu mesajların ve Sayın Başbuğ’un görüşlerini dayadığı yaklaşımın yeterince isabetli olduğundan kuşkuluyuz. Çünkü Sayın Başbuğ görüşünü, ABD Başkanı Barack Obama’nın TBMM’de yaptığı konuşmada "Modern Türkiye’nin de ABD ile benzer birtakım prensipler üzerine kurulduğunu zannettiğine" ilişkin sözlerinden hareketle açıklamaktadır.
Bir defa Obama’nın "zannı" isabetli değildir. Çünkü ABD ile Türkiye’nin kuruluşu, "benzer" prensiplerden çok "benzemeyen" prensiplere dayalıdır. Benzerlik için 10 örnek gösterirseniz, benzemezliğini 100 örnekle savunabilirsiniz. En basiti orada "federal" yapı birliğin çimentosudur, burada parçalanmanın ilk adımını teşkil eder.
Uzatmadan söyleyelim... ABD’de insanların etnik kökenlerini bireysel bazda öne çıkarmaları normaldir. Ama bu kimliğin "kollektif" şekilde tezahürü ve "özel hak" talebi söz konusu değildir. Çünkü ekonomik refah, iyi işleyen devlet ve toplumun teknolojik gücü buna fırsat vermez. Oysa Türkiye’de, bu avantajlardan mahrum bir devlet problemlere davetiye çıkartır.
Yine de ABD’yi "ulus-devlet" yapan anlayışla Türkiye’deki "ulus-devlet" anlayışını koruyan yaklaşım örtüşür. Bu örtüşmeye rağmen ABD’deki vatandaş-devlet ilişkisini "Anayasal vatandaşlık" zeminine oturtabilirsiniz. Ama "Amerikan halkı" yerine "Amerikan halkları" derseniz saçmalamış olursunuz.
Türkiye’deki "devlet-vatandaş ilişkisini" ise "Anayasal vatandaşlık" yani bir bakıma "hukuki bağlılık" çerçevesinde görmeniz ve "Türkiye halkı" diye tanımlamanız yeterli olmaz. Yeterli sayarsanız, "Türkiye halkı, çeşitli halklardan oluşur" diyen bir görüşü reddetmekte zorlanırsınız. Çünkü Türk ulusu ve Türk halkı kavramları, "hukukun" kapsam alanı dışında kalan, Başbuğ’un deyimiyle "ortak değerleri" de içerir. "İkincil kültürel kimlik" bunların alt değerlerini içerir. O nedenle Anayasal vatandaşlık kavramı yerine Türk halkını ve Türk ulusunu anlatan en iyi tanımlama, Atatürk’ün, kendisini Türk hisseden herkesi "Türk" sayan "Ne mutlu Türk’üm diyene" sözüdür.
Yazının Devamını Oku 15 Nisan 2009
GENELKURMAY Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un dün Harp Akademileri Komutanlığı’nda belki de gelmiş geçmiş en kalabalık basın mensubuna -başka konuklar da vardı- hitaben yaptığı konuşma, Türkiye gündeminin yine çok yoğun bir dönemine rastladı.<br><br>Bir yanda McCarthy Ergenekon’u... Öte yanda DTP baskınları... Ötekileri önümüzdeki günlerde de ele alırız. Başbuğ’un sözlerinden en önemli gördüğümüz bölüme değinelim diyoruz:
Orgeneral Başbuğ Silahlı Kuvvetlerimize karşı bir süredir sistemli şekilde sürdürülen "yıpratma" kampanyalarına değindi. Bunları iki noktada topladı:
1- "Demokratlık" adına yapılan yayınlar
2- Türk Silahlı Kuvvetleri’ni "din karşıtı" olarak gösterenlerin propagandaları.
Başbuğ, birinci kategoriye dahil ettiklerine siyasilerden alıştığımız türden "ağır" bir söz sarf etmedi. Sadece "Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı sistematik muhalefet yapılması demokrasimizi geliştirmeyecektir" demekle yetindi.
Yeri gelmişken belirtelim:
Başbuğ’un dün "Silahlı Kuvvetler’i yıpratma" şeklinde sunduğu konuya bir önceki Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt da 1 Ekim 2007 tarihinde aynı salonda yaptığı konuşmada "Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yapılan saldırılar" ara başlığından sonra değinerek şöyle demişti:
"Üzüntüyle söylüyorum. Bunlar son zamanlarda Silahlı Kuvvetler’e yapılan ve etik olmayan saldırılardır. Bu saldırılar, yalnız ülke içinden değil, ülke dışından da gerçekleştirilmektedir (...) Bugüne kadar kısmi suskunluğumuz devletimize, ulusumuza, dirlik ve düzenimize duyduğumuz saygıdan ileri gelmektedir. Şunun bilinmesini isterim ki, her şeyin bir hududu vardır. Bu hududu kimsenin zorlamaması gerekir."
Büyükanıt’ın sözleri sonuç almaya yetmemişti. Şimdi Başbuğ’un ne sonuç alacağını göreceğiz.
Başbuğ, ikinci kategoridekilere konuşmasının o bölümünde birşey demedi. Bunun yerine daha sonra "Halkımızın arasında ordunun en yaygın adlarından birinin Peygamber Ocağı olduğunu bilmekteyiz. Açıkça söyleyebiliriz ki Silahlı Kuvvetler hiç bir dönemde dine karşı olmamıştır. Bizim karşı olduğumuz husus, siyasi ve kişisel amaç ve çıkarlar için dinin ve dini duyguların alet edilmesidir, araç olarak kullanılmasıdır" diyerek değindi.
Konuşmanın bir başka bölümünde de "Bazı cemaatler hedeflerine ulaşmada kendileri için en büyük engel olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ni görmektedir. Bunun için de her fırsattan istifade ederek destekleyicilerinin de yardımıyla Türk Silahlı Kuvvetleri aleyhine faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Bu yapılanlara karşı hukuk devleti kapsamında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tepkisiz ve etkisiz kalacağını düşünmek büyük bir yanılgıdır" dedi.
Bu Başbuğ’un isim vermeden adres göstermesiydi.
Bu sözlerin uygulamadaki sonucunu görmek için de belli ki bekleyeceğiz.
Başbuğ’un değindiği başka önemli konular var. Onlara ancak fırsat çıkınca değineceğiz.
Yazının Devamını Oku 14 Nisan 2009
TESADÜF bu kadar olur... Evde birikmiş bazı belge ve dosyaları Basın Konseyi’ne göndermek amacıyla dolapları, kutuları karıştırırken Süddeutsche Zeitung gazetesinin o tarihte Türkiye muhabiri olan Wolfgang Koydl’ın Kemalizm aleyhindeki bir yazısı elimize geçti. Yazının bize fakslandığı tarih 13 Nisan 1999 imiş.<br><br>O yazıya aşağıda değineceğiz. Dün bir başka 13 Nisan’ın, yani 31 Mart 1909 tarihli İrtica Ayaklanması’nın 100’üncü yıldönümüydü.
Ve bugünün "31 Mart"çılarına karşı Atatürk ilkelerini savunan "Kemalist"lerin Türk polisi tarafından evlerinden, işyerlerinden alınıp İstanbul’a götürüldüğü, evlerine baskın yapılıp neleri var neleri yok arandığı gün de takvimler 13 Nisan 2009’u gösteriyordu.
Bu sütunu izleyenler bilirler:
"Bir soruşturma" devam ederken, o konuda yazılmış tek satırımız yoktur.
Ama dün, dördü üniversite rektörlüğü yapmış, kalanlardan önemli bir kısmı profesör unvanıyla üniversitelerde ders veren, hepsinin ortak özelliği "Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin temel değerlerine bağlılık" olan tanınmış aydınların evlerinin, işyerlerinin "uyuşturucu imalathanesi basar gibi" basılması itiraf edelim ki içimizde "isyan" duygusu yarattı.
Adaletin soracağı hesaba kimse karışmaz. Ama adaletin de "hukuk devleti" kuralları içinde görev yapması beklenir.
Peki Ergenekon diye bilinen bu soruşturma sürecinin "hukuk devleti" ilkelerine bağlı kalınarak sürdürüldüğü söylenebilir mi?
Söyleyenlere Prof. Dr. Metin Feyzioğlu’nun 22-23 Ocak ve 11 Şubat 2009 tarihli Cumhuriyet’lerde çıkan makalelerini bulup okumalarını tavsiye ederiz.
O nedenle bu soruşturmanın artık "hukuk" sürecinin dışına çıktığına inanıyoruz.
Ve işte o noktada, Süddeutsche Zeitung gazetesi muhabiri Wolfgang Koydl’ın 19 Ocak 1998 tarihli yorum-haberinde dedikleri geliyor akla. Biliyorsunuz Batılı dostlarımızı(!) en çok "Kemalizm" rahatsız eder. Çünkü "Kemalizm" bu ülkedeki "ulus-devlet"in mimarıdır. Atatürk devrimlerinin dayanağıdır. O da, "uysal" bir Türkiye isteyenlerin ikide bir karşısına çıkar. Wolfgang Koydl onlara sözcülük yaparak "Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve Şah’ın İran’ı, en az Türklerin Kemalist modelleri kadar dayanaklı görünüyorlardı. Ancak hepsi de dinsel veya etnik çekişmeler yüzünden yıkıldılar. (...) Lenin’in devleti 73 yaşındaydı, Yugoslavya 74 ve Atatürk’ün Cumhuriyeti, bu kritik yıl, 75 yaşına ulaştı" diyordu. Koydl’a göre "Türkiye her şeyden önce, her toplumsal ve politik gelişimini engelleyen taşlaşmış Kemalizm’i kırmalı" idi.
Avrupa Parlamentosu’nun Liberal Demokrat (İngiliz) milletvekili Andrew Duff, Eylül 2005’te: "Türkiye, (...) klasik milliyetçi Kemalizm’le mücadele etmelidir. Devletin gücü azaltılmalıdır. Kemalizm reforme edilmeli ve bu eski liderin fotoğrafları kamu binalarının duvarlarından indirilmelidir. Türkiye, artık Kemalizm’de değişme gereğiyle yüzleşmeli. Sadece yasalar, anayasa değil, Kemalizm kültürü ve felsefesi de değişmeli" diyordu.
Müjdeler olsun, çünkü artık sanıkları değil, Atatürk’ü yargılıyoruz.
Yazının Devamını Oku