12 Nisan 2009
KİM ne derse desin. Tüm haberler Türkiye ile Ermenistan arasında henüz kamuoyuna ilan edilmemiş bir mutabakatın olduğu izlenimini veriyor.<br><br>Hadi biraz daha ihtiyatlı bir dil kullanıp, "Başbakan Erdoğan’ın bu konuyla ilgili dünkü sözleri çıkıncaya kadar, durum öyleydi" demek daha doğru olur. Gerçekten, yakın günlere kadar ilişkimizi "Bir millet iki devlet" diyerek ifade ettiğimiz Azerbaycan’ı çok kızdırdık.
Bakü’den gelen haberler sadece Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in değil, Azerbaycanlı gazetecilerin, çeşitli sivil toplum örgütlerinin, kurum ve kuruluşların da Türkiye ile Ermenistan arasındaki görüşmelere büyük tepki gösterdiklerini bildiriyor.
Örneğin, yazılı, sözlü ve görüntülü 64 medya organı, Türkiye-Ermenistan arasındaki sınır kapıları eğer 1993’ten beri Ermenistan ordusunun işgali altında bulunan -Azerbaycan’a ait- Dağlık Karabağ’la ilgili sorunlar çözülmeden açılırsa, bu adımın "Ermenistan’ın işgalci siyasetini aklama anlamına geleceğini" ilan ettiler.
Neyse ki hem Başbakan Tayyip Erdoğan hem CHP Lideri Deniz Baykal ile MHP Lideri Devlet Bahçeli dün bu konuda Azerbaycan’a açık destek verdiler. Üçü de "Dağlık Karabağ sorununun çözülmesini" Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesinin temel koşulu olarak vurguladılar.
Ancak Tayyip Erdoğan’ın "Biz, Azerbaycan-Ermenistan arasında mutabakat sağlanmadığı sürece Dağlık Karabağ konusunda, Türkiye-Ermenistan olarak nihai bir sözleşmeyi imzalamayız" şeklindeki sözü, "Türkiye-Ermenistan arasındaki sınır kapılarını da açmayız" anlamına geliyor mu, o belli olmadı.
Çünkü sınır kapılarının açılması -ister haftada bir gün açılması şeklinde olsun, ister bazı başka kısıtlamalarla uygulamaya konsun- sonuç itibarıyla "sınıp kapısı açıldı" anlamına gelir. Bir süre devam eden kısıtlılık hali, çok geçmeden ortadan kalkar ve özellikle Dağlık Karabağ sorununun çözümü yönünden elde bulunan en önemli koz uçuverir.
Nitekim daha şimdiden Ermenistan’dan gelen haberler, Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’dan tutun, sokaktaki Ermenistan vatandaşlarına kadar hemen herkesin sevinç naraları attığını göstermektedir. Örneğin, Serj Sarkisyan 14 Ekim’de Türkiye’de oynanacak Türkiye-Ermenistan futbol maçını izlemek için bu kapılardan geçerek Türkiye’ye gelmeyi umut ettiğini söylemektedir.
Milliyet Gazetesi muhabiri Cenk Başlamış da, Erivan’daki Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Richard Kirakosyan’ın Türkiye ile Ermenistan arasında mutabakata varıldığına ilişkin haberleri değerlendirirken, "Tek millet iki devlet sloganının can çekişmeye başladığını" söylediğini ve "Olaylar hangi yönde gelişirse gelişsin, bundan sonra Azerilerle Türkler arasındaki ilişkiler hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak" dediğini bildiriyor (10 Nisan 2009).
Gördüğünüz gibi daha ne Ermenistan’ın, Türkiye toprakları üzerinde hak iddia eden politikalarından söz ettik, ne "soykırım" ihtilafına değindik, ne de "Ağrı Dağı’nı almayı ulusal bir özlem olarak devamlı taze tutmalarına" ilişkin bir şey söyledik.
Ermenistan ile ilişkiler normalleşmeli ama önce Ermenistan’ı yönetenler normalleşmeli.
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2009
ELLERİNE oyuncak silah verilmiş 4-5 yaşlarındaki "polis" üniformalı yavrular, oyuncakların namlusunu birbirine doğrultmuş, "polis"lik oynuyorlar. Görüntü resmi bir törende çekilmiş. Etrafta bu küçücük masum yavruların birbirini şakacıktan öldürme talimine keyifle bakan büyükler var. Yavrularının da babaları gibi olacağından gurur duyan büyükler.
Polis teşkilatının kuruluşunun 164’üncü yıldönümü dolayısıyla yurdun pek çok yerinde törenler düzenlenmiş. Polisler, polis bayramını kutlamışlar.
Yukarıda sözünü ettiğimiz görüntü maalesef hemen her yerdeki törende üç aşağı beş yukarı aynen tekrar edilmiş:
Kiminin elinde oyuncak bir otomatik silah, ötekinin belinde, bedeniyle nispetsiz bir oyuncak tabanca...
Bunu "halka sevgiyle yaklaşmasını, güven vermesini; hakkın, hukukun koruyucusu, kanunun uygulayıcısı olmasını" istediğimiz polis yapıyor.
Onun öteki eşini de 22 Mart 2009 tarihli Hürriyet’in birinci sayfasını görenler anımsarlar:
Sahne Diyarbakır’da bir Nevruz kutlaması... Çok çok 6-7 yaşında bir yavru. Tanınmaması için başı "poşu" ile sarılmış. Tıpkı PKK’lı büyüğü gibi. Kıyafeti "Ben bir Kürt gerillayım" diyor. Zaten elinde gururla tuttuğu oyuncak Kalaşnikof da resmi tamamlıyor.
O da büyüyünce "gerilla" (!) olacak. Yukarıda sözünü ettiğimiz yavrular polis olunca karşı karşıya gelecekler. Ve ilk fırsatta da birbirlerini öldürecekler.
Gazeteci Hrant Dink’in cenaze töreninde eşi Rakel Dink’in yaptığı konuşmayı anımsıyor musunuz?
Hani, "Yaşı kaç olursa olsun, 17 veya 27... Katil kim olursa olsun... Bir zamanlar bebek olduklarını biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim" dediği konuşmayı...
Rakel Dink’in "sorgulamamızı" istediği "karanlığı" başka yerde aramayalım. O bizim zihnimizde...
Zihnimizde olduğu için de resmi törenlerde, bayramlarda kolayca karşımıza çıkıyor.
Amerikalılar, Avrupalılar çocukların televizyonlardan aldığı şiddet ve öldürme kültürünü etkisizleştirmek için çareler ararken onu çocuklara biz kendi elimizle vermiyor muyuz?
Çocuklarını böyle yetiştiren bir toplumun içinde huzur, sevgi, barış yeşerebilir mi?
Yukarıda sözünü ettiğimiz fotoğraflardan birinin altına arkadaşlarımız, büyüyünce ne olacaksınız diye sorulan polis üniformalı yavruların, "Polis olucaz!" dediklerini yazmış, sonra sormuşlar:
"Peki ya olmazlarsa?"
Yanıt çok basit:
Rakel Dink’in söylediği gibi "katil" olurlar.
İşte o ihtimali önlemek, küçücük yavrulara üniforma giydirip ölüm oyunu oynatmanın sakıncasını görmesi gereken büyüklere düşüyor.
Kurulalı 164 yıl geçmesine rağmen bu kadar basit bir gerçeğin "polis" yetkilileri tarafından görülememiş olması da insanı ayrıca üzüyor.
Yazının Devamını Oku 10 Nisan 2009
FENER Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin ikide bir ısıtıp "çözülmemiş bir sorun" diye Türkiye’nin karşısına çıkardığı "Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nun açılması" meselesi, ABD Başkanı Barack Obama’nın Türkiye’ye gelmesi nedeniyle yeniden "dayatıldı": Konuyu Obama’ya tekrar Patrik Bartholomeos götürmüştü.
Obama da Meclis’te yaptığı konuşmada açıkça değindi.
Bu mesele bilindiği gibi Patrik Bartholomeos’un "Türkiye Cumhuriyeti yasaları dışında" bir çözüm için yıllardır sürdürdüğü inat yüzünden ikide bir karşımıza çıkıyor. Çünkü Bartholomeos, kendisine yapılan "İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi bünyesinde bu okul açılabilir" şeklindeki öneriye "Hayır" diyor. "Okul Patrikhane’ye bağlı olmalı" diye diretiyor.
Son olarak dünkü gazetelerde Başbakan Tayyip Erdoğan’ın konuyla ilgili soruları, "Şu anda Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasıyla ilgili bir çalışma yok. Olduğu zaman gerekli bilgi verilecek" diyerek yanıtladığı bildirildi.
Devlet Bakanı Prof. Dr. Said Yazıcıoğlu da; "Türkiye’de özel dini öğrenim müessesesi açılamıyor. Anayasa’ya aykırı. Türkiye hukuk devletidir. Yaptığınız işin, hukuk devleti içinde olması lazım. Orada bir sıkıntı var, gayret gösterilmesi lazım. Bir formül bulunur nihayetinde" demiş.
Ankara’daki arkadaşlarımızdan Nuray Babacan, Devlet Bakanı Yazıcıoğlu’nun "Bir formül bulunur nihayetinde" diyerek verdiği işaretin altını dolduran bilgiler veriyor. Buna göre çözümü Lozan Antlaşması’nın 40’ıncı maddesinde bulanlar varmış.
Söz konusu 40’ıncı madde ilk bakışta böyle bir çözüm için uygunmuş gibi görünüyor. Çünkü maddede;
"Müslüman olmayan azınlıklara mensup olan Türk vatandaşları hukuk bakımından ve fiilen diğer Türk vatandaşlarına uygulanan işlemlerin ve sağlanan güvencelerin aynından yararlanacaklar ve özellikle, harcamaları kendilerince yapılmak üzere, her türlü yardım, dinsel ya da sosyal kurumları, her türlü okul ve benzeri öğretim ve eğitim kurumları kurma, yönetme ve denetleme ve buralarda kendi dillerini özgürce kullanma ve dinsel ayinlerini serbestçe yapma bakımından eşit hakka sahip bulunacaklardır" deniyor.
Oysa madde, Türkiye’deki gayrimüslim azınlıklara -örneğin Rumlara- "Ancak diğer Türk vatandaşlarının yararlandıkları güvence ve davranışlar" kadar hak tanımış.
Doç. Dr. Sibel Özel de konuyu inceleyen bir kitabında bunun "negatif hak" olduğunu söylüyor. O nedenle "diğer (örneğin İslam dinine mensup) vatandaşlara tanınmamış hak"kın "gayrimüslim"lere tanınması söz konusu olamayacağını savunuyor.
Nitekim, "Diğer Türk vatandaşları özel yüksekokul olarak teoloji eğitimi veren bir okula sahip iken Heybeliada Ruhban Okulu kapatılmış olsaydı Lozan Antlaşması’na aykırılık söz konusu olurdu" diyor.
Bartholomeos işte o nedenle yani "Diğer vatandaşlara tanınmamış bir hakkı" almak amacıyla ısrar ve inat ettiği için diyoruz ki, "Kendisini Türk yasalarının üstünde görmektedir."
Rumların kendi dilleriyle eğitim veren okul açmalarına izin veren Lozan maddesi ise başkadır. O nedenle Lozan kapısı da kapalıdır.
Yazının Devamını Oku 9 Nisan 2009
OBAMA yüzünden değinemedik ama sıra şimdi geldi. Böylece "dik durmayı" pek seven Başbakan Tayyip Erdoğan’ın son "diplomatik zaferlerini" değerlendirme yolu açıldı.<br><br>Diplomatik zafer biliyorsunuz bizim devlet büyüklerinin hangi masaya otururlarsa otursunlar aldıkları sonucun adıdır. Gerçek öyle olmasa bile sonuç kesinlikle "zafer"dir. Benim güzel halkım da bu tür şişinmeleri sahi zanneder.
"Davos"la övünür.
"Medeniyetler İttifakı" projesini ciddiye alır. "NATO Genel Sekreterliği’ne Danimarka Başbakanı Anders Fogg Rasmussen’in getirilmesi önerisine, "Dünya barışına katkı sağlayacak yetenekleri konusunda ciddi şüphelerim var" diyerek karşı çıkan Başbakan Tayyip Erdoğan’ı hem bu sözü nedeniyle alkışlar, hem de o sözden geri dönmesini kutlar.
Önceki akşam NTV’de izlediğimiz eski diplomatlarımız Onur Öymen ve Faruk Loğoğlu özetle, "Medeniyetler İttifakı eğer iki ayrı medeniyeti öngören bir proje ise Türkiye hangi medeniyeti temsil ediyor?" diyorlar ve "Eğer İslam Medeniyeti" adına orada bulunuyorsak "devletimizin tüm dinlere eşit mesafede olduğu" iddiasıyla bunu nasıl bağdaştırabileceğimizi soruyorlardı.
Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliği’ne getirilmesine Türkiye, sözde "Karikatür krizi sırasındaki tutumu nedeniyle gelip İstanbul’da bir konuşma yapması ve İslam dünyasından özür dilemesi koşuluyla EVET demişti" değil mi?
(O karikatürlerin gerçekten çok çirkin olduğu doğrudur.)
Rasmussen geldi ama o nedenle değil, basın mensuplarının karşısına çıkarken, otelde düşüp omzu çıktığı için kolu sarılı olması yüzünden özür diledi. Karikatürler konusunda da görüşlerinin değişmediğini ama herkesin dini inançlarına saygı gösterilmesi gerektiğini söyledi.
Velev ki "özür dileseydi"... Öyle ya, dileyebilirdi de... O zaman Rasmussen "yetenekli" mi olacaktı?
Onu da bırakın... Şimdi Avrupa Birliği ülkeleri basını ne yazıyor biliyor musunuz? "Türkler bu politikalarıyla NATO içinde bir çıban başı olduklarını gösterdiler. Onunla da kalmayıp Avrupa Birliği’ne tam üye olmasını savunanları da zor durumda bıraktılar" diyorlar.
Peki ya Fransa ile ilgili tutumumuza ne diyelim? Fransa bizim Avrupa Birliği’ne tam üye olmamızı yani Avrupa Birliği ile bugüne kadar imzalanmış tüm anlaşmaların öngördüğü "hakkımızı" inkár ediyor değil mi?
Peki onun "uluslararası hukuktan doğan hakkımızı" inkár ettiği bir dönemde sıra Fransa’nın NATO’nun askeri kanadına tekrar dönmesi için yapılan oylamaya gelince biz ne yaptık?
Biliyorsunuz NATO’da kararlar "oybirliği" ile alınır. O nedenle 28 üyeden biri "Hayır" derse -nitekim Rasmussen olayında da Türkiye’nin oyu o yüzden önemliydi- o konuda karar alınamaz. Alınamaz ama Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı çıkan Fransa’nın NATO askeri kanadına dönmesine biz kuzu kuzu "evet" dedik. Bizim "evet"in ardından Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy bir açıklama daha yaptı. "Ben Türkiye’nin AB’ye tam üye olmasına hálá karşıyım" dedi. Peki bizim dünyayı hayran bırakan yiğitlik nerede kaldı?
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2009
ABD Başkanı Barack Obama geldi, güzel şeyler söyledi. George W. Bush’un kırıp döktüğü Türk-Amerikan ilişkilerini onarmaya çaba sarf etti. Kanımızca büyük başarı sağladı. O arada Türkiye’ye "Önümüzdeki 24 Nisan’da 1915 olaylarından söz ederken ’soykırım’ deyimini kullanmama" sözü verdi. Bizden isteklerini dile getirdi ve gitti. İstekler, yanılmıyorsak Obama’yı buraya getiren nedenler yanında çok da önemli değildi.
Öyle ya... Obama o kadar yolu herhalde "Ermenistan’la aranızdaki sınır kapısını açın; Fener Patrikhanesi’nin istediği Ruhban Okulu’nun açılmasına izin verin" demek için tepmedi.
Hatta iki ülke ilişkilerinin adını "stratejik ortaklık"tan "model ortaklığa" dönüştürmek için geldiği de söylenemez. Çünkü o da sebep olarak doyurucu görünmüyor.
"Teröre karşı işbirliği" de yeni değil.
E, herhalde ABD’de oynayan "Basketbolcu Hidayet ve Mehmet’i izlediğini" bize duyurmak da değildi maksadı.
Zaten o laflar "halkla ilişkiler" yemidir. Nitekim bakarsanız George W. Bush’un İstanbul’a yaptığı son ziyaret sırasında da aynı cümleyi kullandığını görürsünüz.
Barack Obama gerçekten "İslam dünyasına mesaj vermek için en uygun ülke Türkiye olduğu için" burayı seçti.
Bunu kendisi de söyledi. Ama Beyaz Saray kaynaklarının "Başkan Obama asıl mesajını daha sonra başka bir İslam ülkesinde verecek" dediği, dünkü yabancı gazetelerde bildirildi.
Biz onun "Neden bizde değil de Türkiye’de?" türü tepkileri azaltmayı amaçladığını sanıyoruz.
Çünkü Türkiye ötekilerden farklıdır:
Hem İslam ülkelerine örnek teşkil edecek bir demokrasiye sahip olduğumuz için, hem de demokrasiyi uygularken laik rejimi bugüne kadar koruyabildiğimiz için.
Keza ABD’nin "İslamiyet’le kavgası olmadığını" ifade edebileceği en güvenilir ülke olduğu için farklıdır.
Obama bu açılımının ilk işaretini 20 Ocak 2009 günü Başkanlık görevini devralırken yaptığı konuşmada zaten vermişti.
Bu mesajın ve açılımın neler doğuracağını herhalde yakın gelecekte görmeye başlayacağız.
Yapılan görüşmelerden sonra bir ortak bildiri yayımlanmadığı için Obama’nın örneğin Afganistan’a yeni Türk askeri isteyip istemediğini, Irak’tan çekilecek ABD askerlerinin Türkiye üzerinden geçmesi konusunun ne ölçüde konuşulduğunu bilmiyoruz.
Keza bu tür talepler geldiyse Türkiye’nin yanıtı ne oldu, ondan da haberdar değiliz.
"Evet" dedikse ne gibi koşullarla dedik? Onun karşılığında ne istedik? Merak ediyoruz.
Örneğin "Irak’taki askerlerinizi çekerken götürmeyeceğiniz silahlarınızı, mühimmatınızı ve diğer teknik araç ve gereçlerinizi Türkiye’ye bırakın" dedik mi?
Onu demedikse 1991’deki ilk Körfez Harekátı ardından olduğu gibi boşa basmayıp o silahların ve mühimmatın PKK’nın eline geçmesini engelleyecek bir güvence talep ettik mi?
Yazının Devamını Oku 7 Nisan 2009
TÜRKİYE’nin gündemi kaç gündür Başkan Barack Obama ile doluydu. Doğrusu o da hakkını verdi: Başkanlık döneminin başında Müslüman çoğunluklu ülke olarak önce Türkiye’ye gelmesi zaten gönüllerde bir "iyi kabul" kapısı açmıştı. Geldikten sonra söyledikleriyle de geniş bir sempati halesi yaratmayı başardı. Belki "George W.Bush’un yıktığını onarmakta başarılı oldu" demek daha doğru olur.
"Obama, Türkiye’ye neden geldi?" sorusu bugünlerde çok duyuluyor.
Haklı bir soru... Çünkü uluslararası ilişkilerde "hatır" yahut "sempati" değil, "çıkar" rol oynar.
Kimse için sır değil. Obama Türkiye’nin, Afganistan’da Taliban güçlerine karşı savaşan NATO gücüne o bölgeye daha fazla asker göndererek katkıda bulunmasını istiyor.
Bu ayın 24’ünde yayınlamak zorunda olduğu "1915 olayları" konulu mesajda "Türkler, Ermenilere karşı soykırım uygulamıştır" dememek için Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin hızla iyileşmesini teşvik ediyor.
Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın bu bölgesiyle ilgili her meselede kilit rolü oynayabilecek konumda bir ülke olan Türkiye’yi ABD ile daha yoğun işbirliği içine sokmanın önemini biliyor.
"Neden Türkiye’ye?" sorusunu yanıtlamaya bunlar bile yetiyor. Ancak sebep ne olursa olsun Obama’nın hem Türk kamuoyuna hem de tüm İslam dünyasına sıcak mesajlar verdiği inkár edilemez.
"Amerika Birleşik Devletleri bugüne kadar İslamiyet’le hiç savaşmadı. Bugün de savaşmıyor, hiçbir zaman da savaşmayacak" sözleri ise "Ya bizdensiniz yahut karşımızdasınız" diyen George Bush’la siyah-beyaz kadar farklı olduğunun göstergesiydi.
Büyük Atatürk konusundaki değerlendirmeleri ise, sırf o nedenle Türkiye’ye gelmesine değecek kadar önemliydi.
Daha da güzeli, Atatürk hakkında söyledikleri Obama’nın onu okumuş, felsefesini hazmetmiş bir aydın kişiliğine sahip olduğu izlenimini vermesiydi. Nitekim Atatürk’ün büyüklüğünü:
"Kendisi tarihin şeklini değiştiren bir liderdir. Ama Atatürk’ün yaşamına ait en büyük anıt, hiçbir şekilde taştan ya da mermerden inşa edilemez. Kendisinin bıraktığı en büyük miras, Türkiye’nin canlı, laik demokrasisidir. Ve bu Meclis de bunun devamını sağlamaktadır bugün.
Tabii ki bugünlere kolay ulaşılmadı. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Türkiye rahatlıkla yabancı güçlere teslim olabilirdi. Bunun yanı sıra, bir imparatorluğu devam ettirmeyi de tercih edebilirdi. Ama Türkiye, farklı bir gelecek benimsedi. Kendisini yabancı kontrolden uzaklaştırdı, bir Cumhuriyet kurdu. Bu Cumhuriyet, hem ABD’nin hem de diğer dünya ülkelerinin saygısını kazandı. Tabii ki bu öykünün ardında basit bir gerçek var; Türkiye’nin demokrasisi, sizin kendi başarınızdır. Bu, size hiçbir şekilde bir dış güç tarafından diretilmedi. Türkiye, hem geçmişinin başarılarından güç aldı hem de her nesil Türklerin çabalarıyla güçlendi, ileriye doğru yol aldı" diyerek anlattı.
Bunlar bir yabancı devlet adamından beklenecek nezaket cümleleri değil. Bunu ancak Atatürk’ü anlayan söyleyebilir. Ama Atatürk’ü okuyunca "Ben ondan büyüğüm" diyenler tarafından değil elbet.
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2009
Gerekçelerinden bazılarına katılmasak bile NATO Genel Sekreterliği’ne getirilmek istenen Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen’e karşı çıktığı için, "Helal olsun! Tam yerinde tepki koydu" diyerek içimizden Başbakan Erdoğan’ı kutluyorduk.<br><br>Lakin felek fırsat vermedi. Sonunda Rasmussen, Türkiye’nin de oyu ile Genel Sekreter oldu. Konuyu biliyorsunuz... Yeni boşalan NATO Genel Sekreterliği’ne aday olan Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen’e, Türkiye karşı idi.
Bunu Başbakan Erdoğan üstelik davul zurnayla ilan etti.
Erdoğan’ın iki temel gerekçesi vardı:
Rasmussen, PKK terör örgütünün organı olduğunu saklamayan Roj TV’ye karşı yasal önlem almayı reddetmişti. Oysa bu "terörle mücadele" konusundaki yükümlülüğüne aykırı idi.
Gerçekten İngiltere, bir zamanlar Med TV adıyla yayın yapan bu kanalı "teröre karşı mücadele" kapsamında kapatmıştı. Şimdi Danimarka’nın duyarsızlığı kabul edilebilir bir şey değildi.
Erdoğan’ın ikinci tepkisi, 2005 yılı Eylül ayında 12 adet Hazreti Muhammed karikatürü yayınlayan Jyllands Posten isimli gazeteye karşı Rasmussen’in hiçbir şey yapmamasından kaynaklanıyordu. Rasmussen bunu "ifade özgürlüğü" sayıyor, Erdoğan, "Dinimiz rencide edildi" tezine dayanıyordu.
Erdoğan’ın hukuken bir de haklı olduğu nokta vardı, çünkü Danimarka’da 1938 tarihinden bu yana hiç uygulanmamış olan bir yasa hükmü, "dinlere hakareti" suç sayıyordu. Türkiye bu yasanın uygulanmasında ısrarlı idi.
Görüldüğü gibi Erdoğan tepki koymakta haklıydı. Ama tepki koyan Erdoğan’ın hesap etmediği şey, NATO’nun öteki üyelerinin baskısına direnip direnemeceğini dikkate almadan, "Rasmussen’e karşıyız" diye ilan etmesiydi.
Şimdi "Evet dedik ama önemli ödünler aldık" havası veriliyor.
Önemli ödünler de "NATO Genel Sekreter Yardımcılığına bir Türk’ün getirilmesi; NATO Başkomutanlığı’nda bir Türk Generale görev verilmesi" imiş.
Ötekiler nasihat olduğu için saymıyoruz.
Bunlar önemli ödün diyen varsa beri gelsin. Kaldı ki biz 12 Eylül döneminde "Yunanistan’ın NATO askeri kanadına dönmesine ’evet’ dememiz karşılığında Türkiye’ye asker sözü veren" sonra onu unutan NATO Başkomutanı General Rogers’i de biliyoruz.
General Rogers eğer sözünü tutsaydı, Ege Denizi üzerindeki komuta kontrol sahasıyla ilgili yetkiler Yunanistan’dan alınarak Türkiye’ye verilecekti. Oysa hiçbir şey olmadı.
Ama asıl mesele belki o da değil.
Asıl mesele Türkiye’nin dış politikasıyla ilgili bir konuda Başbakan Erdoğan alenen "Hayır diyeceğiz" tezini savunurken, Cumhurbaşkanı Gül’ün "Evet diyeceğiz" demesi, yani ülke yönetiminin tepe noktasında ciddi bir kopukluk olduğunun ortaya çıkmasıdır.
Şimdi ona mı yanarsınız yoksa yeni seçildiği zaman Başkan Obama’ya Türkiye’den seslenerek, "Dik durmasını" tavsiye eden Başbakan Erdoğan’ın NATO Genel Sekreterliği konusunda "dik" duramamasına mı?
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2009
HANGİSİ doğru konulu bir yarışma açsanız, Celal Talabani adının geçtiği yerde aradığınız "gerçeği" katiyen bulamazsınız. Dünkü gazetelere göre Talabani, "PKK" konusunda daha önce söylediklerini inkár etmiş, Mesut Barzani ile birlikte yaptıkları basın toplantısında, "PKK’nın Irak topraklarını terk etmesini" istediğine ilişkin haberleri yalanlamıştı.
Ayrıntısı da var:
Mesut Barzani, Avrupa gezisinden dönmüş. O Avrupa temaslarını Talabani’ye aktarmış. Talabani de, Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le Bağdat’ta yaptıkları görüşmeler hakkında Barzani’yi bilgilendirmiş.
Sonra ikisinin birlikte yaptıkları basın toplantısında Talabani, "PKK’ya çağrıda bulunarak silah bırakmasını ya da Irak’ı terk etmesini istedi" yolundaki haberlerin doğru olmadığını söylemiş. Ardından, "İddia edilen görüşlerin Türkiye’nin önerisi olduğunu, Güneydoğu’daki sorunun siyasal çözüme kavuşması gerektiğine inandığını" belirterek şöyle devam etmiş:
"Sözlerimi cımbızlayarak vermişler. Sözlerime bir bütünlük içinde bakıldığında öyle demediğim ortaya çıkacaktır. (...) Ben o konuşmamda, onlar (PKK’lılar) ısrarla silahlı mücadele yöntemini benimsiyorlarsa, kendi dağları var. O dağlar bizim dağlardan daha geniş ve daha vasidir, demek istedim" demiş.
Tamam mı?
Tamam!
Oysa Celal Talabani, tekzip ettiği sözleri sadece Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le birlikte 23 Mart 2009 günü Bağdat’ta yaptıkları basın toplantısında söylemiş değildi. Ondan önce Uluslararası Su Konferası için geldiği İstanbul’daki temaslarında da aynı görüşü yansıttığı kulislerde duyulmuştu.
Aksi söz konusu olsa Abdullah Gül, kendisiyle Irak’a giden gazetecilere uçakta:
"Bu işlerin (PKK terörünün) biteceği, kanın duracağı, kardeşliğin güçleneceği bir döneme girmemiz gerekir. Bunun sadece bir yolu olmaz. Bütün yollar denenecektir. Ben ümitliyim. Herkesin bu anlayışa geldiğini düşünüyorum" der miydi?
Dahası gazeteci Nur Batur’un sorularını, Süleymaniye’de yaptığı mülakatta yanıtlarken, "PKK’nın artık silah bırakması gerektiğini" söyleyen ve "Af çıkarsa, PKK, silahlarını ABD’ye teslim edecek" diyen de Talabani idi. (18 Mart 2009 SABAH)
Dün akşam saatlerinde aynı Talabani’nin, "Öyle demedim, böyle dedim" diye özetlenebilecek sözlerini yansıtan haber geldi.
Bu bilgiye göre, Barzani ile görüştükten sonra yaptıkları basın toplantısında:
"Ben arkadaşlara (arkadaş dediği PKK terör örgütünün başındakiler) sesleniyorum. Silahlı mücadelenin dönemi bitmiştir. Siyasi ve barışçıl yollara başvurmalarını istiyorum. Ve silahı bırakmalarını istiyorum. Ama eğer savaşmak istiyorsanız, gidin kendi dağlarınızda savaşın, bizim dağlarımızda değil dedim" demiş.
Bu sözlerin "hangisine güvenelim?" diye sorsanız, size sağlıkli bir yanıt verecek kimseyi bulamazsınız.
Ama kayıtlara geçen resmi beyan bu olduğuna göre, hiç değilse şimdilik ona inanalım.
Yazının Devamını Oku