Oktay Ekşi

Şahin’e gensoru

1 Mayıs 2009
CHP’nin üç Meclis Grup Başkanvekili Kemal Anadol, Hakkı Süha Okay ve Kemal Kılıçdaroğlu dün TBMM Başkanlığı’na bir gensoru önergesi vererek Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in TBMM’nin güvenine layık olmadığının karara bağlanmasını istemişler. Bizdeki siyaset anlayışını bilenler bundan bir şey çıkmaz derler.

Biz de aksini söyleyecek değiliz. O nedenle gensoru önergesi üzerindeki "zorunlu" görüşmeler tamamlandıktan sonraki oylamada "önergenin reddedildiği" karara bağlanınca kimse hayret etmesin.

Bu sonuç káğıt üstünde, "Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin Meclis’in güvenine layık bir siyasetçidir" anlamına gelse bile, Şahin’in gerçekten o güvene layık olduğunu ifade etmez.

Örneğin önergede, hepimizin telefonlarının 24 Nisan 2008 tarihinden itibaren üç ay süreyle Türkiye’de izlenebildiği gerçeği anımsatılıyor.

Biliyorsunuz, Türkiye’de böyle bir olanağa Emniyet Genel Müdürlüğü, Milli İstihbarat Teşkilatı, Jandarma Genel Komutanlığı (onun yetkisi sonra kısıtlandı) sahip. Yanılmıyorsak Genelkurmay İstihbarat birimlerinin de böyle bir olanağı var. İşte bu kurumların yetkilileri hepimizin en özel konuşmalarını bile kaydetmiş olabilirler. Bu üstelik herkesin bildiği vahim bir "insan hakkı ihlali" idi. Ama Adalet Bakanı Şahin bu ihlale, bile bile itiraz etmedi. O da gösteriyor ki, "hukukumuzu" Sayın Şahin’e emanet edemeyiz. Bu da bir Adalet Bakanı’nın o görevde bir dakika daha kalmasına izin vermeyecek kadar ağır bir durumdur.

Kaldı ki Şahin’in kırdığı ceviz bundan ibaret değildir.

Biliyorsunuz bir insanın telefonunun dinlenmesinin çok ciddi koşulları var. Bir tekini söyleyelim: Yasada sayılmış bir suçla ilgili bir soruşturmanın aydınlığa çıkması için "dinleme kararı alınmasından başka çare yoksa" bu yetki kullanılır. Üstelik o kararı ancak "yetkili mahkeme" verebilir.

Cemil Çiçek zamanında değiştirilen yönetmelik bakanlığın Teftiş Kurulu’na, yargıç ve savcıların telefonlarını dinleme amacıyla istemde bulunma yetkisini vermişti. Şahin bunun fiilen kullanılmasını sağladı.

Bir yandan "yargımız bağımsızdır" diyen, savcıların yargıçların hiçbir baskı altında kalmadan görev yapmaları gerektiğini -haklı olarak- savunan bir Adalet Bakanı, öte yandan kendisine bağlı Teftiş Kurulu’nun, yargıçları ve savcıları bu yolla baskı altına kapı açarsa, bunda dürüstlük olabilir mi?

Üstelik bu yetkinin yasal bir dayanağı da yoktur.

Önergede, meşhur Ergenekon soruşturması hakkında da çarpıcı tespitler var. Örneğin sanık avukatlarına bile verilmeyen bilgi ve iddiaların radyolarla, televizyonlarla ve yandaş gazetelerle kamuoyuna duyurulmasına göz yumulmasından Bakan Mehmet Ali Şahin sorumlu tutuluyor.

Bir yılı aşkın süredir hepimiz her gün görüyoruz. Bu tespit yanlıştır diyebilir miyiz?

Hani soruşturma gizli idi? Hani yayın dahil şu veya bu yolla yargıyı etkilemek suç idi?

Görülüyor ki, Sayın Şahin’in bu ülke adaletine en büyük hizmeti, istifasıyla olacaktır. Ama üzülmesin, Tayyip Erdoğan Başbakan işi inada bindirir. O nedenle Şahin’e karada ölüm yoktur.
Yazının Devamını Oku

Bu kadarı fazla

30 Nisan 2009
BİZ gazeteciler "olaylı" günlerde daha bir diriliriz. Öyle günde "gazeteci" yanımız heyecanla ayağa kalkarken "insan" yanımız kan ağlar. Çünkü bunlar genelde olumsuz olaylardır. İnsanları üzen haberleri verirken hem işimizi yapar hem de gizli bir suçluluk duygusu hissederiz.

Ama "iletişim"cinin kaderi budur.

Dün öyle bir gündü. Sabah yataktan kalkar kalkmaz, 9 yiğidimizin alçakça düzenlenmiş bir tuzağa düşerek şehit olduğu haberiyle sarsıldık. Onu Hakkári’deki 10’uncu şehit izledi.

O yavrularımız için hangi övgü kelimesini yazsanız yetersiz kalırsınız. Ama ne yaparsınız ki terörle mücadelenin masum insanlara da ödettiği bir bedel var.

Aynı gün Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, bir süredir kamuoyunun beklediği basın toplantısında daha önce eşine pek rastlamadığımız kadar açık ve içtenlikli bir tavırla kamuoyunun merak ettiği her konuya yanıt verdi.

Devam etmeden belirtelim:

Harp Akademilerinde 14 Nisan günü yaptığı konuşma nedeniyle yaşanan "Gazeteci ayağa kalkar mı kalkmaz mı?" sorusuna, 19 Nisan 2009 günü bu sütunda çıkan yazıdaki tavsiyeye uygun şekilde davranıldığı için de biz memnun olduk.

Okuyanların anımsayacağı gibi o yazıda gerekçesi açıklanarak, "Sayın Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un bu ayın sonunda yapacağı basın toplantısına katılacak gazetecilerin Sayın Başbuğ salona girdiği zaman ayağa kalkmaları yanlış olur" denmişti.

Basın toplantısı konularını ele alma şansına bugün sahip değiliz. Fırsat olursa önümüzdeki günlerde onları tartışırız ama açık bir gerçek var:

Birtakım hasta beyinliler ne derse desin, Başbuğ dün yine, "hukuk devleti kurallarına saygılı, demokrasiye ve Cumhuriyet’in temel değerlerine bağlı bir Genelkurmay Başkanı" idi.

Üçüncü olay, eski Adalet Bakanı Prof. Dr. Hikmet Sami Türk’ün canına kasteden iki (bir iddiaya göre üç) alçağın düzenlediği suikast idi.

Sebep, Hikmet Sami Türk’ün 20 Aralık 2000 günü yapılan ve "Hayata Dönüş" adı verilen operasyonun sorumlusu olarak görülmesi imiş.

Hayata Dönüş operasyonu başta DHKP-C isimli terör örgütü mensupları olmak üzere çeşitli örgüt üyesi mahkûmların, Ceza ve Tevkif Evleri’ndeki egemenliğine son vermişti.

Türk önce ceza ve tevkif evlerindeki insanların haklarını koruyucu yasal düzenlemeleri gerçekleştirdi. Ama bunlar oradaki çetelerin hoşuna gitmedi.

Sonra "cezaevlerini devletin egemenliği altına alma" çalışmasını başlattı. Asıl günahı, her türlü kanunsuzluğa son vermekteki kararlı ve cesur tavrı idi. "Hayata Dönüş" operasyonunda o yüzden güç kullanmak zorunluluğu vardı. O arada belki bazı masumların da canı yandı ama sorun da çözüldü.

Bir önemli olay da dün Meclis’te yaşandı. Barack Obama’nın hatırına Ermenistan’la muhabbet kurarken meğer "1915 olaylarını inceleyecek ortak komisyon eğer ’soykırım olmadı’ derse, Ermenistan’ın yine de soykırım olmuştur deme hakkını elinde tutmasına" razı olmuşuz. CHP İstanbul Milletvekili Şükrü Elekdağ dün Meclis’te bunu Dışişleri Bakanı Ali Babacan’a sormuş. O da "yok" diyememiş.

Hani bizim "kırmızı çizgiler" çizen bir hükümetimiz var ya... İşte bir örnek daha.
Yazının Devamını Oku

Dostça uyarı

29 Nisan 2009
ACABA diyoruz, kendi aralarında “En militan kim?” yarışması açtılar da haberimiz mi yok?Geriye bakıp, ne dediklerini anımsamayınca, Demokratik Toplum Partisi (DTP) Iğdır milletvekili Pervin Buldan’ın dünkü gazetelerde çıkan, “29 Mart’ta Kürdistan sınırlarını belirledik” sözünü ancak böyle bir gerekçeyle açıklayabiliyorsunuz. Ve o açıklama sizi, "Ağzından çıkanı kulağı duysa, herhalde böyle bir laf etmezdi" demeye zorluyor.

Sadece bu hanımın değil, DTP’nin öteki milletvekillerinin de "Hatip Dicle tarzı" bir üslubu var. Yırtıcı, yıkıcı, kin ve husumet üretici bir üslup.

Nitekim hanımefendi şöyle diyor:

"29 Mart seçimlerinde ’Kürdistan’ sınırlarını belirledik. Yani Van’ı aldık, Siirt’i aldık, 86 yıllık geleneği bozarak Iğdır’ı aldık. (...) Bu coğrafya Kürdistan coğrafyasıdır. (...) İsteseniz de, kabul etseniz de, etmeseniz de ’biz varız’ diyoruz. Bu halkın yanında yer almaya devam edeceğiz."

Bayan Buldan’a anımsatalım:

"Hanımefendi unutmayın, siz milletvekilisiniz. ’Bu halkın yanında yer almaya devam edeceğiz’ derken sadece Iğdır’da yahut Şırnak veya Diyarbakır’da yaşayan ve kendisini Kürt kökenli gören insanların değil, Kürt kökenli görmeyen insanların da yanında yer almakla yükümlüsünüz. Aksi halde yaptığınız şeyin adı ayrımcılık olur, ırkçılık olur, öteki bireylerin ’milliyetçi’ tavırlarından şikayet ederken, sizin yaptığınız tam bir etnik milliyetçilik olur."

Dahası... Milletvekili sıfatını hak edebilmek için yaptığınız yeminde verdiğiniz
’namus ve şeref sözünü’ de çiğnemiş olursunuz. Bu da öteki insanların size ’namussuz ve şerefsiz’ demelerine olanak verir."

Gelelim ağzınızdan çıkan şu "Kürdistan’ın sınırı" meselesine...

Önce siz "Iğdır’ı, Siirt’i, Van’ı" almadınız. Siz oralardaki yerel yönetim seçimlerini aldınız. Yani 29 Mart’ın sonuçlarını "tapu" gibi görmek sizi fena halde yanıltabilir. Bu bir.

İkincisi, oralar eğer "Kürdistan" ise yani bu sözle kendinizi, mensubu olduğunuzu sandığımız Türk ulusunun değil de ayrı bir ulusun parçası gibi gördüğünüzü söylüyorsanız, onun sonuçlarını da göze almış olmalısınız.

Örneğin size biri gelir de "Madem ayrı bir ulusun parçası olduğunuzu iddia ediyorsunuz, o takdirde bu ulusun (Türk ulusunun) dışında tutulmayı istiyorsunuz demektir. Bu isteğinizin sonucu olarak size, ’Türkiye’de yaşayan bir yabancı’ muamelesinin yapılmasına ve o hukukun uygulanmasına razı olacak mısınız" diyen biri çıkarsa ne yanıt vereceksiniz?

Bakın sivri dilliliğiyle dikkati çeken arkadaşınız Mardin DTP milletvekili Emine Ayna da kendisine "Türk" kimliğinin dayatıldığından şikayet ettiği zaman "Siz kendinizi Türkiye’de yaşayan bir Amerikalı gibi mi görüyorsunuz?" diyen gazeteci Nuray Başaran’a "Evet" diyememişti (30 Ocak 2008 Referans).

Herhalde bu ülkede "yabancı" sayılmayı göze alamamıştı.

Siz de diyemiyorsanız, bu ulusun bir parçası olmanın gereğini yerine getirmeyi öğreniniz. O zaman göreceksiniz ki "öteki" dediğiniz veya sandığınız insanlarla çözemediğiniz hiçbir şey yok.
Yazının Devamını Oku

Yanlış yok mu?

28 Nisan 2009
HERHALDE kalkıp tereciye tere satacak değiliz. Ama dün Bostancı’da bir terör yuvasına yapılan polis operasyonunun bilançosuna bakınca, "Bu tere böyle mi satılır?" demeye kendimizde hak görüyoruz. Bildiğiniz gibi biri polis öteki bir sivil olmak üzere 2 can kaybı var.

Onlara kimine göre 7, kimine göre 9 olmak üzere yaralıları da ekleyin.

Bir tarihte Mısır uçağını kaçıran teröristlere Mısır’ın özel birliği operasyon yapmış ve 3-5 teröristi öldüreceğiz derken uçakta canlı yolcu bırakmamıştı.

Bizim 164 yaşındaki sevgili polis teşkilatımızın da, girdiği bir operasyondan tam bir profesyonel başarıyla çıktığını görmeye galiba ömrümüz yetmeyecek.

Yukarıda dediğimiz gibi, bunların "teknik" değerlendirmesini yapmaya kalkacak değiliz. Çünkü onu ancak "uzman" kişiler yapar diye düşünüyoruz.

Ama dün yaşanan olayın "sürpriz" sayılacak hemen hiçbir tarafı olmadığına göre, polisin, her ihtimali önceden düşünmesi ve operasyon planını ona göre yapması gerekmez miydi?

"Efendim biz de aynen öyle yaptık" dendiğini duyar gibiyiz.

O zaman soralım:

Hadi şehit düşen genç Emniyet amiri Semih Balaban’ın terörist tarafından patlatılan bomba nedeniyle hayatını kaybetmesini ve beraberindeki 3 polis memurunun yaralanmasını, müdahalenin ilk anındaki yüksek riskle açıklayalım.

Peki olay yerindeki meraklı kalabalıktan Mazlum Şeker isimli gencin boynundan vurulup ölmesini ve NTV kameramanı İlhan Kandaz’ın kulağından yaralanmasını nasıl izah edeceğiz?

Polis böyle bir operasyonun ve silahlı çatışmanın gerektirdiği "güvenlik önlemlerini" gereğine uygun şekilde alsaydı ne o genç ölür ne de kameraman yaralanırdı.

Başka şekilde söyleyelim:

Alınan önlemin yetersizliğini bu ölüm ve yaralanma kanıtlamıyorsa ne kanıtlar?

Sadece bu örnek bile polisin eğitim eksiğini -daha doğrusu eğitim eksiğinin 164 senedir giderilmediğini- göstermeye yetmiyor mu?

Nitekim dünkü olayla ilgili haberleri okuyunca, "uzman" olmaya gerek kalmadan da bazı yanlışları görebiliyorsunuz.

Örneğin, "operasyon yapılan dairenin ön cephesindeki Emanet Sokak" trafiğe kapatılmış.

Ama operasyon saat 05.30’da başladığı halde, aynı dairenin "arka cephesinde" bulunan Mehmet Şevki Paşa Caddesi ancak saat 08.00’de trafiğe kapatılmış. İşin ilginç yanı, operasyon saat 11.30 sularında bittiği halde aynı cadde saat 09.00’da trafiğe tekrar açılmış.

Böyle bir durumu gören "Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?" demez mi?

Keza deniyor ki, operasyon sonunda öldürülen Orhan Yılmazkaya isimli teröristin bulunduğu dairenin üstünde ve altında yaşayanların can güvenliğini bir şekilde sağlamak -o şekil nedir, polisin bilmesi gerekir- öncelikli bir görev değil miydi? Sayınız ki o terörist çok büyük ve güçlü bir patlayıcıyla tüm apartmanı havaya uçurdu... Polis o zaman ne diyecekti?
Yazının Devamını Oku

Laf cambazı

26 Nisan 2009
BARACK Obama’ya bayağı umut bağlamıştık. Çünkü hem 24 Nisan’dan ikibuçuk hafta önce Türkiye’ye geleceksin, anti-Amerikan duygu ve düşünceleri büyük çapta geriletecek sözler söyleyeceksin... Böylece 1915-18 olaylarına "soykırım" demeyeceği izlenimi vereceksin...<br><br>Sonra da "soykırım"ın Ermenicesini söyleyeceksin. Bu fazla "cin"lik değil mi?

Gerçi Obama burada iken de açık şekilde, "Ben o olaylarla ilgili kanaatimi aynen koruyorum" dedi. Ama Türkiye ile Ermenistan arasında -Azerbaycan’ı derin şekilde kırma pahasına- sürdürülen görüşmeleri bizden çok Obama’nın istediği bilindiği için, Türkiye’de öyle bir iyimserlik doğmuştu.

Daha doğrusu, o iyimserliğin doğmasına asıl Obama’nın, "Şimdi geriye değil ileriye bakma zamanı" anlamındaki sözleri yol açmıştı.

Ama belli ki Barack Obama, "kelimelerle oynamayı" seviyor.

Kullandığı kelimelerin sizin zihninizde uyandırdığı çağrışım onun değil, sizin sorununuz.

O nedenle, "Ben size söz mü verdim?" dese yanıtınız yok.

Hatta tam tersine, "Kanaatim değişmedi" demişliği var. Üstüne gitseniz onu gösterebilir.

Bize dönüp "soykırım"ın İngilizcesi olan "genocid" kelimesini kullanmadığını savunabileceği gibi, Ermenilere dönüp, "Siz ’genocid’e ’Meds Yeghern’ (Ermenice büyük felaket) demiyor musunuz? Açın konuşmama bakın, aynen sizin dediğinizi dedim" dese, Ermenilerin de diyecek lafı olmaz.

Üstelik yaptığı açıklamanın öteki cümlelerini okuyunca görüyorsunuz ki resmen "genocid" dememiş ama, "demişten beter" etmiş. Çünkü olayları düpedüz "genocid" olarak anlatmış.

Buna bizim dilimizde "dürüstlük" denmez, bunun adı "laf cambazlığı"dır.

Tamam, Barack Obama bu cinliği sayesinde herkesi susturacağını düşünmüş olabilir. Ama bundan sonra ağzından çıkan her cümlenin altında buna benzer "bir cinlik var mı yok mu?" diye düşüneceğimizi de kendisi bilmelidir.

Nitekim şimdi ne İsa’ya yár olabildi ne Musa’ya!

Türkiye kızgın... Hatta Obama’nın Türkiye’yi ziyareti sırasında düzenledikleri basın toplantısında, Obama’nın, "Kanaatim değişmedi" demesi üzerine, doğrusu kendisinden hiç de beklemediğimiz kadar açık, yürekli ve kararlı bir ifadeyle, "1915 olaylarında Türklerin de Ermeni çeteleri yüzünden büyük bir kıyıma uğradığının unutulmaması gerektiğini" söyleyen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, dün aynı görüşleri aynı netlikte tekrarladı.

Türkiye Dışişleri Bakanlığı bile -ki biliyorsunuz, her şeyi sineye çekme alışkanlığıyla meşhurdur- Obama’nın açıklamasındaki, "1915 olaylarıyla ilgili tarih yorumunu kabul etmemiz mümkün değildir. 1915 olayları bağlamında o dönemde ve o bölgede yüz binlerce Türk’ün hayatını kaybettiği gerçeği de unutulmamalıdır" dedi.

CHP Lideri Deniz Baykal’ın, MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin açıklamaları bundan da sert.

Öte yandan Obama ne Ermenistan kamuoyunu ne de "soykırım" konusundaki azgınlığıyla tanınan Ermeni diasporasını tatmin etti. Çünkü onlar da "soykırım"ın "Ermenice"sini değil İngilizce’sini duymak istiyorlardı.

Bu hesaptan Obama kárlı mı çıktı zararlı mı?
Yazının Devamını Oku

Ve hukuk konuştu

25 Nisan 2009
DÜN hem hukuk dünyamızın hem de genel kamuoyunun karşısına yepyeni bir Anayasa Mahkemesi Başkanı çıktı. Hep öyle kalır mı bilmiyoruz ama Anayasa Mahkemesi’nin 47’nci kuruluş yıldönümünde konuşan Haşim Kılıç, bazen kızdığımız bazen de "hukuk kökenli değil" dediğimiz Haşim Kılıç değildi.

Gerçekten Kılıç’ın dün yaptığı konuşmayı okuyunca "Herhalde yüksek mahkemenin tüm üyeleri bunun altına imza atar" dedik, çünkü "hukuk devleti"ne, "hukukun üstünlüğü" ilkesine, "demokrasi"ye, "insan onuru"na saygısı olan herkesin üzerinde oybirliği edebileceği gözlemleri ve önerileri vardı.

En ilginci de, genel olarak bugünkü siyasi iktidarınkilere yakın bir anlayışa sahip olduğuna inandığımız Haşim Kılıç’ın, ikide bir "yargımızın bağımsız olduğunu" söyleyen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ve Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in gözlerinin içine baka baka gerçeğin hiç de öyle olmadığını haykırmasıydı. Kılıç;

"Devlet güç ve kudret demektir. Bunun sınırlanmadığı ve denetlenmediği yerde keyfilik ve hukuksuzluk vardır. Hukuk devletinin temel unsuru olan yargı, toplumu hukuk süzgecinden geçirerek arındıran bir niteliğe sahiptir.

Bağımsızlığı ve tarafsızlığı sağlanamamış bir yargının, arındırmadan daha çok kirliliği artıracağı kuşkusuzdur. Güçlü ve tarafsız bir yargı demokrasinin, laikliğin ve sosyal devletin güvencesidir. (...) Yargının, en son sözü söyleyen güç olması sebebiyle, tarafsızlığı ve bağımsızlığı yaşamsal önem taşır. Bir yargıcın tarafsızlığı onun onurudur"
diyordu. (Burada geçen "tarafsızlık" kaydı ayrı bir tartışma konusudur.)

Kılıç’ın insanlarımıza "Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunma hakkı" verilmesine ilişkin görüşlerine, siyasal partilerin kapatılmasına ilişkin düşüncelerine yeri gelirse değiniriz. Ama acilen üzerine gidilmesini istediği hususlar var ki, onları vurgulamamak haksızlık olur.

Kılıç, özellikle "Ergenekon soruşturmaları" ve "Ergenekon davası" nedeniyle iyice çığırından çıkan uygulamalara şöyle değiniyor:

"Anayasa’nın 138. maddesinde açıkça, ’Hiçbir organ, makam, merci veya kişi yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hákimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz’ denilmesine rağmen, yargıyı etkileme ve yönlendirme çabaları halen devam etmektedir.

Her önemli davada yargı siyasi düşüncelerle kuşatılmakta, mahkeme hákimlerinden önce, medya ve siyaset dünyasının yargıçları kararlarını vererek davayı sonuçlandırmaktadır.

Mahkemeleri yönlendirme ve etkileme çabaları ile hákimlerin ve savcıların özel hayatlarının didiklenerek vicdani kanaatlerinden uzaklaştırma gayretleri suçtur. Savcılarımızın işlenen bu suçlara karşı hareketsizliği düşündürücü ve üzücüdür.

Yargı kararı olmadan suçlu ilan edilen insanların onurları yok edilmektedir. Bu bir insanlık suçudur.

Yasaları uygulama aşamasındaki özensizlikler insanların haysiyet ve şerefi üzerinde onarılması güç yaralar açmaktadır."

Sayın Başbakan ve Adalet Bakanı bunları dinleyince acaba hiç üzerlerine aldılar mı?
Yazının Devamını Oku

Ermenistan kumarı

24 Nisan 2009
SİZ her adımda bir "kırmızı çizgi" ilan ederseniz, Türkiye-Ermenistan yakınlaşması böyle "resmi açıklamalarla" karşınıza çıktığı zaman insana sorarlar:<br><br>Afralı tafralı bir şekilde ilan ettiğiniz o "kırmızı çizgi"ler, daha önce Mesut Barzani’ye karşı ilan edip de yuttuğunuz kırmızı çizgilere dönmüş olmasın? Resmi açıklamadan anlıyoruz ki, Türkiye ve Ermenistan ilişkilerin normalleştirilmesi amacıyla "kapsamlı bir çerçeve üzerinde" anlaşmışlar. "Bu çerçevede bir (de) yol haritası belirlemişler."

Yol haritası dediklerinin ana çizgisini arkadaşımız Tufan Türenç’in önceki günkü sütununda okuduk:

Taraflar ele aldıkları konuları 2 pakete ayırmışlar. Birinci pakete "kurulacak komisyonlar" dahilmiş. Türenç’in verdiği bilgiye göre "soykırım" konusu burada ele alınacakmış. Oysa arkadaşımız Uğur Ergan’ın dün verdiği bilgide bu pakette sözü edilen komisyonlar arasında "soykırım"la meşgul olacak bir düzenlemeden söz edilmiyor. O, komisyonların "vergi, ticaret, sınır, tarih ve diplomatik ilişki" konularını ele alacağını bildiriyor.

Burada geçen "tarih" deyimi eğer "soykırım" konusunu da içeriyorsa, Başbakan Erdoğan’ın her fırsatta sözünü ettiği "iki ülke tarihçilerinden oluşacak komisyon" önerisini Ermenistan reddettiği için mi böyle bir formülde mutabık kalındığını sormak gerekir.

Biliyorsunuz bir de Ermenistan’ın Türkiye’den toprak talebi var. Çünkü Ermenistan, 13 Ekim 1921 tarihinde Türkiye, Sovyetler Birliği, Ermenistan, Azebaycan ve Gürcistan adına imzalanan Kars Anlaşması ile kabul edilmiş sınırları şimdi tanımak istemiyor.

Anlaşılan bu konu da komisyonlarda ele alınacakmış.

Komisyonlar kurulduktan sonra Türkiye, Ermenistan ile arasındaki sınır kapısını açacakmış.

Bir başka deyişle Türkiye bir şey almadığı halde Ermenistan’a fiilen bir ödün verecekmiş.

Diyelim ki sınır kapısı haftada bir saatlik geçişe izin verecek şekilde açıldı. Ama komisyon çalışmaları da bir yerde tıkandı.

Ne olacak? Türkiye karşı karşıya bulunduğu yoğun uluslararası baskıya direnip "kapıyı kapattım" diyebilecek mi?

Bir başka şekilde soralım:

Yeri olsun olmasın Barack Obama’ya ve Deniz Baykal’a, "dik durma" öğütleri veren Başbakan Tayyip Erdoğan bu durumda "dik durmayı" becerebilecek mi?

Türenç’in sözünü ettiği ikinci paket, "Ermenistan-Azerbaycan ilişkilerini" içerecekmiş.

Türkiye biliyorsunuz "Azerbaycan’ı üzecek hiçbir formüle evet demeyeceğini" vaat ediyor. Azerbaycan ise "üzülmeme"nin koşulu olarak "Ermenistan’ın işgal ettiği topraklarından çekilmesi"ni istiyor. Oysa Ermenistan bu talebe 16 senedir kulaklarını tıkıyor hatta Birleşmiş Milletler’in verdiği kararları bile hiçe sayıyor.

Bu durumda Türkiye, Azerbaycanı kaybetme kumarı oynamış olmuyor mu?
Yazının Devamını Oku

Kirli gazetecilik

23 Nisan 2009
DÜN sabahki gazeteleri görüp de şaşmayan okuyucu olabileceğini sanmıyoruz. Çünkü bir yerde iki tabanca, 50 tabanca mermisi, 2 dinamit lokumu, 10 metre fitil bulununca, "Bir orduyu donatacak silah ve mühimmat ele geçirildi" diyecek kadar ölçüden mahrum olan basınımız yine coşmuştu.

İsterseniz göz atalım:

Sabah Gazetesi: "Dalan’ın müthiş cephaneliği."

Star
Gazetesi: "Saygın şahsın, saygın vakfında saygın silahlar."

Yeni Şafak
Gazetesi: "İstek’e bağlı cephanelik."

Taraf Gazetesi: "Askeri Bölgede Dalan Cephaneliği."

Takvim
Gazetesi: "Dalan’ın cephaneliği bulundu."

Bugün Gazetesi: "Dalan’ın vakfında cephanelik çıktı."

Bunlar genellikle "Ergenekon isimli bir terör çetesi var" diyen -var mı yok mu onu adalet söyleyecek- gazeteler... Hepsinin okuyucuya verdiği ortak mesaj şu:

"Ergenekon soruşturması kapsamında aranan, ancak sağlık sorunları gerekçesiyle Amerika Birleşik Devletleri’nde kalan Bedrettin Dalan’ın cephaneliği de ortaya çıkartıldı. Meğer Dalan, Ergenekon örgütünün cephanelerini başında bulunduğu vakfın arazisinde saklıyormuş."

Haberlere bakıyorsunuz, "Şu kaynaktan verilen bilgiye göre" diye bir kayıt yok. Yani "kamuoyunu yanıltan asıl kaynak" belli değil. Ya da muhabirlere "vahiy" nazil olmuş (inmiş).

Peki hikáye ne?

Polis bir ihbar üzerine Beykoz’a bağlı Poyrazköy sınırları içindeki Keçilideresi denen yerde arama yapmış. Sonunda 9’u dolu, 1’i boş 10 lav silahı, 10 el bombası, 250 gram C4 patlayıcı, 20 ses, 10 sis bombası, 800 adet G-3 piyade tüfeği mermisi bulunmuş.

Bunlar "önemsiz" mi?

Eğer bir sivilin evinde yahut bahçesinde lav silahı, el bombası, C4 patlayıcı gibi silah ve mühimmat bulunursa kimse "Bu önemli değil" diyemez. Ondan söz ederken "Bir ordu donatmak" türü saçmalıklar yapılmaz. Ama onun üstüne gidilir. Hesabı da sorulur.

Nitekim dün gelen haberlerden anlıyoruz ki bu silah, mermi vs. ile bağlantılı olduklarından şüphe duyulan 6 kişi gözaltına alınmış. Bunlardan 4’ü "muvazzaf subay", 2’si de "emekli subay" imiş.

Haberlerde "müthiş cephaneliğin" sahibi olarak suçlanan Bedrettin Dalan ise kendisini Amerika’da bulup "Nedir bu işin aslı?" diye soran gazetecilere özetle, "Orayı 19 sene önce satın aldık. Tapuda hálá bizim İstek Eğitim Vakfı adına tescilli görünüyor, ama 15 yıldır orayı Deniz Kuvvetleri’ne bağlı komando birliği askeri eğitim için kullanıyor. Oraya ne biz ne de bir sivil şahıs yetkili komutandan izin almadan giremez" yanıtı vermiş.

Görüldüğü gibi o araziye silah, mühimmat gömen varsa da o ne Bedrettin Dalan olabilir ne de onun başında bulunduğu vakıf bununla bağlantılı sayılabilir.

Şimdi soralım... Bu, kamuoyunu utanmazca yönlendirme değilse nedir? Olayla ilgili bilgiyi okuyucuya böyle tek taraflı aktarmanın ve bilgi kirliliği yaratmanın adını ne koyacağız?
Yazının Devamını Oku