20 Mayıs 2009
SON olarak da “göreve gelmeden önce işlenmiş bir suça iştirak ettiği iddiasıyla hakkında işlem başlatılmış bir Cumhurbaşkanı yargılanabilir mi?” davası çıktı karşımıza. Önce belirtelim:
“Cumhurbaşkanı yargılanabilir” diyenler kadar “yargılanamaz” tezini savunanlar da var.
Ama oraya gelmeden önce özetleyelim:
Konu bilindiği gibi Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın ve partinin bazı yetkililerinin "evrakta sahtecilik" yaparak partiye hazine tarafından verilmiş 2 milyon lirayı "cebe indirdikleri" iddiasıyla açılan davadan kaynaklanıyor.
Erbakan hakkında 2 yıl 4 ay hapis cezası kesinleşti. Partinin bazı il başkanları da hapis cezası aldı ama aynı dönemde Dış İlişkilerden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olan Abdullah Gül hakkında dava açılamadı çünkü "dokunulmazlığı" vardı.
Gül cumhurbaşkanı olunca konu tazelendi, çünkü Anayasamıza göre Gül cumhurbaşkanı seçilince milletvekilliği sıfatı kalktı. O nedenle milletvekillerine tanınmış olan "dokunulmazlığı" da sona erdi.
Gerçekten Anayasa’da cumhurbaşkanının şahsi suçları nedeniyle soruşturulamayacağı yolunda bir hüküm yok. Sadece "görev" suçu olarak "vatan ihaneti" iddiasıyla suçlanabileceği bildiriliyor. O yüzden de Gül’ün görevden önceki bir suç nedeniyle "yargılanması" mümkün görünüyor.
Aksi tezi savunanlar, Anayasa açıkça "dokunulmazlığı vardır" demese bile Meclis dışından bakan tayin edilen kimseye "dokunulmazlık" zırhı nasıl veriliyorsa ondan daha önemli konumda bulunan cumhurbaşkanına da aynı hak tanınmalı diyorlar.
Bize kalırsa Cumhurbaşkanı Gül’e düşen, hiç bu tartışmanın tarafı haline gelmemek olmalıydı. Keşke "Benim yargıya güvenim tamdır. Giderim adalete hesap veririm" deseydi, daha iyi ederdi.
Ama dünkü gazetelerde yayımlanan haberler Çankaya’daki havanın hiç de öyle olmadığını gösteriyordu.
Onun da hikáyesini özetleyelim:
Sincan Birinci Ağır Ceza Mahkemesi birkaç gün önce verdiği bir kararla, "Cumhurbaşkanı dokunulmazlıktan yararlanır" tezini kabul eden ilgili Başsavcılığın verdiği kararı kaldırarak, özetle "Anayasa cumhurbaşkanına açıkça dokunulmazlık tanımadığına göre yargılanması gerekir" dedi.
Buna Cumhurbaşkanlığı çok sert bir tepki gösterdi. Resmi bir açıklama yayımlayarak, kararı veren yargıcı "kötü niyetli" olmakla suçladı.
Tabii "yargıyı ve yargıcı" bu kadar açık bir şekilde suçlamayı kendine yakıştıran bir cumhurbaşkanının yukarıda dile getirdiğimiz beklentiye uyacağı düşünülemez.
Dahası bundan devletin başındaki kişinin bile yargıya güvenmediği gibi vahim bir sonuç doğar.
Peki diyeceksiniz, "Bundan sonra ne olur?"
Bu kararın normal sonucu Cumhurbaşkanı hakkında dava açılmasıdır. Ama Adalet Bakanı yasanın kendisine tanığı "olağanüstü" yetkiyi kullanır da Sincan Mahkemesi’nin verdiği kararın "Yasa yararına bozulmasını" Yargıtay’dan isterse, son kararı Yargıtay’ın ilgili Ceza Dairesi verir.
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2009
KENDİSİNİ en iyi “Atatürk’ün kızıyım” diye tanımlayan Prof. Dr. Türkan Saylan tam da o kimliğe en uygun günde, 19 Mayıs 1919’un 90’ıncı yıldönümüne ramak kala aramızdan ayrıldı. Bugün bizim Gençlik ve Spor Bayramı’mız. Ama o bayramı doğuran gün, büyük bir mücadelenin ilk günüydü. Büyük mücadelelerin, çağdaş bir Türkiye yaratmanın öncü kadınlarından biri olan Türkan Saylan’a ulusça çok şey borçluyuz.
Olayı, içinde yaşadığımız için biliyoruz. Türkiye’nin adım adım "şeriat" düzenine kaydırılmakta olduğunu daha Turgut Özal’ın başbakanlığı sırasında gören çok az aydın varken, Prof. Dr. Aysel Ekşi’nin öncülüğünde birkaç akademisyen kadın, ilk olarak harekete geçtiler. Önce Çağlayan’da bin küsur aydın kadının katıldığı bir yürüyüş yaptılar. Ardından Prof. Dr. Aysel Ekşi, Prof. Dr. Türkan Saylan, Prof. Dr. Aysel Çelikel, Prof. Dr. Necla Arat, Prof. Dr. Nazan İpşiroğlu, Prof. Dr. Jale Baysal, Prof. Dr. Oya Başak, Dr. Tüten Ang ve aynı görüşte olan diğer arkadaşları, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ni kurdular.
Dernek derhal "anti-laik" çevrelerin tepkisini çekti. Örneğin, Cağaloğlu’ndaki Basın Müzesi’nde açtıkları bir sergi, eli sopalı bir yobaz güruhu tarafından basıldı. Ama yollarından dönmediler. Atatürk’ün kızı olma misyonunu sonuna kadar sürdürdüler.
Kurucu Başkan Prof. Dr. Aysel Ekşi’den sonra Türkan Saylan derneğin başına geçti. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ni hızla tüm Türkiye’ye yaydı. Bu ulusun çağdaş yaşam değerlerini içine sindirebilmesinin temel koşulunun kız çocuklarını çağdaş değerlerle yetiştirmek olduğunu gördüğü için çabalarını bu yönde yoğunlaştırdı. Nitekim dernek bir lise, 28’i köylerde olmak üzere 39 ilköğretim okulu, iki anaokulu, 7 yükseköğrenim çağındakiler için kız yurdu, 21 ortaöğretim çağındakiler için kız yurdu, bunlardan ayrı olarak çoğu deprem bölgesinde 30 derslik, 17 rehabilitasyon ve kültür merkezi, 2 kütüphane kurdu. Bunlarla yetinmedi 200’ü aşkın okula ders malzemeleri vb. yardımlar göndererek destek verdi.
Saylan son olarak halen 36 bin civarında olduğu bilinen öğrenciye öğrenimlerini tamamlayabilmeleri için burs sağladı. Bu sayıyı 100 bine çıkarmalarını da bir vasiyet olarak kendi yolundan giden arkadaşlarından istedi.
Ama Saylan, topluma karşılık beklemeden hizmet etme konusundaki özverili kimliğini asıl cüzam (Lepra) hastalığına karşı verdiği çok başarılı mücadeleyle duyurmuştu.
Bütün bu özverili çalışmalarının bedelini bu devlet, ona "Ergenekon soruşturması zanlısı" diyerek ödetmeye kalktı. Dua etsinler ki bu muameleyi yapanları daha da utandırmaya ömrü yetmedi.
Ama daha da ilginci, bu ülkenin Cumhurbaşkanı’nın onun ardından söyledikleridir. İsterseniz aynen aktaralım da Saylan’ı nasıl anıyormuş siz de görün:
Abdullah Gül: "Prof. Dr. Türkan Saylan’ın özellikle cüzam hastalığıyla mücadele konusundaki çalışmaları ve eğitim alanındaki hizmetleri takdirle karşılanmıştır. Kendisine Allah’tan rahmet diliyor, ailesine, arkadaşlarına, eğitim ve bilim dünyamıza başsağlığı dileklerimi iletiyorum."
Bakalım Türkiye’yi "muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkarma" vaadinde bulunan bugünkü siyasi iktidarın öteki yetkilileri, o kavganın en önemli misyoneri için ne diyecekler?
Yazının Devamını Oku 17 Mayıs 2009
DEMOKRATİK Toplum Partisi’ne mensup Emine Ayna, Selahattin Demirtaş, Aysel Tuğluk, Fatma Kurtulan ve Sebahat Tuncel isimli milletvekillerinin “ifade vermek üzere mahkemeye çağrıldığını” okuyunca eminiz pek çoğumuzun aklına “Hani bunların dokunulmazlıkları vardı?” sorusu takıldı. Bizde malum, "dokunulmazlığı" olan katile bile el süremezsin.
Ama sıra DTP milletvekiline gelince, "Şu tarihte mahkemeye gel ve ifade ver" diyorsun.
Ayırımcılık bu değilse nedir?
Nitekim dünkü gazetelerde bildirildiğine göre yukarıda isimlerini verdiğimiz milletvekilleri de esmiş savurmuşlar. Örneğin, keskin dilli Emine Hanım, "Ne zaman ki Başbakan, hakkındaki yolsuzluk ve zimmet davalarıyla ilgili savcılığa ifade verirse biz de düşüncelerimizi açıkladığımızdan dolayı açılan davalarla ilgili oturur, düşünür bir karar alırız. (...)" demiş. (16 Mayıs 2009 Milliyet)
Selahattin Demirtaş da itirazını, "(...) Gelsinler zorla götürsünler. Ayağımızla gidip kuzu kuzu bu hukuksuzluğa ortak olmayacağız. Adam öldürmekten (sanık olan) milletvekili yargılanmadı. Bizse konuşmalarımızdaki barış çağrıları yüzünden yargılanmak isteniyoruz" diyerek açıklamış.
Sırrı Sakık, Aysel Tuğluk ve Hasip Kaplan’ın da aynı yönde konuştukları örneğin Kaplan’ın, "Bugüne kadar hiç yapılmayan bir uygulama, DTP’liler söz konusu olunca mı yapılacak? Mehmet Ağar’ın suçu 14. madde kapsamında değil miydi? Ağar hakkında böyle bir yöntem uygulanmadı. Bu tam bir ayrımcılık ve hukuk skandalı" dediği bildiriliyor.
Kendi diyeceğimize gelmeden belirtelim:
TBMM Başkanı Köksal Toptan da konuyu inceletmiş. "Gitmedikleri takdirde ihzaren, yani polis zoruyla getirilecekleri ifade ediliyor. Bu milletvekilleri giderler, gitmezler, o kendi bilecekleri şey. Sorunun makul ölçüler içerisinde çözülmesi için elimizden geleni yapıyoruz" demiş.
Doğrusu Hasip Kaplan hiç de haksız değil. Nitekim 1982 Anayasası’nın "milletvekili dokunulmazlığı" ile ilgili 83’üncü maddesi hiç değişmedi, 14’üncü maddesi ise 2001 yılında yumuşatıldı. Sadece "Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı hedefleyen suçlardan" sanık olan milletvekilinin yargılanması yolu açık kaldı. Ama ne eski halindeyken ne de 22 Temmuz 2007 seçimine kadar, bu hükümler uygulanmadı.
Daha açık anlatmak gerekirse:
Anayasa’nın 83’üncü maddesi, milletvekillerine "dokunulmazlık" sağlıyor ama iki ihtimali onun dışında bırakıyor. Biri, "seçimden önce soruşturulmasına başlanmış olmak" koşuluyla, ağır cezayı gerektiren suçüstü hali. Öteki de soruşturmaya sebep eylemin "14’üncü maddeye aykırı olması" durumu... Bu iki durumda "yargılama işlemi durmaz" diyor.
DTP’lilerin itirazı, "Daha önce uygulamadığınız maddeleri neden bize uyguluyorsunuz?" şeklinde. Gerçi verdikleri Mehmet Ağar örneği yanlış, çünkü ona atfedilen suçun 14’üncü maddeyle ilgisi yok. Ama şimdiki DTP milletvekilleri Sebahat Tuncel ile Aysel Tuğluk dışında bu maddelerin yıllardır uygulanmadığı doğru.
Tuncel ve Tuğluk’un yargılamaları ise devam ediyor.
Gördüğünüz gibi iki taraf da haklı. Ama bir gerçek var ki DTP milletvekilleri mahkemeye gitmezse, kanımızca kimse bir şey yapamaz. Bu iş bu kadar basittir.
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2009
YILLARCA Almanlara kızdık. “Avrupa Konseyi üyesi ülkeler birbirinin vatandaşından vize istemezken sadece Türklerden isteniyor” dedik. Bunu o zamanki Federal Almanya Başbakanı Helmut Kohl başlatmış sonra diğer Avrupa Konseyi üyeleri de vatandaşlarımızdan vize istemeye başlamıştı. Nihayet o baraj delindi.
Gerisi kolay gelir. Gelir ama dikkat edin, Almanların 1981’de vize koşulu getirmesine yalandan olsun itiraz etmeyen Dışişleri Bakanlığımızın tutumu hálá değişmedi:
Mehmet Soysal ve Halil İbrahim Savatlı isimli iki TIR sürücüsünün Avrupa Birliği Adalet Divanı’ndan aldıkları kararı hálá duymuş değiller. O yüzden ne Alman hükümeti nezdinde bir teşebbüste bulunduklarına tanık oluyoruz ne de Avrupa Birliği’ne başvurup, "Kendi yargı organınızdan çıkan ve Türkiye’den bilim adamı, sanatçı, sporcularla, hizmet almaya gelenlerden vize istenmeyeceğine ilişkin kararı tüm Avrupa Birliği ülkelerinde uygulatın" dediklerini duyuyoruz.
Çünkü kendi vatandaşlarının haklarını korumak bizim diplomatların pek çoğuna ağır gelir.
Ama Mart 2009’da çıkan yargı kararını uygulayacağını Almanya nihayet resmen kabul etti. Şimdi sıra Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki yükümlülükleri belirleyen 1973 tarihli "Katma Protokol" altında imzası bulunan öteki ülkelere geldi. O nedenle -Bay Sarkozy’ye de ağır gelecek ama- Fransa’nın, Belçika’nın, Hollanda, Lüksemburg ve İtalya’nın da aynı şekilde bilim adamı, sanatçı, sporcularla "hizmet almaya" gelen Türklerden vize istemeye son vermeleri gerekecek.
Sadece orada kalmak da kanımızca yetersizdir.
Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın verdiği karar, bu 6 ülkeyi bağlar da ötekileri bağlamaz diyebilir misiniz?
Sıra, şu anda 27’yi bulan Avrupa Birliği üyesi ülkelerin hepsinin de "Türklerden vize isteme"ye son vermelerine gelecek.
Tabii Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti -özellikle de onun Dışişleri Bakanlığı- kendi vatandaşlarının haklarını önce Avrupa Birliği sonra da bu ülkeler nezdinde korumayı bilirse.
Aslında bildiğimiz yanlış değilse (emin konuşamıyoruz çünkü Dışişleri Bakanlığı’ndaki yetkililer telefona çıkmadı) "AB’ye üyelik müzakereleri başlayan" ülkelerin vatandaşlarına "vize" uygulanmadığı için Türk vatandaşları Ekim 2005’ten itibaren bu ülkelere vize almadan gidebilecekti ama hükümetimiz onu bile sağlayamadı.
Yeri gelmişken Ahmet Kalafat isimli bir okuyucumuzun bir süre önce gönderdiği bir e-mail sayesinde farkına vardığımız bir başka noktaya değinelim:
Kalafat, Gümrük Birliği’ne üye ülkelerin hizmetlere de eşit koşullarda ulaşma ve yararlanma hakkı olmasına rağmen, kendisi gibi Avrupa Birliği üyesi ülkelerin üniversitelerinde öğrenim gören Türklerden -örneğin İngiltere’de- 14 bin pound tutarında harç (Tuition Fee) alınırken AB üyesi ülke vatandaşlarından 3 bin pound alınmasına itiraz ediyor. "Hakkını arayacağını ve fazla ödemeyi geri almaya kararlı olduğunu" yazıyor.
Tavsiye ederiz, kendi hakkını kendisi arasın, bu bürokrasiye ve bu hükümete güvenmesin.
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2009
TÖRENLERDE, resmi söylemlerde Atatürk’ten -yarım ağızla olsa da- övgü ile söz etmelerine bakıp aldanmayın.
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2009
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan dün Bakü’de “doğru” şeyler söyledi, “doğru” politikalar açıkladı. Sadece Azerbaycan halkında değil, Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’den başlayarak tüm Azerbaycan yönetiminde oluşan “Türkiye, Ermenistan’la ilişkilerini normalleştirme uğruna bizi satıyor mu?” korkusunu dağıtmaya çalıştı. Türkiye adına çok açık taahhütlerde bulundu. Böylece yeni bir "kırmızı çizgi olayı mı yaşadık?" diye sorarsanız "evet" demeyiz.
Bu defa tren bir süredir girdiği yanlış raydan doğru olan raya girdi.
Böylece sadece Türkiye ve Azerbaycan kamuoyları değil, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesini ve iki ülke arasındaki sınır kapılarının açılmasını isteyen Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama dahil tüm ilgililer, özellikle de Ermenistan gördü ki, "Yukarı Karabağ sorunu başta olmak üzere Azerbaycan’ı mağdur eden sorunlar çözülmeden Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesi mümkün değildir."
Nitekim Başbakan Erdoğan dün, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev’le birlikte yaptığı basın toplantısında, Azerbaycan’ın Yukarı Karabağ konusundaki hassasiyetinin Türkiye’nin de hassasiyeti olduğunu belirterek, "İşgal ortadan kalkmadıktan sonra kapıların açılması mümkün değil" dedi.
Azerbaycan parlamentosundaki konuşmasında da bundan geri bir ifade kullanmadı:
"Türkiye-Ermenistan kapısı ne zaman kapanmıştır? Ne zaman ki Yukarı Karabağ tamamıyla Ermenistan’ın işgali altına girmiştir, ondan sonra kapılar kapanmıştır. Dolayısıyla bu ortadan kalktığında o zaman kapılar açılır veyahut biz Azeri kardeşlerimizle bu noktada mutabık kalmadığımız sürece bir adım atamayız. Bunlar birbirleriyle bağlantılıdır, ayrı düşünülemez" dedi.
Bu sözlerin İlham Aliyev’i tatmin etmiş olduğunu basın toplantısında kendisinin verdiği yanıttan anlıyoruz. Nitekim Aliyev, "Hiçbir şüpheye yer kalmadı. Başbakan’ın sözleri buna (spekülasyonlara) karşı en iyi cevaptır" yanıtını verdi.
Peki ama ortada madem Azerbaycan’ı rahatsız edecek bir şey yok idi, özellikle son birbuçuk iki aydır yaşanan bu gerilim nereden çıktı?
Onun yanıtını hepimiz artık çok iyi biliyoruz:
Başkan Obama’nın Türkiye’ye gelişinin en önemli nedenlerinden biri, kendisinin seçim kampanyasında Ermeni kökenli Amerikan vatandaşlarına yaptığı pek bonkörce vaatler idi. Örneğin, "Ermeniler soykırıma uğramıştır" demeye söz vermişti. Ama bunu demenin bedelini göze alamadı. Onu diyemeyince Ermenileri memnun edecek bir sonuca ihtiyacı vardı. O da öncelikle Türkiye-Ermenistan sınırının açılması idi. Bunun gerektirdiği tüm şirinliği de doğrusu başarıyla yaptı. Ama 1915 olayları hakkında 24 Nisan günü yayımlamaya mecbur olduğu açıklamada cinlik edip "soykırım"ın Ermenicesini kullanınca akit bozuldu. Nitekim Obama’nın açıklamasına hem Cumhurbaşkanı Gül hem de Erdoğan açıkça tepki gösterdiler. Ne var ki o arada Türkiye-Ermenistan temasları hızlanmıştı. Hatta Ermenistan Cumhurbaşkanı Serkisyan önümüzdeki ekim ayında yapılacak Türkiye-Ermenistan futbol maçına açılacak sınır kapısından geçerek geleceğini umduğunu bile söyledi. Üstelik bunu söylerken, "Türkiye ile görüşmelerde Yukarı Karabağ konusunun hiç ele alınmadığını" da bildirdi.
Buna Azerbaycan tepki göstermeyip ne yapacaktı?
Yazının Devamını Oku 13 Mayıs 2009
ÜZERİNDE bugüne kadar çok kişi çok şey söyledi ama nedense hükümet mutfağında pişirilen yeni Anayasa değişikliği paketinin içeriği hakkında hâlâ kimse net bir bilgi alamadı. İlginçtir... Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek de dün gazetecilere “Değişikliğe biz hazırız” dedi. Ama içeriğe hiç değinmedi. Hazırsınız yani hangi maddenin ne şekilde değiştirilmesi gerektiğini biliyorsunuz, pazarlık masasında nereye kadar ödün vereceğinizi de kararlaştırdınız, ama elinizdeki paketi hálá kendinize saklıyorsunuz. Sonra da "her öneriye açık olduğunuzu" ilan ediyorsunuz.
Madem siz kaçınıyorsunuz o zaman bilinenlerden başlayarak şu "parti kapatma ile ilgili hükümleri Venedik Komisyonu kriterlerine uygun hale getirme" meselesine gelelim.
Venedik Komisyonu bilindiği gibi, demokrasiye geçmek isteyen eski Sosyalist Blok ülkelerinin Anayasa yapmalarına danışman olması için Avrupa Konseyi’nin oluşturduğu bir organ... Komisyonun elbet tavsiyeleri var. Hepsi bu.
Şimdi "Anayasamızdaki siyasi partilerin kapatılmasıyla ilgili hükmü, Venedik Komisyonu kararlarına uygun hale getirelim" diyenler sözde "demokratlık" taslıyorlar. Komisyonun "1999’da kabul ettiği bir raporda, siyasal partilerin ancak şiddet kullanmak yoluyla demokratik düzeni değiştirmeyi öngörmeleri halinde kapatılabileceklerini belirttiğini" vurgulayarak Türkiye’de de aynı kriterin geçerli olmasını istiyorlar.
Oysa uzun süre Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Yargıçlığı yapan Rıza Türmen, Milliyet’teki 3 Nisan 2009 tarihli yazısında "AİHM’nin ’Bir siyasal parti şiddete başvurmayı öngörmese de, demokrasiyle bağdaşmayan bir toplum ve devlet projesi benimsemişse kapatılabileceğini kabul ettiğini" yazdı.
Rıza Türmen, AİHM’nin kararında "Refah Partisi’nin tek başına iktidara gelmesi durumunda bu görüşlerini uygulamaya koyma olanağını bulacağını, o nedenle Anayasa Mahkemesi’nin bunu beklemeden partiyi kapatmasının doğru olduğunu belirttiğini" de vurguladı.
AİHM, Anayasa Mahkemesi’nin "Refah Partisi’ni kapatmasını bir de "Laiklik, Türkiye Cumhuriyeti’nin dayandığı en temel ilkelerden biridir. Bu ilke, demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti ilkeleri ile uyum içindedir. Laiklik ilkesine aykırı davranışlar, sözleşmenin din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin 9. Maddesi tarafından korunmaz" diyerek yerinde bulmuştu.
Şimdi Venedik Komisyonu’na sığınanlar AİHM kararlarının oluşturduğu bu kriterleri geçersiz kılmaya çalışıyorlar. Ve o kriterler sanki "demokrasiye aykırı imiş" gibi konuşuyorlar. Dayanak olarak da Venedik Komisyonu’nun 13-14 Mart 2009 tarihinde kabul ettiği yeni bir raporu gösteriyorlar.
Gerçekten böyle bir rapor var. Bu raporda "siyasi partilerin kapatılmasının zorlaştırılmasının istendiği" de doğru. Ama aynı komisyonun haddini aşmadığı yani "Kriterleri asıl AİHM kararları oluşturur" dediği de gerçek.
Tüm bunlar Refah Partisi’nin kapatılmasıyla ilgili gerekçelerle "kapatılmasına ramak kalan" Adalet ve Kalkınma Partisi’ni korkutabilir. Ama bir süre önce bu konuda AKP’ye açık çek veren Milliyetçi Hareket Partisi hálá aynı görüşteyse vaziyet o zaman vahimdir.
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2009
SANMAYIN ki âleme en çok medya akıl verir. Bir de “medyaya akıl verenler” kesimi vardır ki, kılıçları pek keskindir. Keskindir ama verdikleri akla en az kendileri itibar eder. Bab-ı Âli İmamlığı’dır bu... Şimdiki imam da Zaman Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’dır. İsterseniz neden öyle dediğimizin hikáyesine gelelim:
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un 14 Nisan 2009 günü Harp Akademileri’nde yaptığı 2.5 saatlik sunumu anımsarsınız. Ertesi gün yani 15 Nisan’da Zaman yazarı ve Cihan Haber Ajansı (CHA) Genel Müdürü Abdülhamit Bilici, "Dağda kalsam beni kurtarır mısın Paşam?" başlıklı yazısında bir olayı anlattı. Meğer CHA muhabiri Lütfi Aykurt, haber yapmak için Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterinin düştüğü yere gitmiş. İşini tamamlayıp döneceği sırada, oraya gelen askeri helikopterde Doğan Haber Ajansı (DHA) muhabirinin de bulunduğunu görmüş. Dönüşünde kendisini de helikoptere almalarını istemiş. Helikopterdeki yetkili (muhtemelen astsubay) "DHA muhabirinin izin alarak kendileriyle geldiğini" bildirdikten sonra CHA muhabirine, "Hangi kanaldan olduğunu" sormuş. "CHA"yı öğrenince Lütfi Aykurt’a, "Nasıl geldiysen öyle inersin" demiş.
Bilici yazısında ayrıca, arkadaşlarının "dağ başında bırakıldığını" söyledikten sonra konuya, "Kişisel bir hatadır, Mehmetçik bunu yapmaz" diye baktıklarını ve "sansasyon konusu yapmamaya" özen gösterdiklerini belirtiyordu.
Ama daha sonra kararlarını değiştirmiş olmalılar ki 16 veya 17 Nisan günü Zaman Gazetesi’nden bir gazeteci, Basın Konseyi’nin olay nedeniyle bir protesto metni yayımlamasını istedi.
Ancak Konsey konuyu araştırınca, "CHA muhabirine verilen yanıtın kaba olduğu ancak olayın bir protesto mesajı yayımlamayı gerektirmediği" sonucuna vardı. Nitekim CHA muhabirine verilen yanıt, Ekrem Dumanlı tarafından 24 Nisan günü haftalık "Vaaz" sütununda dile getirilince kendisine e-mail’le bilgi verildi.
Bunun üzerine Lütfi Aykurt’un "eksi 15 derece soğukta dağ başında bırakıldığı" yalanı uyduruldu. Oysa o gün oradaki hava sıcaklığının artı 13 santigrat olduğunu İlker Başbuğ 29 Nisan tarihli basın toplantısında açıkladı.
Olayın adı "ölümcül akreditasyon uygulaması" oldu. Başta Zaman Gazetesi ve ona "bağlı kuruluşlar ve kişiler" eliyle bir kampanya başlatıldı. "Kişisel bir hatadır, Mehmetçik bunu yapmaz"ın yerini "Genelkurmay bunu hep yapar, Basın Konseyi de onun dümen suyundan çıkmaz" kampanyası aldı. Nitekim Ekrem Dumanlı 4 Mayıs tarihli "Medya Vaazları" sütununda -kendisinin de Yüksek Kurul üyesi olduğu- Basın Konseyi’nin "meslek kuruluşu sayılıp sayılmayacağından duyduğu şüpheyi" dile getirdi.
En güzeli de 4 Mayıs günü Dumanlı’nın, "Bir önemli ayrıntıyı daha buraya yazmak boynumuzun borcu. Dağdaki akreditasyon haberlerini başta Doğan Grubu olmak üzere bazı medya grupları neredeyse görmedi. İşte bunu anlamak çok zor. (...)" demesiydi.
Oysa CHA Muhabiri Lütfi Aykurt’un yaşadığı olaya ilgi duymayan ne "bazı medya grupları" ne de "Doğan Medya Grubu" idi. Asıl ilgisiz ve duyarsız kalan Ekrem Dumanlı ve onun başında bulunduğu Zaman Gazetesi’ydi. Nitekim Lütfi Aykurt’un helikoptere alınmadığı tarih 31 Mart veya 1 Nisan tarihiydi.
Konu eğer önemli olsaydı CHA Genel Müdürü Abdülhamit Bilici bunu kamuoyuna duyurmak için 15 gün beklemezdi.
Sayalım ki olayı Ekrem Dumanlı zamanında duydu. O zaman sormaya değmez mi?
Ekrem Dumanlı biri 6, diğeri 13 Nisan tarihli olmak üzere 24 Nisan’a kadar iki "medya vaazı" daha yayımladı. Ama onlarda da tek kelimeyle olsun bu olaydan yani "ölümcül akreditasyon mağduru Lütfi Aykurt’un dondurucu soğukta ölüme terk edilmesinden" söz etmedi.
En güzeli de bütün bunları açıklayan bir mektup kendisine 5 Mayıs günü gönderildiği halde, kamuoyuna duyurmadığı gibi başka gazetelere ve gazetecilere "Yüzünüz kızardı mı?" diye sordu.
Kim kimi kandırıyor? Kim kime dürüst gazetecilik dersi veriyor?
Orada hiç ayna yok mu?
Yazının Devamını Oku