Oktay Ekşi

Helva

10 Mayıs 2009
YEREL seçimlerin ardından durum ne diye düşünerek geldim desem yalan olur. Ama Ordu, gelince gördüm ki, burada yerel seçim konusu hâlâ çok taze: Lafa genellikle iki yıl önce fındık üreticisini azarlayan Başbakan Erdoğan’ın bu yerel seçim nedeniyle gelince yaptığı vaatlerle başlanıyor. Ve onu şu soru izliyor:

"Seçimi Adalet ve Kalkınma Partisi değil de Demokratik Sol Parti adayı kazanınca Başbakan’ın vaatlerini tutma yükümlülüğü ortadan kalkmış mı oldu?"

Yani devlet idaresi, "Oy verirsen hizmet alırsın" kuralıyla mı yürütülür, yoksa "Bu yörenin şu şu hizmetlere ihtiyacı olduğunu gördüğüm için o sözleri veriyorum. Bize oy verirseniz elbet bundan memnun oluruz. Çünkü bize güven duyduğunuzu düşünürüz. Ama başkasına oy verdiğiniz takdirde de bir şey değişmez. Verdiğimiz o sözleri yine tutar ve ayrımcılık yapmayan bir iktidar olduğumuzu gösteririz. Gelecek seçimde sizden oy isterken, bu gerçeği de görmenizi bekleriz" anlayışıyla mı?

Söz konusu olan birinci ihtimal ise, Ordu ve Giresun’un toplam 1 milyon 250 bin kişilik nüfusu ile halen başka yerlerde yaşayan Ordulu ve Giresunluları dahil ederseniz 2 milyonu aşkın bir kitlenin ortak ihtiyacı olan Or-Gi Havaalanı’nın yapılmasını unutmak gerekecek.

Ordu’nun uzun yıllardır yapılmayan liman ihtiyacı yine görmezden gelinecek.

En önemli sorun olan fındık yine konuyu bilmeyenlerin elinde kalacak.

Gerçi tüm bakanlıkların yetkililerinin katıldığı bir toplantıda bulunan ve konuyla ilgili sunum yapan Ordu Valisi Ali Kaban, bu yıl isabetli politikalar uygulanacağı konusunda iyimser. Ama bekleyip görmek gerek.

Burada bir istisna var:

Son kabine değişikliğinde yerini bir başkasına bırakan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler, Orduların yıllarca önemini Karayolları Genel Müdürlüğü’ne de, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’ne de anlatamadıkları "Karadeniz-Akdeniz Karayolu" projesini gerçekleştirmek için içtenlikli ve çok ısrarlı bir çaba sarf etmişti.

Türkiye’nin kuzey sahilini en kısa yoldan (600 km.) güneye bağlayan ve Ordu - Koyulhisar - Hafik - Sivas - Şarkışla - Pınarbaşı - Göksun - Andırın- Kadirli - Osmaniye üzerinden Akdeniz’e inecek olan yolun en önemli ayağını oluşturan Ordu - Koyulhisar bölümünün tamamlanmasına Hilmi Güler’in bakanlık ömrü yetmedi. Ama İç Anadolu’ya da büyük bir canlılık kazandıracağını bizzat Erdoğan’ın da kabul ettiği bildirilen bu yolun yapımını "Erdoğan ihmal etmez" deniyor.

Yolun bir şansı daha var. Ordu Valisi Ali Kaban da, konuyu tüm içtenliğiyle benimsemiş görünüyor. Nitekim yolla ilgili her şeyi, neredeyse hangi 100 metrelik kısmın durumu nedir, noktasına kadar ayrıntıyla izliyor ve anlatıyor.

Geriye kalan ne mi var?

Biraz da Ordu’nun kendi evlatlarının "Helva" yapmak için el ele vermeleri gerekiyor. Çünkü Ordu’ya yüce Tanrı yağ vermiş, şeker vermiş, un vermiş. "Helvayı da siz yapın" demiş ama Ordululara sesini hálá duyuramamış.
Yazının Devamını Oku

Durumun resmi

9 Mayıs 2009
BUGÜNKÜ yazıyı biraz "bireyselleştirmek" istiyorum. Geçenlerde Ertuğrul Özkök’ün, "Başyazar Oktay Ekşi ile anlaşamadığımız bir husus var. O, yazılarında hep ’biz’ diyor. Sebep olarak da Başyazı sütununun, kendisini ’biz’ demeye zorladığını söylüyor" dediğini anımsarlar. Özkök "ben"cilerdendir. Ama bugün ben de "ben"ci olacağım.

Bu kararı belki de İstanbul’dan birkaç günlüğüne uzaklaşmanın özgürleştirdiği ruh halim verdirdi. Yolu da, Samsun (Çarşamba) havaalanına inince Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nin eski Rektörü Prof. Dr. Ferit Bernay’ı hemen orada arayan gözlerimle (Bernay hep bir yerden ötekine ulaşmaya çalışırdı) "Ama o şimdi hapishanede" diyerek gözlerime yanıt veren hafızamın baskısı açtı.

Ferit Bernay... Ondukoz Mayıs Üniversitesi’nin su katılmadık bir Atatürkçü olan, yüzü, kişiliği, kafası, insan ilişkisi ve bilim adamı kimliği ile herkesin takdirini kazanan genç ve dinamik rektörü...

Sırf bu ülkeyi çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmanın, Cumhuriyet’in temel felsefesine bağlılıkla sağlanacağına inandığı için, TBMM’deki Adalet ve Kalkınma Partisi çoğunluğu tarafından hakkında "Araştırma Komisyonu" kurulan rektörü...

Kurulan Araştırma Komisyonu’nun talebi üzerine, göreve başladığı günden o tarihe kadar geçen 6-7 senenin tüm yazışmalarının ve işlemlerinin kayıtlarından birer fotokopi çıkartmaya mecbur edilen, bunları üç TIR’a doldurarak söz konusu Komisyon’a gönderen rektör...

Ve hakkında kulak vermeye değer hiçbir suçlama yapılamadığı için üstüne gelenleri hayal kırıklığına uğratan rektör.

O dürüst bir Atatürkçü olmanın faturasını ödüyor şimdi.

Başka ödenecek faturası olduğunu iddia edenler mi mahcup olacak yoksa Ferit Bernay’ın (sadece onun değil, aynı kategoriye girdikleri için şu anda hapishanede olan öteki rektörlerin) masum olduğunu düşünenler mi, onu zaman -umarım fazla gecikmeden- gösterecek.

* * *

Samsun-Ordu
yolu arasındaki "duble yol", ulaşımı gerçekten bir çile olmaktan çıkarmış. Yapan, yaptıran, emeği geçen herkes sağolsun.

Ama gözümüze bir ufak eksik takıldı. Türkiye’nin en uzun tüneli bilindiği gibi bu yol üzerinde bulunuyor. Yanılmıyorsak 3.5 km. kadar var. Tünele girerken "radyonuzu açın" diyen kocaman bir uyarı levhası görüyorsunuz. Nitekim tünele girdiğiniz anda o uzun tünelde başınıza bir kaza vs. gelirse ne yapmanız gerektiğini bildiren iyi bir sesli uyarı sizi rahatlatıyor. Ama o uyarı neden sadece Türkçe?

Turizme açılmak için çırpınan Karadeniz’in bu en önemli yolundaki uyarıya bir de İngilizcesi neden eklenmez?

* * *

Ordu
’daki dostlardan dinledim... Ekonomik kriz burayı da fena vurmuş. Belediye Başkanı Seyit Torun, "Beni tekrar seçen hemşerilerime teşekkür için dolaşmaya çıkınca iş isteyenlerden, yoksullukla ilgili bir sorununa çare arayanlardan nerdeyse adım atamıyorum. Geçen yıllarda durum böyle değildi. Hemşerilerim de haklılar ama bu tür başvurulara yanıt vermekten, belediyenin normal işlerini ancak akşamları ele alabiliyoruz" diyor.

Ordu
’nun tanınmış işadamı Ergin Karlıbel burada yatırım yapan, iş olanağı yaratan biri. Resmi o tamamladı. Yakında açacakları hastanede iş almak için gelen başvuruların sayısı 18 bini bulmuş. Durum anlaşılıyor mu?
Yazının Devamını Oku

Son damla hesabı

8 Mayıs 2009
BİR süredir bir "Anayasa’yı değiştirme" lafıdır gidiyor. İktidar partisi bir paket üzerinde çalışıyormuş. Bu pakette 10 mu, 15 mi, 20 mi her ne ise, o kadar maddenin değiştirilmesi öngörülüyormuş ama "muhalefet" bunun ne kadarına "evet" derse o kadarı ele alınıp sonuçlandırılacakmış. İnsanın yüreğinin yağları eriyor... Meğer bu konularda "muhalefetle iş birliği yapmaya hazır" bir siyasi iktidarımız varmış da kadrini kıymetini bilememişiz.

Keşke 2007 seçiminden önce bir teknik kurula gizlice "Yeni bir Anayasa projesi hazırlayın" diyen, sonra onu muhalefet başta olmak üzere tüm ülkeye dayatmaya kalkan iktidarın da Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı olduğunu unutabilseydik.

Diyebilirsiniz ki "O zaman hata ettiklerini anladılarsa, artık daha önce neden böyle değildiniz?" lafının anlamı yok.

Madem öyle diyorsunuz biz de yeni projeye bakalım:

Gerçi yeni projenin asıl karakteri henüz belli değil. Ama hiç değilse "Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısını 11’den 17 veya 21’e çıkartalım. Bu sayı 17 olursa 9’unu, eğer 21 olursa 12’sini TBMM seçsin. Hatta iktidar bütün üyeleri kendi adayları arasından seçmesin diyorsanız, aynen Radyo Televizyon Üst Kurulu Yönetimi’nde olduğu gibi burada da iktidara ve muhalefete kontenjan ayıralım" dediklerini biliyoruz.

Bir de "siyasi partileri kapatmayı zorlaştırma" niyetinden söz ediliyor ama onu -yer darlığı nedeniyle- erteleyelim.

Elbet ihtiyaç varsa Anayasa Mahkemesi’nin yapısı da ele alınabilir, işlevleri de konuşulabilir.

Ama insaf edilsin, Anayasa Mahkemesi’nin daha bundan 12 gün önce yapılan 47’nci kuruluş yıldönü töreninde yanılmıyorsak en az bir saat konuşan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın bir tek kelimeyle olsun değinmediği bir "üye yapısını değiştirme önerisi"nin mahkemenin ihtiyacından doğduğunu kim söyleyebilir?

Buradaki ihtiyaç, AKP iktidarının karambole getirip Anayasa Mahkemesi’ni kendi yörüngesine sokma -ele geçirme demiyoruz- planından doğmaktadır.

"Sen bu partiyi kapatmaya gücünün yettiğini mi sanıyorsun? Kimin gücü kime yetermiş görürsün" hesabıdır bu.

Ve o kararda verilen bir "son damla" mesajı vardı ya... Hani "AKP aslında Anayasanın temel ilkelerine aykırı eylemlerin odağı haline gelmiştir. Bunun bir adım sonrası kapatılmaktır. Ama şimdilik para cezasıyla yetinmekteyiz" anlamındaki hüküm...

AKP bu sonucu engellemek için Anayasa’ya uymayı değil, Anayasa’yı kendine uydurmayı tercih ediyor. Bardağı taşıracak o son damlayı tartışmaya gerek kalmadan, "kapatılma" ihtimalinin önünü kesmeye çalışıyor.

Hele bir de "kapatılma yerine şunu şunu yapmaya mecbur edilme" veya "partiyi değil, ilgili kişiyi cezalandırma" gibi yaptırımlar getirilirse, artık AKP’ye karada ölüm yok diyebilirsiniz.

O zaman liseler medrese olmuş ne yazar? Kamu çalışanları arasında türban egemen hale gelmiş, hiç sorun olmaz.

Sonra sıra "erkek hastaya erkek, kadın hastaya kadın doktor"a gelir, "kızlarla erkek öğrenciler ayrı sınıflarda ders görsün"le devam eder... Ve Türkiye, "menzil-i maksuda" yani istenen adrese tıpış tıpış yürür gider.

"Abartıyorsun" diyenler çok değil 10 sene önceki Türkiye ile bugünkünü kıyaslasın yeter.
Yazının Devamını Oku

Cindoruk’a merhaba

7 Mayıs 2009
SİYASET dünyamızın en az 55 yıldır tanıdığı bir isim olan eski TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk, az bulunur bir özveri örneği ortaya koyarak, tekrar aktif siyasete döndü. Bu ayın 16’sında yapılacak Demokrat Parti Büyük Kongresi’nde partinin genel başkanlığına aday olduğunu açıkladı. Cindoruk’u biz, Ankara Hukuk Fakültesi’nde öğrenci olduğu yıllardan beri tanırız. Temel siyasi çizgisini hiçbir zaman değiştirmemiş olması nedeniyle de "tutarlı" bir politikacı olarak saygı duyarız.

Hemen belirtelim ki siyasi görüşlerimiz taa o yıllardan beri farklıdır. Ama siyasi görüş farkının medeni ilişkileri hiçbir zaman olumsuz etkilemeyeceğini gösteren bir örnek aransa, Hüsamettin Cindoruk’tan iyisinin zor bulunacağına inanırız.

Kısaca, Cindoruk fevkalade medeni ve zarif bir aydındır. Değerli bir hukuk adamıdır.

Ayrıca "liderlik" niteliğine sahip olduğunu taa öğrencilik yıllarından beri ispat ede ede bugünlere gelmiş biridir.

Bu niteliğini, iyi bir hitabet yeteneğiyle donattığı ve yeni fikirlere her zaman açık bir kişi olduğu için de söyledikleri her zaman ilgi çeken bir politikacıdır.

Cindoruk’un, "adaylığını" açıkladığı toplantıda konuşmasına, "Merkez siyasetinde gençlere ihtiyaç var, bu gençlerden biri de benim" diyerek başladığı bildiriliyor.

Bu, Cindoruk’un hem kendisini "genç" olarak gördüğünü hem de herkese, "Ülke senden görev bekliyorsa, yaşım şu diyerek kenara çekilmeye hakkınız yok" mesajını vermek istediğini gösteriyor.

Cindoruk haklıdır.

Bugün Süleyman Demirel ve Rauf Denktaş gibi çok önemli siyaset adamlarının neden hálá ülke sorunlarından kopmadıklarını, neden kendi deneyimlerinden alınmış dersleri ülkenin istifadesine sunmaya çalıştıklarını, neden "yorulma"yı reddettiklerini, Cindoruk’un dile getirdiği yüksek sorumluluk duygusu açıklamaktadır.

Ama Cindoruk’un kendisinin özlediği gibi "iktidar" olmaya aday bir partiyi değil, bir zamanlar öyle olan bir partinin enkazını devralmaya talip olduğunu bilmemiz lazım.

Zaten Cindoruk’un adaylığı da bunu bile bile göreve talip olması nedeniyle önem kazanmaktadır.

Gerçekten Demokrat Parti çizgisinin kaderi, asrın harikası Tansu Çiller’in Doğru Yol Partisi genel başkanlığına seçildiği gün aşağı dönmüş, onun ardından gelen Mehmet Ağar’ın yaptığı inanılmaz büyüklükteki hatalarla dibe vurmuştur.

Şimdiki Genel Başkan Süleyman Soylu’nun varlığını kimse fark edemediği için etkisinden de söz etmek anlamsızdır.

Daha da önemlisi bir siyasi partiyi iktidar yapan "merkez ve merkez sağ eğilimli seçmen" oylarının, Çiller ve Ağar yüzünden, kendisini "muhafazakár demokrat" diye tanımlayan (aslında hiç öyle olmayan) Adalet ve Kalkınma Partisi’ne kaptırılmış olmasıdır. Bunları geri alıp tekrar merkez ve merkez sağın en büyük partisi haline gelmek, Everest’e tırmanmak kadar zordur.

Zordur ama yapılmayacak şey değildir.
Yazının Devamını Oku

Şükür helvası

6 Mayıs 2009
EĞİTİM biliyorsunuz insanın davranış biçimlerini değiştiren sürecin adıdır. O nedenle tüm ulus bireylerinin “eğitim”inden sorumlu bir Bakan’ın da, başkalarına örnek teşkil edecek düzeyde uygar, zarif ve dikkatli bir kişi olmasını beklemek herkesin hakkıdır. Peki 6 sene "eğitim bakanı" olan zatın hali nedir?

Ne olduğunu dünkü gazetelerde okudunuz:

Yeni Milli Eğitim Bakanı’na görev devrederken, "Yapısal reform, değişim, dönüşüm adına ne varsa MEB’de yapılmıştır. (...) Milli Eğitim Bakanlığı otomatik pilota bağlanmıştır" diyor.

Bunun anlamı, "Sen eğitimden anlamazsın ama önemli değil. Önüne gelen evrakı imzala, yeter" değil mi?

Bu ülkede Cumhuriyet ilan edileli 86 yıl oldu. Bu 86 yıl boyunca "bakanlık" koltuğuna belki 5, belki 10 bin kişi oturdu.

Siz hiçbirinin, halefine karşı böyle bir kabalık yaptığını anımsıyor musunuz?

Bu, son 6 sene boyunca çocuklarımızı "adam etsin" diye eline teslim ettiğimiz kişi!

Varın, böyle birine emanet ettiğimiz çocukların büyüyünce neye benzeyeceğini siz hesap edin.

Tanınmış Prof. Dr. Mehmet Haberal "Ergenekon" soruşturması kapsamında gözaltına alınınca, eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in onu uğurlamak amacıyla Esenboğa Havalimanı’na gitmesini "Demirel’in siyasi hayatının lekesi" diye tanımlaması -sonra onu da tevil etti- bir başka örnektir.

Kaldı ki muhteremin arızası sadece "kaba" olmak değildi. O, sıkıştığı yerde "konuyu saptıran", o olmazsa "tevil" yoluna başvuran, o da yetmezse "yalan" söyleyen biriydi. Bunun son örneği "Kutlu Doğum Haftası" nedeniyle yaşandı:

Milletvekili İsa Gök, "Okullardaki Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri" hakkında bilgi isteyince, "yapılan etkinliği" değil, "İlgili yönetmelikte Kutlu Doğum Haftası’nın bulunmadığını" söyledi. Oysa o konuyu çarpıtırken, çeşitli illerdeki 30 okulda Kutlu Doğum Haftası kutlaması yapıldığını Diyanet İşleri Başkanlığı açıkladı.

Siz "hukuka" zerre kadar saygısı olan bir bakanın, bir ilin Milli Eğitim Müdürü’nü tam 11 kere başka göreve tayin ettiğine, her defasında o tayinin yargı tarafından iptal edildiğine ama onun yine de aynı keyfiliği tekrar tekrar sürdürdüğüne inanır mısınız?

Bu adam, Erzurum Milli Eğitim Müdürü Fevzi Budak’a tam 11 kere bu zulmü yaptı. Giresun Milli Eğitim Müdürü Halit Azizoğlu lehine verilen mahkeme kararlarını uygulamadığı için de Azizoğlu’na 5 bin lira tazminat ödemeye mahkum oldu.

Nitekim 22 Temmuz 2006 tarihi itibarıyla, Çelik’in görevden aldığı 517 öğretmen ve bürokrattan 316’sı yargı tarafından göreve iade edilmişti.

Bu öyle usul ve hukuk tanımaz bir bakandı ki, 28 Mayıs 2006 tarihinde kendi başkanlığında yapılan Milli Eğitim Vakfı Genel Kurul işlem ve kararlarının tamamını yargı iptal etti.

Sahi, görevden ayrılması nedeniyle kimsenin "vah" demediği, üstelik kendi bakanlık personelinin bile "şükür helvası" dağıttığı bir başka bakan duydunuz mu?
Yazının Devamını Oku

Tarihe kalmadan

5 Mayıs 2009
BAŞTAN söyleyelim de saklı kalmasın: Son kabine değişikliğinde görevden alınan Van milletvekili Hüseyin Çelik, kendisini eleştirmeme tepki göstererek, 5 Şubat 2009 günü bir TV programında, “ağzımı çalkalamamı” tavsiye etmişti. Bugün de ondan söz edeceğim ve sadece ağzımı değil, bilgisayarımı da yıkayacağım. Gelelim bu zattan niçin bahsetmek gereğini duyduğumuza:

Hüseyin Çelik, yeni Milli Eğitim Bakanı (MEB) Nimet Çubukçu’ya görevi devrederken bolca "Tayyip Erdoğan güzellemesi" yaptıktan sonra kendisinin Milli Eğitim Bakanı sıfatıyla çok büyük başarılara imza attığını anlatmış. Onları:

"Yapısal reform, değişim, dönüşüm adına ne varsa MEB’de yapılmıştır. (...) Milli Eğitim Bakanlığı otomatik pilota bağlanmıştır. Çünkü atama şekli belli, yapılanlar belli, öğretmen ataması belli, atama esasları belli, okulların işleyişi belli. Teknolojik altyapı, fiziki altyapı, e-yatırım, ne yapılacak, nerede ne eksik bunlar belli. 81 vilayetin yaklaşık 70’i ile ilgili yol haritası detaylı raporları hazırlanmış. Gelecek bakan arkadaşıma hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak şekilde bir yol haritası bırakılmıştır" diyerek özetlemiş.

Dedikleri gerçeği ne ölçüde yansıtıyor, bilmiyoruz. Dediği gibiyse, "iyi yapmış" der kutlarız.

Ama o belli ki bardağın "dolu" kısmını görüyor. O nedenle de "Tüm bunları tarih yazacaktır" demiş.

Tarihe kalmadan biz de yazalım. Yazalım da Hüseyin Çelik’in Türk Milli Eğitimi’ne verdiği zarar mı yoksa yaptığı katkı mı daha büyük, merak edenler öğrensin:

Göreve başlamasının hemen ardından Yüksek Öğretim Kurumu’nu bakanlığın dümen suyuna almak için olmadık numarayı çeviren, yasa taslakları hazırlayan Hüseyin Çelik değil de Oral Çelik miydi? YÖK’e yaptıramadıklarını onun dışında tertipler yaparak elde etmeye çalışan ve hiçbirinde amacına ulaşamayan Hüseyin Çelik bunları unutuyor mu?

İmam Hatip Liselerini meslek lisesi statüsünden çıkartıp genel eğitim kurumu konumuna getirmeye çalışan bu zat değil miydi?

Kuran Kursları’nın "Öğretim Birliği Yasası"na aykırı faaliyet göstermesini engellemek için Milli Eğitim Müfettişlerine tanınan yetkiyi Diyanet İşleri’ne devreden kimdi?

Ya tarikat yurtlarını tümden denetimsiz bırakmak için yönetmelik değiştiren?

Laik eğitim ilkesine aykırı ne mümkünse yapan, -neyse ki hiç değilse bir kısmı Danıştay’dan döndü- Hüseyin Çelik’ten başkası mıydı? Hatta Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kapatılması istemiyle açılan davaya ilişkin Anayasa Mahkemesi kararında, "laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı" hareket ettiğine hükmedilen Hüseyin Çelik acaba İran İslam Cumhuriyeti’nin aynı isimdeki bir bakanı mıydı?

Biz Milli Eğitimimizi dejenere ederek oy alacağını düşünen ve var gücüyle bu yönde çalışan çok politikacı gördük. Ama eğitimimize bu zat kadar zarar veren bir başka isme rastlamadık. O nedenle 29 Mart’ta verdikleri oylarla Çelik’in bakanlıktan alınmasına yol açan Vanlılara teşekkür ederiz.
Yazının Devamını Oku

Bekleyip görelim

3 Mayıs 2009
KABİNEDEKİ değişiklik olayına herkes "fili tarif eden körler" gibi yaklaştı. Kimi fili değil kulağını anlattı, "fil kocaman bir yassı tepsi gibidir" dedi. Kimi sırf ayağına dokunup "Kalınca bir direğe benzediğini" söyledi.<br><br>Bizim "kabinenin bütününe" ilişkin dünkü değerlendirmemiz de yeterli değildi. Onu bugünlük erteleyip "nokta" değerlendirmesi yapalım diyoruz.

Bu sütunu izleyenler, çok üzerinde durduğumuz konulardan birinin "yargı bağımsızlığı" olduğunu bilirler.

Gerçekten "yargısı bağımsız olmayan bir ülkede kimsenin güven ve huzur içinde olmayacağına" inandığımız için bu konuya çok değiniriz.

Şimdi kabineye yeni bir Adalet Bakanı geldi.

Daha önceki Adalet Bakanları Cemil Çiçek ve Mehmet Ali Şahin’i, gerçeğin öyle olmadığını bile bile "Yargımız bağımsızdır" dedikleri için çok eleştirdik. Başta Başbakan Tayyip Erdoğan olmak üzere tüm AKP ileri gelenlerinin de aynı sözleri söylemelerinin, kendi partilerinin programına aykırı olduğunu çok yazdık. Programda aynen "Yargıç tarafsızlığı ve yargı bağımsızlığı tam olarak sağlanacak, yargıç güvenceleri korunacaktır" dendiği halde 7 yıla yakın süredir bu konuda bir tek olumlu adım atılmadığını çok söyledik.

Son bakan Mehmet Ali Şahin’in de "bağımsız" dediği yargıya el altından müdahaleleri nedeniyle çok eleştirildiğini Mısırdaki sağır sultan dahil duymayan kalmadı.

O nedenle "Acaba yeni Adalet Bakanı Sadullah Ergin adalete nasıl bakıyor?" diye merak ettik.

Sadullah Ergin 3 Kasım 2002’den beri milletvekili. Partisinin TBMM Grup Başkanvekili iken Bakan oldu. Bir başka deyişle "deneyimli" bir politikacı. O nedenle hem "siyasi sicili" hem de "görüşleri" yönünden bakalım dedik.

Siyasi sicili konusunda karşımıza Hatay’daki kamu ihalelerini Adalet ve Kalkınma Partililere peşkeş çekmekle suçlandığı olgusu çıktı. Hatta bu yüzden siyasi literatürümüz "Ali Dibo" diye bilinen bir kavram kazandı. Merhum Ali Dibo gerçi iyi niyetli zengin bir Hataylı imiş ama, bu bağlamda o deyim, "siyasi nüfuz kullanarak haksız kazanç sağlama" anlamına kullanıldı.

Ali Dibo konusunun Meclis’teki 26 Aralık 2006 tarihli tartışma tutanaklarını okuduk. Ergin kendisinin "nüfuz kullanmadığını" söylüyor, hatta "Sayıştay da o konuda bir suç bulmadı" diyor ama "Sayıştay’ın bununla ilgisi yok ki bulsun" diyen muhalefete yanıt veremiyor.

Böyle adı "siyasi nüfuz kullanma" olaylarına karışmış bir isme özellikle "Adalet" Bakanlığı’nı teslim etmek doğru mudur, göreceğiz.

Ergin’in konuşmalarından bulabildiklerimiz içinde "yargı bağımsızlığına nasıl baktığını" aradık. Maalesef Çiçek ile Şahin’in izinden ayrılmayacağı sonucuna vardık. Çünkü o da kendi partisinin programını yok saymış. Ne zaman görüş açıklama gereğini duysa, "ülkemizde yargının bağımsız olduğunu" söylemiş. (Merak edenler 2 Mart 2005 tarihli Meclis konuşmasına, Haberaktüel isimli internet sitesindeki tarihsiz konuşma metnine bakabilirler.)

İşte bu Sadullah Ergin’den "yargıda reform" bekleyeceğiz. Bekleyelim, görelim.
Yazının Devamını Oku

Kabine değişikliği

2 Mayıs 2009
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın yaklaşık bir ay önce yapması beklenen nihayet oldu.Kabineden 8 bakan gitti, yeni 9 bakan geldi. Ayrıca kabine içindeki bakanlardan da 7’sinin yerleri değiştirildi. Yeni bir kabineden değil, 2 yıla yakın süre önce kurulan 59’uncu kabineden söz ediyoruz. Yeni bir kabineden değil, iki yıla yakın süre önce kurulan 59’uncu kabineden söz ediyoruz.

Bu noktaya değinmemizin sebebi şu:

Yeni kabine, yeni politikalar demektir. Eski kabinede değişiklik, politikalar aynı kalacak ama arada ya performanslarıyla göz doldurmayan yahut yanlış yapan bakanlar gidecek, yenileri onların yerine gelecek ama politikanın ana çizgisi değişmeyecek demektir.

Son kabine değişikliğine bu açıdan bakınca dikkati şunlar çekiyor:

Başbakan aynı kaldığına göre, politikalarda önemli bir değişiklik olmayacak demektir. Bu bir.

İkincisi... Kabineye girenlerde de, üstlendikleri sorumlulukla ilgili "yeni bir politika" mesajı veren isim yoktur. Bunu derken Milli Eğitim Bakanlığına getirilen Nimet Çubukçu’nun, selefi Hüseyin Çelik’in mahvettiği "laik eğitim"e tekrar hayatiyet kazandırması mümkün iken acaba hakkını mı yiyoruz diye zihnimizden geçiyor.

Dileriz aldanıyoruzdur. O inşallah bakanlığı, "Dini Eğitim Bakanlığı" olmaktan çıkartır.

Her hükümetin en önemli bakanlığı olan Dış Politika konusunda değişiklik olur mu derseniz, onda da yenilik beklemiyoruz. Çünkü iyi bir ekonomist olduğu söylenen Ali Babacan zamanında da hem "Baş Danışman" hem de "Büyükelçi" sıfatıyla dış politikamızı fiilen yöneten Prof.Dr. Ahmet Davutoğlu idi. Şimdiki değişiklikle, dış politikayı "bilmeyen" bakan gitmiş, onun yerine "bilen" isim gelmiş oluyor. Yani fiilen birşey değişmiyor.

Demek ki "yanlışlar" da "doğrular" da artık asıl sorumlu olana fatura edilecek.

Biz dış politikamızda ’yanlışlar’ın egemen olduğunu düşünüyorduk. Dileriz önümüzdeki dönemde "aldanmışız" deriz.

Kabinede "ekonomi ve maliye" yönetimi en ciddi değişikliğe uğradı:

Başbakan Yardımcısı Prof.Dr. Nazım Ekren’in, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın, "İhracat şampiyonu" geçinen Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen’in kabine dışı kalması, Zafer Çağlayan’ın Ticaret ve Sanayi Bakanlığı’ndan Devlet Bakanlığı’na kaydırılması Başbakan Erdoğan’ın kendi kabinesini bu noktada "başarısız" gördüğünü ortaya koyuyor.

Ali Babacan’ı şimdi tüm ekonominin kaptan köşküne oturtmak ne sonuç verecek göreceğiz.

Her kabinede "parti içi dengeler" gözetilir. Bunu Bülent Arınç’ın, Başbakan Yardımcılığı’na getirilmesi gösteriyor. "Coğrafi dengeler" söz konusudur. Onu ayrıca değerlendirmek gerekir. Kamuoyuna "Temel anlayışımız değişti" veye "değişmedi" mesajları verilir. Ömer Dinçer’in kabineye alınması Başbakan Erdoğan’ın "Milli Görüş"çülüğünün sürdüğünü gösteriyor.

Bir de "hesap sorma" meraklısı Başbakan’ın kişiliğinden kaynaklanan husus var. Onu da Başbakan Erdüoğan’ın, 29 Mart günü kendi seçim çevrelerindeki Belediye Başkanlığını AKP’nin kazanmasını sağlayamayan Hüseyin Çelik, Kemal Unakıtan, Kürşat Tüzmen, Mehmet Ali Şahin, Mehmet Hilmi Güler’e bunun bedelini kabine dışında bırakarak ödetmesinden anlıyoruz.
Yazının Devamını Oku