12 Haziran 2009
OLAYIN yakınında değiliz. O nedenle gazete haberine dayanmaya mecburuz. Ama gazete haberinde de pek beklenmedik bir şey yok: Haberi “Aman Demokrat Parti ile Anavatan (ANAP) birleşmesin de ne olursa olsun” diye çok çırpınan bir gazete vermiş ama yine de değinmeye değiyor:
Biliyorsunuz aktif siyasetten bir süre önce çekilmiş olan Hüsamettin Cindoruk, ülkenin bugünkü durumunda kendisine görev ve sorumluluk düştüğü gerekçesiyle tekrar siyasete döndü. Amacının "merkez sağdaki siyasi güçleri birleştirdikten sonra tekrar geri plana çekilmek" olduğunu da baştan ilan etti. O yüzden Demokrat Parti’nin Genel Başkanlığına aday oldu ve seçildi.
Nitekim "merkez sağ"ın geleneksel temsilcilerini yani Demokrat Parti ile Anavatan Partisi yetkililerini bir araya getirerek, "birleşme"nin altyapısını hazırlayacak adımlar attı.
İşte tam bu sırada beklenenler duyulmaya başladı:
Anavatanlılar diyorlarmış ki, "Demokrat Partililerin asıl derdi partimizin Genel Merkez binasını almak, yoksa onların bizimle birleşmek gibi içten bir istekleri yok."
Bilindiği gibi Turgut Özal’ın Başbakan ve Genel Başkan olduğu yıllarda Anavatan Partisi pek görkemli bir Genel Merkez binası yaptırmıştı. Ondan söz ediliyor.
Yukarıda değindiğimiz habere göre de ANAP’lılardan "birleşmeye karşı" olanlar, "Birleşme konusunda acele edilmemesini veya birleşmenin üçüncü bir parti çatısı altında gerçekleşmesini" istiyorlarmış. Nitekim partinin Merkez Yönetim Kurulu toplantısında bazı üyeler şimdiki Genel Başkan Salih Uzun’un bir otelde Hüsamettin Cindoruk’la buluşmasını eleştirmişler.
Buluşmayıp da ne yapacaklardı ki?
Kimi de "Hüsamettin Cindoruk isminin öne çıkmasından" rahatsız olmuş.
Ayrıca "Sadece DP ile değil Saadet Partisi ve (Abdüllatif Şener’in yeni kurduğu) Türkiye Partisi ile de görüşmeler yapılmasını" isteyenler olmuş.
ANAP döneminde sık sık Adalet Bakanı olan Oltan Sungurlu da "Partimizi feshederek neden Cindoruk’a teslim edelim? Cindoruk bildiği gibi konuşuyor" demiş. Bir de -bizce haklı olarak- "Bütünleşme Komisyonu’nun yapacağı tüm çalışmaları MKYK’ya getirmesini" istemiş.
Bunlar takatsiz siyasi partilerin -birkaçı samimi olsa da- genellikle kifayetsiz siyasetçilerinin tepkileridir. Çünkü yeni bir oluşum içinde kendilerine bir rol düşeceğinden veya ne rol düşeceğinden emin olmadıkları için bir "maraza çıkarıp" kendilerinin önemsenmesini sağlamaya çalışırlar.
"Saadet Partisi ile de görüşelim" demek, "Bu birleşme meselesini unutalım" demekten farksızdır. "Üçüncü partide buluşalım" diyenlerin de "Eğer o kadar gücünüz varsa neden mevcut partinizi ayağa kaldıramıyorsunuz?" sorusuna yanıt vermedikçe önerilerinin değeri yoktur.
Kimse kendini dev aynasında görmesin. Anavatan Partisi son yani 29 Mart 2009 tarihli yerel seçimde, il genel meclisi üyeliği için kullanılan oyların sadece binde 76’sını aldı. Demokrat Parti’nin oyları ise binde 384 idi. Yani ikisini toplasanız bir avucu doldurmuyor.
Bu durumda birleşmeyip de ne yapacaklar Allah aşkına?
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2009
AVRUPA İnsan Hakları Mahkemesi, ülkemizi yöneten devleti de, burada yaşayan insanları da “yola getirmeyi” amaçlayan çok önemli bir karar verdi. Kocasının uyguladığı şiddet karşısında, onu korumayan Türkiye Devleti, bayan Nahide Opuz’a tam 36 bin 500 Euro tazminat ödemeye mahkûm oldu. Demek ki artık ne devletin eski kafası, ne kocanın "Karım değil mi, istersem döver istersem söverim" ilkelliği, ne de "şiddet" kültüründe yetişmiş insanımızın ve özellikle polisimizin zihniyeti kabul görüyor.
Hem Anayasa’ya, "sosyal bir hukuk devleti" olduğunuzu yazacaksınız hem de evde, sokakta, karakolda şiddet uygulanmasına ses çıkarmayacaksınız diye bir şey yok.
Opuz’un olayı bu açıdan hem örnek teşkil edecek kadar çarpıcı:
Kocası denen adamla 1995’te evlenmiş. Ondan üç çocuğu olmuş. Ama o sırada koca dayağından çekmediği kalmamış. Mahkemeye başvurup çare aramış. Ama sonuç alamamış.
Nasıl alsın ki, mahkemenin koyduğu yasağı dinlemeyen kocaya sonunda, 8 taksitte ödemek üzere topu topu 840 lira para cezası vermişler.
Koca yine durmamış. Bıçakla yaralama, fırsat bulunca dövme dahil her haltı yemiş. Nitekim sonunda Nahide Opuz’un annesini öldürmüş. Bunun üzerine ömür boyu hapse mahkûm olmuş ama 2008’de serbest bırakılmış. Yani Opuz yine o Allah’ın belasının insafına terk edilmiş. Neyse ki avukatı konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşımış.
Aklımıza "kuzeninin kocasından bir bebeği oldu" diye ailesi tarafından ölüme mahkûm edilince İstanbul’a kaçan ama oradaki saldırıdan yaralı kurtulunca kardeşleri tarafından -devlet korumadığı için- hastanede öldürülen 22 yaşındaki Bitlisli Güldünya Tören geliyor.
Tüm aile içi şiddet olaylarının, töre cinayetlerinin ve şiddet ilkelliğinin kurbanı ve sembolü olan Güldünya...
O olay üzerine yani 2004’ün son aylarında Hürriyet Gazetesi’nin öncülüğünde "aile içi şiddete son kampanyası" başlatıldı. Hürriyet Gazetesi, İstanbul Valiliği ve Çağdaş Eğitim Vakfı el ele verdiler. "Aile içi şiddete son" bilincini yükseltmek amacıyla ardı ardına üç yıl uluslararası konferanslar düzenlediler. Hem faaliyetlerini Avrupa Parlamentosu’na tanıttılar hem de gerek Türkiye’de gerek Avrupa’daki insanlarımız dünyasında 23 bin kişiye ulaşıp onları bilinçlendirdiler.
Bu kampanya olmasa kimse ülkemizdeki ailelerin yüzde 34’ünde fiziksel şiddetin, yüzde 53’ünde sözlü şiddetin yaşandığını bilmeyecekti. Ankara gecekondularında yaşayan kadınların yüzde 97’sinin kocalarının saldırısına hedef olduğunu fark etmeyecekti. Sadece kocaların değil, nişanlı, erkek kardeş, erkek arkadaş gibi mahlukların yüzde 58’inin onları dövdüklerini öğrenemeyecektik.
Bakın daha polis tarafından pataklanan kadınlardan, "hayat kadını" damgası vurularak fotoğrafları medyaya dağıtılan -o fotoğrafları basmak da aynı şekilde ilkelliktir- kadınlardan söz etmedik.
Adana’da karısını sokak ortasında 29 yerinden bıçaklayan kocayı gören ama müdahale etmeyen polis memurundan bu konuda ne bekleyebilirsiniz?
Münevver Karabulut isimli bir kızın öldürülmesi üzerine "Kızlarına sahip çıksalarmış" diyen bir Emniyet Müdürü eğer İstanbul’dan sorumlu ise, kime ne diyeceksiniz?
Ama yine de inanıyoruz... AİHM kararı bugün değilse yarın onların hepsini yola sokacak.
Yazının Devamını Oku 5 Haziran 2009
LAFLA peynir gemisini yürütmek nasıl mümkün değilse adını Narin koyduğunuz kız çocuğunun iri kemikli, kalın gövdeli olmasını da engelleyemezsiniz. Bir tarihte Ankara’da ismi Adil olan bir yargıç vardı. Basın davalarına bakardı ve önüne gelen gazeteciyi 1.5 sene hapse attıkça zevk duyardı. Eskiler ismi ile kişiliği arasında uyum olanlara "ismiyle müsemma" (aynen ismi gibi) derlerdi. Şimdi herhalde onun yerine Amerikanca bir terim kullanılıyordur.
Ama bizde "Rüşvet ve yolsuzluğu önleme" yasası çıkartılır, bakarsınız ki tam tersine rüşveti ve yolsuzluğu teşvik etmektedir.
Hani Anadolu’dan ilk defa İstanbul’a gelen bir garip şuraya ne denir, buranın adı nedir diye sorduktan sonra "Kadıköy’e köy, bizim yaşadığımız yere de şehir diyenin..." demiş ya, isimler konusundaki gerçeğimiz çoğunca ona benzer.
O yüzden Demokrat Parti bu ülkenin demokrasi tarihinin kaydettiği en despot partidir. Doğrusunu söylemek gerekirse Cumhuriyet Halk Partisi’nin adındaki "halk" da ona o kadar uzaktır.
Sadece onlar değil, bizde "Milli Prodüktivite (Verimlilik) Merkezi" diye bir kurum vardır. Taa 1965’te kurulmuş. Yasaya göre:
a) "Yurt ekonomisinin prodüktivite esaslarına uygun olarak gelişmesine yarayacak tedbirleri araştırmak (...);
b) Resmi ve özel sektörlerdeki müessese ve işyerlerinde verimi artıracak ve israfı önleyecek metotları tespit etmek ve bunların uygulama imkanlarını araştırmak, uygulamayı izleyerek gerekli tavsiyelerde bulunmak;
c) Prodüktivite ile ilgili teknik yardımları sağlamak, gerekli eğitim ve istişare çalışmalarında bulunmak;
d) Çeşitli vasıtalarla verimi artırıcı bilgileri ve modern metotları yaymak gibi işleri yapması gerekiyormuş.
Ama bugüne kadar hiç kimseden bu kurumun şu yukarıdaki görevlerden birini yaptığına -veya verimli bir şekilde yaptığına- dair tek kelime duyduğunuzu söyleyebilir misiniz?
İsterseniz açın bu kurumun resmi internet sitesine bakın... Kurulalı beri geçen 44 yıl boyunca ne yapmışlar görün ve vicdanınız ne diyorsa onu dile getirin.
Maksadımız Milli Prodüktivite Merkezi’ni eleştirmek değil. Onun gibi o kadar çok örnek var ki... Şimdiki kurum nasıl çalışıyor bilmiyoruz ama bir zamanlar bir İş ve İşçi Bulma Kurumu vardı. Sanki "işsize" değil de kendi personeline iş bulmak için kurulmuş gibiydi.
Onun için Adalet ve Kalkınma Partisi’nin adının "AKP" şeklinde kısaltılmasına kızan -hatta öyle söyleyip yazanları edepsizlikle suçlayan- Başbakan Tayyip Erdoğan boşuna çırpınmasın. Adında "Adalet" yazan parti, 7 yıla yakın zamandır iktidarda olur da "adaleti" devraldığından beş beter hale getirirse kimse oradaki "Adalet" lafına kulak vermez.
Hadi "kalkınma"yı hak etmediğini söylemeyelim ama Ali Dibo’ları koruyan, devletin "ihale" sistemini soygun aracına dönüştüren, "Bizden biriyse bırakın çalsın" anlayışını yerleştiren bir partiye "AK" diyecek kadar idraksiz olmamızı da kimse beklemesin.
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2009
YAYGIN bir skandal, bir aya yakın zamandır İngiltere’yi sallayıp duruyor. Biz burada birbirimizle hâlâ “2 kere 2 kaç eder?” tartışması yaptığımız için kamuoyumuz olayı yakından izleyemedi. Ama “Böyle bir skandal orada da olduysa vay halimize” dememize gerek kalmadan, oradaki sistem işledi. Sistemin neden veya nasıl işlediğine gelmeden, olayı özetleyelim:
Bazı milletvekillerinin haksız bir şekilde kendi evlerine ve keyiflerine harcadıkları paraları hazineden aldıkları, yani düpedüz suiistimal yaptıkları bir süredir söylenip duruyordu. Ama Avam Kamarası’nın İşçi Partisi’nden seçilmiş Başkanı Michael Martin, milletvekilinin hangi nedenle hazineden ne kadar para aldığını gösteren listeleri açıklamayı reddettiği için bu söylentilerin aslı astarı pek bilinmiyordu.
Taa ki Muhafazakár Parti’yi öteden beri desteklediği bilinen Daily Telegraph Gazetesi bu listeyi ele geçirip parça parça yayımlamaya başlayıncaya kadar.
Burada belirtelim:
İngiliz milletvekillerinin bir kendi seçim çevrelerinde ve bir de Londra’da ev edinmeleri halinde hazineden yardım isteme hakları vardır. Zaten skandalın kaynağı da budur. Nitekim Elliot Morley isimli milletvekili, 18 ay önce ödemiş olduğu 16 bin pound tutarındaki mortgage borcunu; David Chaytor aynı şekilde ödemiş olduğu 13 bin pound tutarındaki mortgage faizini hazineden almış. Douglas Hogg evinin bahçe bakımını ve hendek temizliğini yaptırmak için hazineden 2200 pound almış. Andrew MacKay’in hem kendisi hem de milletvekili olan eşi, hazineden ayrı ayrı "ikinci ev" parası almışlar. Margareth Moran, "ikinci ev" için aldığı 22 bin 500 poundu, tutmuş Londra’nın yüzlerce kilometre uzağında bulunan sahil şehri Southampton’daki evinin tamirine harcamış. Neden böyle yaptınız diye soranlara da, "Çok stresli olan işimden uzaklaşıp moral bulmaya ihtiyacım var. Onun için harcadım" demiş.
Sanmayın ki bunların hepsi iktidardaki İşçi Partisi veya muhalefetteki Muhafazakár Parti mensubu milletvekilleri... İki partiden de böylesi çok var. Nitekim muhafazakár Anthony Steen, kendisinin Londra dışındaki büyük malikanesinin onarılması için hazineden 87 bin pound (140 bin ABD Doları) tutarındaki harcamaların ortaya çıkmasına tepki gösterip, "Halkın benim özel yaşamımla ilgilenmeye ne hakkı var?" diye sorunca, "Kullandığınız paranın sahibi o halktır. O yüzden hem sorar hem de öğrenir" yanıtını almış.
İngiliz milletvekilleri kendilerine tanınan "ikinci ev" hakkını kötü kullanmayı o kadar yaygın bir ádet haline getirmişler ki, anlaşılan bunu "meşru bir hak" gibi içlerine sindirmişler bile. Nitekim aynı nedenle dün Başbakan Gordon Brown’a istifasını sunmaya mecbur olan Toplumlar ve Yerel Yönetimler Bakanı Bayan Hazel Blears’in yine de "yanlış bir şey yapmadığını" ileri sürdüğü bildiriliyor.
Oysa 1695 yılında, o zamanki Avam Kamarası Başkanı Sir John Trevor’un "rüşvet almak" suçunu işlediği için Başkanlıktan uzaklaştırılmasından bu yana ilk olarak Başkan Michael Martin bu skandal yüzünden istifa etmeye mecbur kaldı.
Hemen belirtelim... Adı geçen milletvekillerinin çoğunun da ilk olarak parti üyeliği askıya alındı. Yani sistem, işlemeye başladı.
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2009
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın dün partisinin Meclis Grubu’ndaki konuşmasının üslubuna, tonuna, şiddetine bakarsanız Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Meclis çoğunluğu, “mayın temizleme” yasa tasarısını kabul eder. “Kabul eder” dedik ama sonuç öyle mi oldu, başka mı, bu satırlar yazılırken belli değildi. Çünkü Suriye sınırındaki mayınları temizleme işini çok muhtemelen bir yabancı şirkete verme ve bunun karşılığında o araziyi 44 yıl süreyle istediği gibi kullanma hakkını bırakma amaçlı tasarı üzerinde iktidarla muhalefet uzlaşamamıştı. Sebep de muhalefetin "temizleme işini bunu yapacak firmaya ihale edin ama ülkenin en hassas bölgesindeki o araziyi yabancılara bırakmayın" tezini iktidar partisinin -daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ın- kabul etmemesiydi.
Nitekim Başbakan Erdoğan’ın Meclis grubunda kendi partisine mensup milletvekillerinden görüşmelere katılmayanlara kızgınlık ifade ettiği bildiriliyor.
Topu topu (yürürlük maddeleri hariç) 4 maddelik bir tasarının bu kadar dirençle karşılanması karşısında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın "tutumumuzda bir yanlışlık olmalı ki 339 milletvekilimize rağmen bu tasarıyı yasalaştıramadık" demesi beklenirken tutumunda ısrar etmesi doğrusu çok dikkat çekmektedir.
Öyle ya... Şimdi tasarıyla getirilen "mayını temizleyene o araziyi kullanma hakkı verme"yi öngören bir ihale daha önce yapılmış ama Danıştay bu konuda "yürütmeyi durdurma" kararı vermişti.
Demek ki "hukuk" bunda yanlış var diyor. O halde hukuka karşı neden direniyorsun?
Keza sadece muhalefet değil, kendi milletvekillerin de "Bu yapılan yanlış" diyor. Buna rağmen niçin "Yabancılar o toprağı 44 yıl istediği gibi kullansın, bizce sakınca yok" diyorsun?
Son günlerde yeni bir parti kuran eski AKP hükümeti Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener’in basına yansıyan bir sözü oldu. "Normal usullerle yapılacak bir iş -örneğin bir ihale- için yasa çıkartılıyorsa, onun altında mutlaka bir çapanoğlu aranmalı" anlamınaydı o söz. Bu da insanın kuşkusunu artırıyor.
Kaldı ki Başbakan’ın tasarıyı savunurken söyledikleri içinde ikna edici hiçbir unsur bulunmuyor.
Konunun bir de pek üzerinde durulmayan başka tarafı var:
Diyelim ki tasarı kabul edildi ve yürürlüğe girdi. Sonunda bir yabancı firma "44 yıl süreyle o araziyi kullanma" düşüncesiyle ihaleyi aldı. Hatta mayınları da temizleyip, "Araziyi bana bırakın" dedi.
Orası bir başka devletle sınır bölgemiz... Sınır bölgesi dünyanın her yerinde -elbet Türkiye’de de- en az İkinci Derece Askeri Yasak Bölge statüsündedir. O nedenle yabancılar o bölgeye giremediği gibi, sivil Türk vatandaşları da ancak askeri makamlardan izin alırsa girebilir.
Söyler misiniz o bölgeyi kullanmaya kalkacak yabancı firma nasıl kullanacak?
Not: "Mayınların temizlenmesi" ile ilgili 31 Mayıs tarihli yazımızda adından söz ettiğimiz "uzman"ın, mayınlı arazinin "vaat edilmiş topraklar"a dahil olduğu yolundaki görüşüne okuyucumuz Moshe Farsi, "O bilgi yanlış" diyerek itiraz etti. Konuyu uzmanların tartışmasına bırakıyoruz. O.E.
Yazının Devamını Oku 2 Haziran 2009
BİR süre önce hekimlerin yüreğine “tam gün” ateşi düşmüştü. Önceki gün de gazetelerde 13 ayrı tabip odasıyla çeşitli tıbbi uzmanlık dallarını temsil eden 29 derneğin ortak imzasını taşıyan bir ilan yayımlandı. Hekimler dertliler, çünkü “Hem hastaların hem bizim haklarımız elimizden alınıyor” diyorlar. Gerçekten hükümet, mümkün olsa tüm hekimleri kamu kurumlarında (üniversitelerde, hastanelerde) "tam gün" çalıştırmayı amaçlayan bir yasa tasarısı hazırladı. Konu henüz TBMM’ye sunulmadı. Ama tasarının hükümleri Başbakanlığa ait web sitesinde yayımlandı. Biz de metni oradan alıp inceledik.
Önce belirtelim:
Tam gün bundan önce iki kere denenmiş ama başarılamamış bir "çalışma usulü"dür. Sağlık Bakanlığı’na sorarsanız daha önce altyapı hazır değildi. Yani tam gün çalışmaya mecbur edeceğiniz hekimi tatmin edecek ne kurum ne de olanak vardı. Oysa şimdi tamamlandı.
Tamamlandı da ne yapıldı?
Tasarıya bakınca anlıyorsunuz ki üniversitelere, devlete ait hastanelere ve bir de özel sektör hastanelerine göz dikilmiş. Halen sağlık hizmetlerinin yüzde 83’ü devlet hastaneleri, yüzde 17’sini özel hastaneler veriyormuş.
Bakanlık sanki bunu tersine çevirmek ve olabildiğince çok özel hastane açılsın istiyormuş gibi bir tasarı hazırlamış. Çünkü tasarı adeta, "devlette veya özel hastanede çalışmayan hekimin bir dilim ekmeğe muhtaç kalmasını" amaçlamış.
Bunu nereden mi çıkartıyoruz?
Gerçi káğıt üstünde her şey serbest. Yani bir doktor isterse kamu hastanesinde isterse özel hastanede çalışabilir. Keza isterse hiçbirine başvurmaz, muayenehane açar.
Ama bir hasta ancak kamu veya özel sektör hastanesinde tedavi edilebileceği için serbest hekimin muayenehanesine giden hastanın başvuracağı son adres, eczane olur.
Kamuya yahut özel sektöre ait hastanede çalışmak da "tam gün" koşuluna bağlanacağı için oradaki hekimlerin ayrıca muayenehane açmaları zaten söz konusu olmayacaktır.
Bu durumda serbest hekim muayenehanesi hasta yönünden anlamını yitiriyor.
Sağlık kurumuna başvuran hasta ise, örneğin bedelini vermeyi üstlenip çok güvendiği bir profesörün kendisini tedavi etmesini istese işe yaramıyor, çünkü "bedelini ödemek" yasaya aykırı olduğu için gittiğiniz kurumda şansınıza düşen doktorla yetiniyorsunuz.
O nedenle tasarı ilke olarak iyi görünse de aslında nitelikli hekimliği körletiyor.
Denebilir ki, "Performansa göre ücret de artacağı için, o sakınca giderilmiş olur".
Oysa olmaz. Çünkü "performans" kriteri hekimleri, bir-iki tetkikle sonuç almak mümkün iken gereksiz tetkiklere yönlendirir. Bu, doktorun ücretini yükseltir ama etik değerlere aykırıdır.
Dahası bu yol sağlık hizmetlerinin ticarileşmesi sonucunu doğurur. Oysa hükümetin yapması gereken, şu anda bile baş edilemeyen ticarileşme eğilimini ve israfı önlemek olmalıdır.
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2009
İYİ bir gelişme oldu. İktidar partisi ile anamuhalefet, Suriye ile aramızdaki sınır boyunca uzanan 216 km. kare büyüklüğündeki arazinin, gerçek sebebini kimsenin anlayamadığı bir şekilde 44 yıl süreyle İsrailli bir (veya birkaç) firmaya bırakılmasını öngören tasarı üzerinde uzlaşmayı kabul etti. Ama bu uzlaşma eğilimi ne sonuç verecek bilinmediği için konu hálá boşta duruyor. Bakarsınız Başbakan Erdoğan yeni bir talimat verir, "Hayır... O araziyi mayınları temizleyen şirkete bırakacağız" der ve her şey başa döner.
Gerçi son olarak Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı Sivil Savunma Müsteşarlığı (SSM) da harekete geçmiş. Mayın temizleme işini yapmak için Türkiye’den (ne kadar güvenilir olduğunu bilemediğimiz haberlere göre) 1.5 milyar TL isteyen NAMSA (NATO İkmal ve Bakım Teşkilatı) yerine SSM onun yarısına yani 750 milyon TL’ye yapabileceğini bildirmiş.
Yeri gelmişken belirtelim:
Bu konuyla ilgili rakamlar çok tutarsız görünüyor. Kiminin 40-50 milyon dolara yapılabileceğini ileri sürdüğü bir iş için bazılarının neden 1 milyar dolar (1.5 milyar TL) istediğini anlamakta zorlanıyoruz. Ama konunun yine de bilemediğimiz tarafları olur diye sırf belirtmekle yetiniyoruz.
Zaten o yüzden bugün sözü, bize Kadir Yazanlar imzasıyla yazan ve konunun uzmanı olduğunu söyleyen bir okuyucumuza bırakmak istiyoruz. Yazanlar emekli bir İstihkam Binbaşısı imiş. Son 6 yıldır çeşitli firmalara bu konuda danışmanlık yapıyormuş. Özetle şöyle diyor:
"Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) bu işi yapabilir ama yaparsa 1000-4000 kadar zayiat verebilir. İşçi yaparsa bu rakam çok aşağı iner.
Temizleme işinin maliyetine ilişkin verilen rakamlar kafadan atmadır. Normal rakam -personel gideri hariç- metrekareye 90 sent (125 kuruş)tir.
Bu iş mayın temizleme makineleriyle yapılamaz. O makineler sadece muharebe sahasında gedik ve geçitlerin açılması için -elle temizlik yapılan yerlerde- kalite kontrolü amacıyla kullanılır.
Bu işin nasıl yapılacağına ilişkin standartlar Birleşmiş Milletler tarafından belirlenmiştir. Zaten işi o standartlara göre yapmayan firmayı hiçbir sigorta şirketi muhatap almaz.
Dünyadaki 3 trilyon dolarlık mayın temizleme pazarı Amerikan, İngiliz ve İsrail firmalarının elindedir. Şu anda dünyadaki en büyük mayın temizleme işi, halen tartıştığımız konudur.
Bu konuda İsrail’in öne çıkmasının nedeni hem bölgenin "arz-ı mev’ud" (Tanrının İsrail’e vaat ettiği topraklar) bölgesinde olması ve o nedenle bu topraklarda yetişecek ürünlerin dindar Musevilerce "helal gıda" (Koşer) belgesine uygun sayılmasıdır. Tabii bir de bölgenin stratejik önemi büyüktür.
Aslında mayın temizliği için 1 milyar dolar harcayıp sonra da oradan ürün almak için 5 milyar dolar yatıracak şirket bulmak bence mümkün değildir ama, İsrail’in Kamu İktisadi Teşebbüsü türü kuruluşları örneğin TAHAL girebilir. O nedenle bence yapılacak şey, Genelkurmay’ın da önerdiği gibi bir "Ulusal Mayın Kurulu" oluşturmak ve temizliği mutlaka bir Türk kuruluşuna bırakmaktır."
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2009
SONUNDA Almanya’nın, TIR şoförlüğü gibi geçici aktif hizmet veya sanatsal, sportif yahut bilimsel hizmet için bu ülkeye giden Türklere “vize almadan”bu ülkeye girme hakkını fiilen tanıdığı bildiriliyor. Ama hemen heyecanlanmayın... Sonunda “vizesiz” giriyoruz diyeceksiniz
ama “vize istemiş” gibi çile çekeceksiniz.
Söze devam etmeden belirtelim:
Almanya’yı bu noktaya Türk hükümeti değil, biri Mehmet Soysal öteki İbrahim Savatlı isimli iki TIR Şoförü getirdi. Bir başka deyişle onlara değil de hükümete güvenseydik bu aşamaya ulaşmak için daha belki 20 sene beklememiz gerekirdi.
Yukarıda gerçi Soysal ile Savatlı’dan söz ettik ama, bu kavgayı veren başka Türk vatandaşları da var. Nitekim Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Yardımcı Doçent Hamdi Pınar 13 Ekim 2007 tarihli bir makalesinde 1987’den Ekim 2007’ye kadar Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın (ATAD) Türkiye ile ilgili tam 37 karar verdiğini bildiriyor.
İlginci, bunlar arasında aynen Soysal ve Savatlı’nınki gibi tüm Türk vatandaşlarını ilgilendirecek önemde olanlar var. Örneğin "Savaşçı" soyadlı bir Türk çift, 1984 yılında bir aylık vizeyle İngiltere’ye "ziyaretçi" olarak gitmişler. Sonra orada ticaretle uğraşmaya başlamışlar. Ama Home Office (İçişleri Bakanlığı) 1994 yılında Savaşçı çiftini sınır dışı etmeyi kararlaştırmış. Onun üzerine kavga başlamış. Savaşçı ailesi, "Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki 1970 tarihli "Katma Protokole" göre "Türk vatandaşlarının Avrupa Birliği üyesi ülkelerde serbestçe iş kurma hakkına sahip olduğunu" ileri sürmüş. Neticede ATAD Savaşçı çiftini haklı bulmuş.
Bitmedi, aynı şekilde 2001 yılında Almanya’dan İngiltere’ye geçen Veli Tüm ile 1998’de Fransa’dan İngiltere’ye gelen Mehmet Darı da Savaşçı çifti ile aynı işleme tabi tutulunca yargıya başvurmuşlar. Onlar da ATAD’ın 20 Eylül 2007 tarihli kararıyla, "İngiltere’nin kendilerinden vize istemeye hakkı yokken vize istemesinin, iş kurma hakkı varken bunu reddetmesinin Katma Protokol’ün 41’inci maddesine aykırı olduğunu" kabul ettirmişler.
Her fırsatta ifade etmeye çalıştığımız husus şu:
Biz Türk vatandaşları başka ülkelerle ilişkilerinde bin türlü hesaba göre hareket eden hükümete güvenerek haklarımızı almayı ümit edersek, boşuna bekleriz.
Uluslararası hukukun ve kendi iç hukukumuzun bizlere sağladığı hakları hem savunmayı hem de kullanmayı öğrenmeliyiz.
Bakın şimdi Almanya yavaş yavaş yola geliyor. Geliyor diyoruz çünkü daha tam gelmediğini yani "vize isteme" işini tamamen kaldırması gerektiğini savunuyoruz.
Sadece o değil, Avrupa Birliği’nin öteki üyeleri de (bazıları bizim gibi düşünmüyor, sadece 1970 tarihli Katma Protokol altında imzası olan Almanya, Fransa, Belçika, İtalya, Hollanda ve Lüksemburg’u bağlayacağını düşünüyor oysa Savaşçı kararıyla Darı ve Tüm kararı aksini gösteriyor) Türk vatandaşlarına uyguladıkları vizeyi kaldırmaya mecburlar.
Oysa ayak sürüyorlar. Nitekim Almanya tutmuş "Vizesiz gitmek isteyenler buna hakları olduğunu ispat eden belgelerle elçiliklerimize başvurup onay almadıkça Almanya’ya giremezler" demiş.
Gelip yine Alman Konsolosluğu’nun kapısında çile çektikten sonra "vizesiz giriş" nerde kaldı?
Yazının Devamını Oku