29 Mayıs 2009
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül, yurdumuzun özellikle Güneydoğu’sunu yıllardır kasıp kavuran "terör" sorununu çözmeye sanki ramak kalmış da birileri hem ona hem de hükümete engel oluyormuş gibi konuşuyor. Kendisinin her şeyi çok açık söylediğini sanıyor ama "Fırsatı kaçırmayalım"dan başka içinde anlam bulunan tek cümle sarf etmiyor.
Nitekim MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, kendisini "karnından konuşmakla" suçladı. CHP Lideri Deniz Baykal, "ne gibi bir formülden" söz ettiğini sordu, yanıt alamadı.
Ama bu arada CHP liderinin söyleminde bazı farklılıklar dikkati çekti. Baykal, örneğin PKK’ya "Silahları bırak sonra af devreye girsin" çağrısında bulundu. Derken "silahları bırakma" koşulunu yumuşattı, "Silahları bırakacağını vaat et, affı düşünelim"e çevirdi.
Kuşkusuz CHP’nin bu konuyla ilgili tutumu, belirleyici ağırlıktadır. Çünkü siyasi iktidar, çeyrek asırdır sürüp gelen bu sorunu çözmek için muhalefeti de yanında görmek ister.
Lakin bu noktada insanın kafasını karıştıran bazı gerçekler karşınıza dikiliyor:
Örneğin, CHP’nin bu sorunla ilgili politikaları değişti mi? Öyle ya, CHP şimdiye kadar PKK’yı muhatap sayan hiçbir beyanda bulunmadı. Ama şimdi Baykal "çağrı"larıyla dolaylı da olsa onu yaptı.
Keza CHP bugüne kadar hep "demokratik sistemin herkes için eşit haklar ve özgürlükler sağlamasını" savundu, yani "Kürt kökenlilere şu haklar tanınmıştır" gibi "kolektif hak" sonucunu doğuracak hiçbir öneriyi kabul etmedi. Tüm çözümlerin "bireysel bazda" aranmasında ısrar etti. Keza "Devlet okullarında Kürtçe eğitim de verilsin" türü bir öneriye hiç itibar etmedi.
"Bölgesel özerklik" laflarına da yüz vermedi. Hele "Türkiye Cumhuriyeti’ni iki ayrı halk kurmuştur" türü iddiayı duymaya bile yanaşmadı.
Bize sorarsanız iyi de etti. Çünkü bunların dışına çıkmak, "Türkiye’yi gelin, bölün" demekti.
Ama şimdi daha doğrusu PKK’nın başındaki Murat Karayılan’ın gazeteci Hasan Cemal’le yaptığı mülakatta söyledikleri sanki herkesi heyecanlandırmış gibi görünüyor.
Oysa Karayılan, "Bağımsız bir devlet kurma fikrini terk ettik"ten başka somut bir şey demedi ki.
Buna rağmen Baykal bir yeni "açılım" havasına girdiğine göre CHP’nin yukarıda özetlediğimiz politikaları değişecek mi? Örneğin, CHP "özerk bölgeler"e razı mı olacak? "Kürtçe eğitim"i kabul mü edecek? Onu edince kalan 20 küsur etnik kökenli insanların dillerini nasıl görmezden gelecek?
Tamam her etnik grup kendi kültürünü, dilini korusun, geliştirsin, hatta buna devlet de yardım etsin ama bu işi devletin üstüne yıkmaya çalışmanın amacı ne?
Öte yanda bakıyorsunuz konunun taraflarından biri gibi görünen Demokratik Toplum Partisi, toplum huzurunu sanki devletin güvenlik güçleri bozuyormuş da ötekiler kendilerini savunmak için silah kullanmak zorunda kalıyormuş gibi konuşuyor. Kan dökülmesinin sorumluluğunu devlete yüklüyor. Yani hem gerçeği tersyüz ediyor hem de üstüne çıkıp "barış" çağrısı yapıyor.
Onun için diyoruz ki kim hangi fırsattan söz ediyor anlaşılmıyor. Anlayan varsa söylesin...
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2009
METİN Münir dünkü Milliyet’te bizce çok doğru bir şeyi olduğu gibi söylemiş. Kendi zenginliklerimizin farkına varmadığımızdan veya varsak bile ulusal bilinç eksikliğimizden olsa gerek, çoğu kez, elimizdeki kuşu yabancılara kaptırdığımıza değinmiş. Bunu durup dururken değil, Türkiye-Suriye sınırındaki “mayınlı arazi” nedeniyle söylemiş. Gerçekten yapılmak istenen akıl alır gibi değil. Orada 50 küsur yıldır üzerine bir gram kimyasal gübre atılmamış çok verimli bir toprak var. Milyonlarca insanı doyurmak için sizden sadece su istiyor. Başka bir şey değil.
Ama "evrensel insani değerlere bağlılığı" (!?) son günlerde birdenbire ortaya çıkan AKP iktidarı bilindiği gibi bu araziyi 44 yıl süreyle İsrailli firmalara terk etmek için olmadık hokkabazlıklar sergiliyor.
Yok efendim orada İtzak’lar değil Mehmet’ler çalışacakmış da... "Hem işsizlikten söz edip hem iş kapısı açacak olana karşı çıkmak olmaz"mış da...
Kim dedi oradaki toprağı bu ülkenin evlatları işletirse onlar Mehmet’lere değil de İtzak’lara iş verecek diye?
Bu kadar kamuoyu tepkisine rağmen yine de "Hayır, biz bu yasayı böyle çıkartıyoruz ve ülkemizin sınırlarını yabancı ellere teslim etmekte sakınca görmüyoruz" derler mi, emin değiliz.
Ama eğer verirlerse çok da hayret etmeyelim:
Yıllardır dünyadaki Bor rezervinin yüzde 70’inin bu ülkede bulunduğu yazılır çizilir. Bor’un giderek çok geniş bir kullanım alanı olduğu da ileri sürülür. Gücümüzü sırf bu zenginliği değerlendirmeye yoğunlaştırsak ülkemizin kalkınma sorunlarının çoğunu çözeceğimiz söylenir. Ama iş bunları yaşama geçirmeye gelince bakarsınız ki hiçbir iktidarın eli gitmez.
Sorunca derler ki: "Bor için denenler doğru ama onu işlemenin gerektirdiği altyapı ve teknoloji o kadar pahalıdır ki bunu Türkiye kaldıramaz. Kaldırmaya kalksa zaten dünyadaki bor piyasasını elinde tutan üç-beş dev şirket Türkiye’yi altından kalkamayacağı zarara sokar."
Çok muhtemelen doğrudur. Zaten o nedenle diyoruz ki: "Madem yabancı büyük şirketler elimizdeki bor madenini bile işleyip zengin olmamızı engelleyecek kadar güçlüler, o halde aynı hatayı örneğin mayından temizlenecek topraklarımız konusunda yapmayalım. Elimizdeki zenginliği onlara teslim edip boş boş bakar hale gelmeyelim."
Nitekim Metin Münir dün çok haklı olarak, mayın temizleme işine mayın şirketleri değil, onları taşeron olarak kullanan yabancı dev gıda ve tarım şirketlerinin gireceğini söylüyor. Ayrıca o şirketlerin bir süredir Etiyopya, Gana, Mali, Madagaskar, Pakistan ve Sudan gibi yoksul ülkelerin "milyonlarca dönüm" büyüklüğündeki arazilerini 50-99 sene süreyle kiraladığını bildiriyor. Ve "Hükümetin öngördüğü model gerçekleşirse Türkiye bu sistemin içine girecek" diyor.
Yukarıda dedik ya, "Biz zenginliklerimizin farkına varmayız" diye... Toryum’dan, Titanyum’dan, söz etmiyoruz. Onları bırakın da şimdi pek Osmanlı hayranı geçinenlere sorun bakalım, Osmanlı’nın sadece son 20 yılında kaybettiğimiz topraklardaki petrolün onda biri elimizde kalsaydı bugün zenginlik ve kalkınmışlık bakımından nerede olurduk, diye...
Sahi siz "petrolümüz" ve "doğalgazımız" olmadığına inanıyor musunuz?
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2009
BİR meselenin bir değil beş yeri bozuk yahut yanlış olunca doğrusu “neresinden tutacağınızı” tayinde zorlanıyorsunuz. Son “Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi” hikâyesi ona döndü. Tabii kimsenin mayınları orada tutmak gibi bir niyeti yok. Zaten imza koyduğumuz Ottowa Anlaşması da bizden bunu istiyor. Lakin 510 km.’lik sınır hattı boyunca uzayan 300-350 metrelik bir şerit içine taa 1950’lerde gömülmüş -nereye gömüldükleri de çok muhtemelen bilinmeyen- 617 bin adet mayını oradan çıkarmanın büyük bir sorun olduğu da ortada.
Nitekim Genelkurmay Başkanlığı adına yapılan resmi açıklamada, özetle "Bu işi yapmak için gerekli donanımın Türk Silahlı Kuvvetlerinde bulunmadığı" bildirildi. O nedenle temizleme işinin NATO bünyesinde bulunan ve bu tür işlerde hizmet veren "NAMSA"ya (NATO İkmal Bakım Teşkilatı) verilmesinin doğru olacağı da tereddütsüz bir ifadeyle duyuruldu.
Demek ki hizmet bedelini NAMSA’ya ödeyerek bu dertten kurtulmak mümkün.
Velakin hükümet herkesin kafasını karıştıran bir tuhaf yol izledi. Tuttu -Genelkurmay’ın hesabına göre- 178 milyon 500 bin metrekare büyüklüğündeki bu büyük, üstelik 50 küsur yıldır hiç işlenmediği için özellikle "organik tarım" için son derece elverişli araziyi, "kim temizlerse ona 44 yıl süreyle teslim etmeyi" öngören bir yasa tasarısını Meclis’e gönderdi.
Tasarıyla ilgili görüşmeler Genel Kurul’da başladı bile.
Şimdi meselenin bir "Bü çözüm en doğru olan mı?" tarafı var.
Gerçi tasarı "hizmet alımı" yoluyla yani ihale açıp, "Mayınları şu fiyata temizleriz" diyen bir (veya birkaç) firmaya vermeyi de reddetmiyor ama, o işi yapan bir tane bile Türk firması olmadığını herkes biliyor. O nedenle geriye ikinci şık yani ancak İsrail firmalarının gireceği çözüm kalıyor.
Sonuçta bu arazi bir gümüş tepsi içinde, "Biz mayınları temizleriz" diyen bir/birkaç İsrail firmasına sunulmaya hazırlanıyor.
İyi de, böylece 510 km. uzunluğunda bir sınır bölgesini -bir başka deyişle ülkenizin yatak odasını- fiilen yabancı ellere emanet etmiş olmuyor musunuz?
Nitekim sadece Genelkurmay ve muhalefet değil, işin ilginç tarafı bizzat Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül de, bu tasarıyla ilgili Bakanlık görüşünü bildiren yazısında "mayınların NAMSA tarafından temizlenmesini" savunmuş.
Savunmuş ama hemen ardından, parlamenter demokrasinin hiç kabul edemeyeceği bir iş yapmış:
Hem görüşünü resmen bildirmiş hem de o görüşü kabul etmeyen yasa tasarısının altına imza atmış. Sorana da "Sorumluluk Maliye Bakanlığı’nındır. Hükümetindir beraberce" demiş. Ardından "Bakanlar Kurulu kararına muhalif kalınamaz" diye yanıt vermiş. (23 Mayıs 2009 Cumhuriyet)
Sayın Gönül hem devletin kurallarını hem de parlamenter demokrasiyi iyi bilir. O nedenle kabul etmesi gerekir ki, "Bakanlar Kurulu’ndaki egemen görüşe katılmayan bir bakanın yapması gereken şey, "Ben bu politikayı benimsemiyorum. O politikanın siyasi sorumluluğuna katılmıyorum. O nedenle istifamı sunuyorum" deyip ayrılmaktır.
Hani "çağdaş demokrasilere" öykünüyoruz ya... Oralarda bu işler böyle yapılır da...
Yazının Devamını Oku 26 Mayıs 2009
ÜLKEMİZİN üst düzeydeki politikacıları hikmetli (bilgece) konuştukları için olsa gerek her dediklerini anlayamıyoruz. Nitekim Başbakan Erdoğan’ın “Yıllarca bu ülkede bir şeyler yapıldı. Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu. Bu aslında faşizan bir yaklaşamın neticesiydi” şeklindeki pek hikmetli lafının da içinden çıkamadık. Çıkamadık, çünkü Türkiye’de yaşayan azınlıkların veya farklı etnik kökenden insanların kendilerini belirli bir baskı içinde hissetmiş olmalarından söz etse, anlardık. Nitekim lafı uzatmadan gösterilecek örnek var:
Eğer çoğunluktan farklı etnik kökenden gelen Türk vatandaşları devlet memuru, polis, subay olma gibi konularda gizli bir ayrımcılığa tabi tutuluyorlarsa -ki bizce tutuluyorlar- "Başbakan doğru söylüyor. Bu ayrımcılık süratle ortadan kaldırılmalıdır. Bunu yapma görevi de kendisine düşer" der, hem de kendisini alkışlardık.
Azınlıklara ait olduğu ileri sürülen taşınmaz mallar sorununun bir an önce bir hukuk devletine yakışır şekilde çözülmesini de kendisinden isterdik.
Ama dediği o değil. "Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu" diyor.
Eğer Lozan Konferansı bitmeden yani 30 Ocak 1923 tarihinde İsmet Paşa ile Elefterios Venizelos arasında imzalanan "Türk ve Rum Nüfus Değişimine İlişkin Sözleşme"yi kastediyorsa, buna gülmeyecek birini bulmakta çok zorlanır.
Kaldı ki o sözleşme sadece Türkiye’deki Rumları yerinden etmedi, Yunanistan’daki Türkler de evlerini, yerlerini terk edip buraya geldi. Yanlış bilmiyorsak hiçbir Yunanlı devlet adamı da bu yüzden kendilerini "faşizan bir yaklaşım"la suçlamadı.
Geriye ne kalıyor?
Eğer 6/7 Eylül 1955 tarihli faciadan söz ediyorsa, onun tarihi ve vicdani hesabını Erdoğan başkalarına değil, pek öykündüğü Demokrat Parti yöneticilerine sormalı.
O facia yüzünden ülkemizi terk edenler de "kovulmuş" değildir. Maalesef o facianın yarattığı korku yüzünden gitmişlerdir.
Son bir ihtimal daha var... Öyle ya Başbakan Erdoğan belki de 1964-65’te "Yunanistan’a gitmeye mecbur edilen Yunan vatandaşlarından" söz ediyordur.
Onu da anlatalım... Söz konusu kişiler, İsmet İnönü ile Venizelos’un 31 Ekim 1930’da Ankara’da imzaladıkları "İkamet ve Ticaret Anlaşması"na göre ülkemizde yaşıyorlardı. Çoğunun da burada kendi işi vardı. Ama Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios, Aralık 1963’te oradaki Türklere karşı yeni bir "etnik temizlik" harekátı başlatınca İsmet İnönü bunun durdurulması için Yunanistan’dan yardım istedi. Yunanistan tam aksini yaptı. Hem Kıbrıs’a pek çok asker ve silah gönderdi hem de Ege adalarını -Lozan’a aykırı olarak- silahlandırdı. İnönü, sorunu görüşmeyle çözmek için ABD’den yardım istedi. Yunanistan onu da reddetti. Bunun üzerine İnönü, 34 sene önce kendisinin imzaladığı anlaşmayı feshetti ve Türkiye’de yaşayan Yunanistan vatandaşlarına, "Hadi bakalım, kendi ülkenize gidin" dedi.
Keşke buna gerek kalmasaydı. Ama yapmasının neresi faşizanlık ise, geçenlerde "Ülkemizde kaçak yaşayan Ermeniler var ama biz onların üzerine gitmiyoruz" diyerek aba altından sopa gösteren Başbakan açıklarsa hep birlikte öğreniriz.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2009
EROL Manisalı’yı 1960’lı yıllardan tanırız. Dostumuzdur. Biliyorsunuz şimdi Ergenekon sanığı olarak Silivri Cezaevi’nde. Kitap yazmaktan, öğrenci yetiştirmekten, bu ülkenin bağımsız ve onurlu bir Cumhuriyet olarak yaşaması için bizlere düşen vatandaşlık görevini yapmamızı istemekten başka bir suçu (!?) olması -bize sorarsanız- mümkün değil. Manisalı ile ilgili son haber önceki gün Cumhuriyet’te yayımlandı. Silivri hastanesinden "beyninde tümör teşhisi" ile İstanbul’a Haseki Hastanesi’nin Nöroloji Bölümü’ne gönderilmiş. Burada iki defa tomografi, bir kere MR çekimi yapılmış. Beyninde "damar tıkanıklığı" bulmuşlar.
Demek ki Erol’un 2004 ve 2006 yıllarında geçirdiği iki kalp krizi ve iki kısmi felç, bel fıtığı, yüksek tansiyon, kalp büyümesi ve aort genişlemesi sorunlarına ek olarak bir de beyin tümörü ve damar tıkanıklığı binmiş, taşımakta zorlandığı yüklerin üstüne...
Bu adam bir bilim adamı... Varsa Ceza Yasası’na aykırı bir eylemi, elbet versin hesabını. Ama sağlığı ile neden oynuyorsun?
Bu bilgiler yanlış mı, sor Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne. Yalansa, yanlışsa elbet yap sana düşeni. Ama lütfen söyle:
Adalet insanlık için mi, insanlığı silmek için mi?
Gelelim ötekine:
Mustafa Yurtkuran da Erol Manisalı gibi bir profesör. Üstelik iki dönem Uludağ Üniversitesi’nin rektörü idi. O da Manisalı gibi, "Ergenekon sanığı" olarak 41 gündür Silivri’de yatıyor.
Sağlığını mı merak ediyorsunuz?
Bundan 10 sene önce -tıp dilini anlamak zor ama bağışlayın- "sirkumfleks arterde yüzde 80 darlık, sağ koroner arterde proksimalde yüzde 90, daha sonra art arda yüzde 80; 90; 99 darlıklar bulunmuş, sağ koroner distali tam tıkalı tespit edilmiş". Nitekim bir kere stent takılmış. Sonra yani 2002’de bir önceki tanıların aynen geçerli olduğu görülmüş. Sonuç olarak "Koroner damar hastalığı, stabil angina pectoris, Paroksismal atriyal fibrasyon, Hiperlimidemi, Hipertansiyon, Diyabete Mellitus" tanıları konmuş.
Bitmedi. Bu yılın 4 Mayıs günü Mustafa Yurtkuran Hoca’ya "sol testiste malign tümör" -kanser- teşhisi konmuş. Radyoterapi önerilmiş. Meğer tutuklanmadan bir ay önce aynı nedenle ameliyat olmuşmuş. Hastalığıyla boğuşurken "Buyurun hapishaneye" denmiş.
Mustafa Yurtkuran bir suç mu işledi diyorsun? Suçluysa ver cezasını. Ama bu zulüm neye?
Tekrar soralım mı?
"Adalet insanlık için mi, insanlığı silmek için mi?" diye.
Yayın politikasını insanlığa sevgi üzerine oturttuğunu ileri süren bir günlük gazetede de dün Başkent Üniversitesi’nin hem kurucusu hem rektörü olan Prof. Dr. Mehmet Haberal’la ilgili bir haber vardı. Gazeteci, rahatsızlığı nedeniyle hastanelere sevk edilen diğer sanıklarla birlikte Haberal’ın da durumunu ele almış. Hem ötekilerin ve özellikle de Haberal’ın "hapishanede yatmaları gerekirken hastanede alıkonuldukları" mesajını vermiş. Örneğin, Haberal’ın durumundaki hastalar çok çok bir haftada taburcu edilirken onun 8 hafta daha hastanede tedavi görmesi, Onur Gürer isimli bir kalp-damar cerrahına göre yanlışmış.
Gerçi "cerrahi müdahale"den söz edilmeyen yerde neden "kardiyolog" değil de "kalp-damar cerrahı" konuşmuş? Bu bir.
İkincisi, adalet sahiden insanlık için mi, insanlığı silmek için mi var?
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2009
YANLIŞ mı yaptınız, dönüp bir gün o yanlış karşınıza çıkıyor ve düzeltiyorsunuz. Eksik mi bıraktınız,o eksik bir gün sizi zorluyor, siz de tamamlıyorsunuz.
Verdiğiniz sözü tutmadınız mı, aynı kural orada da işliyor, namus borcunuzu
sonunda ödüyorsunuz.
Dokunulmazlık hikâyesi ona döndü.
Hiç akla gelmeyen bir nedenle ve hiç akla gelmeyecek bir tarihte karşımıza çıktı:
Kim derdi ki "Milletvekili dokunulmazlığı ile ilgili Anayasa hükmünde boşluk var. Cumhurbaşkanı seçilen bir kimsenin dokunulmazlıktan yararlanması hem doğru hem de gereklidir. Ama maddede buna dair açık bir hüküm bulunmamaktadır."
Ne yapacaksınız şimdi?
Ya oturup Anayasa’nın konuyla ilgili 83’üncü maddesini ele alacak yani eksiği gidereceksiniz veya gönlünüz istemese de Cumhurbaşkanı’nın bir "şüpheli" sıfatıyla yargılanmasına razı olacaksınız.
Bir başka örnek de geçen gün ortaya çıktı:
Demokratik Toplum Partisi milletvekillerinden 5’i hakkında, "milletvekili olmadan öncesine ait ve Anayasa’nın 14’üncü maddesi gereğince dokunulmazlık kurallarının dışında kalan eylemleri nedeniyle gerekirse zorla getirilerek yargı önüne çıkmaları" için ilgili mahkemeden tebligat yapıldı.
Mahkemeden tebligat yapılsa da polis "zor kullanma" yetkisini nasıl kullanacak da bu milletvekillerini yargı önüne çıkartacak?
Nitekim milletvekilleri "Gitmiyoruz" diye diretmeye başladılar.
Buyurun bakalım... Eğer "dokunulmazlık"la ilgili hüküm doğru yazılsaydı yargının tüm kurumlar ve kişiler tarafından uyulması zorunlu olan kararı ile, Anayasa’nın milletvekillerine sağladığı dokunulmazlık zırhı çatışır mıydı?
Bu milletvekilleri ya "ifade özgürlüğü" gerekçesiyle "dokunulmazlıktan" yararlanırdı veya tıpış tıpış gider yargıya hesap verirlerdi.
Daha önce de kaç örnek yaşandı:
Milletvekili "Ben dokunulmazlıktan yararlanmak istemiyorum. Kaldırın dokunulmazlığımı, mahkemede hesap vereyim" dediği halde, TBMM anlamsız bir sahiplenmeyle bunu engelledi.
Ne milletvekiline iyilik yapıldı ne adalete olan saygının gereği yerine getirilmiş oldu.
Oysa anımsarsınız, 3 Kasım 2002 seçim kampanyasında, "dokunulmazlık"la ilgili Anayasa hükmünün gelişmiş demokrasilerdekiyle uyumlu hale getirilmesi konusunda CHP lideri Baykal ile AKP lideri Erdoğan, TV ekranında millete birlikte söz verdiler. Ama Erdoğan o sözünü tutmadı.
Tutmaması belki kendisi hakkındaki fezlekeler dahil birtakım davaları gözden uzak tuttu ama, bu tavrı ne Meclis’in saygınlığına katkıda bulundu ne de sorun çözülmüş oldu.
Dahası... Tayyip Erdoğan, Gül’den sonra cumhurbaşkanı olmaya soyunursa şimdi ertelediği davaların hesabını vermek zorunda kalabileceğini de görmek istemedi.
Yeri gelmişken soralım:
Anayasa’nın gözlerine kestirdikleri maddeleri değiştirmeye kalkan AKP ileri gelenleri acaba "dokunulmazlık"la ilgili hükümlerin de ele alınması gerektiğini hiç düşünmüyorlar mı?
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2009
BİZ mi bazı değerleri anlamıyoruz, yoksa başkaları mı yanlış yapıyor, doğrusu zaman zaman tereddüde düşüyoruz. Son olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile -aslında sürpriz değil- Başbakan Tayyip Erdoğan yine kafamızın karışmasına yol açtılar.
Biliyorsunuz son olarak “Cumhurbaşkanı yargılanabilir mi?” tartışması çıktı.
Malum Anayasa’ya göre cumhurbaşkanı ancak "vatan ihaneti" ile suçlanırsa yargı önüne çıkar. Aksi halde onun hakkında hiçbir suç iddiasıyla dava açılamaz.
Ama bu "görevde iken yaptıkları" ile ilgili bir koruma önlemi. Ya göreve gelmeden bir suç işlediği iddiası varsa, yine mi yargılanamaz?
İlginçtir, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarına karşı görüşleriyle tanınan pek çok hukukçu, Gül’ün "Cumhurbaşkanı olmadan önceki eylemleri nedeniyle de yargılanamayacağını" savunuyor.
Tamam... Diyelim bu görüş doğrudur.
Peki ama aksi görüş, yani yargılanabileceği iddiası geçerlilik kazanırsa ne olur?
Acaba Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün dediği gibi "Cumhurbaşkanlığı makamı yıpranır" mı?
Yahut "Cumhurbaşkanı yargılanmalıdır" diyen yargıç, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dediği gibi ortada "siyasi içerikli" bir karar mı vermiş sayılmalıdır?
Hemen belirtelim:
Cumhurbaşkanı ile ilgili kararının siyasi içerikli olduğu yani bir bakıma bu kararı "husumet duygusuyla" verdiği ileri sürülen Sincan Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Osman Kaçmaz meğer Başbakan Tayyip Erdoğan’la ilgili 14 ayrı "takipsizlik kararının kaldırılması" talebini reddeden yargıçmış. Keza Ergenekon soruşturmasıyla ilgili önüne gelen dosyaların çoğunda da bu dava sanıklarının aleyhine karar vermişmiş.
Demek ki ortada "buzağı aramayı" gerektiren bir durum yok.
Ama başka bir şey var. Özellikle Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın "yargıya" nasıl baktıklarını gösteren bir zihniyet söz konusu.
Bir insanın adalete hesap vermesinin onu veya işgal ettiği makamı niçin "yıpratmış sayılacağını" da biz anlayamıyoruz.
Elbet "yargı önüne çağrılmak" kuşkular yaratır. Sevindirecek bir durum değildir. Ama "adaletin huzuruna çıkan kişinin saygınlığının zedeleneceğini" iddia etmek kanımızca ne "hukuk devleti" ilkesiyle ne de "hukukun üstünlüğü" ile açıklanabilir.
Bir tarihte merhum Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın, "Dr. Neşet Naci Arzan’ın katli davasında tanık olarak mahkemeye çağrılmayı içine sindiremediği için intihar ettiği" çok yazılmıştı.
Günümüzde hálá "Şu makama gelmiş biri yargı huzuruna çıkar mı?" diyenler mi var?
Böyle düşünenler "adaletten" daha yüce bir kavram icat etmedikçe kabul etsinler ki önünde saygı ile eğilmemiz ve istediği hesabı kendisine vermemiz gereken en üstün kavram odur.
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2009
SRİ Lanka’nın PKK’sı sayılan Tamil Kaplanlarının (LTEE) kaplanlığı bitti. PKK ile nerdeyse yaşdaş olan bu terör örgütü, askeri açıdan ağır bir yenilgiye uğramakla kalmadı, onların Abdullah Öcalan’ı olarak niteleyebileceğimiz Vellupillai Prabhakaran öldürüldü. Böylece 1983’ten beri dökülen kan, kanlı bir çözümle durduruldu. Daha önce ilgilenmemiş olanlar için söyleyelim:
Sri Lanka bilindiği gibi Hindistan’ın güney burnu altında bulunan 21 milyon nüfuslu bir ada. Ülkenin büyüklüğü bizim Trakya’nın üç misli kadar. Nüfusun çoğunluğunu "Sinhal"ler oluşturuyor. Tamiller ayrı bir etnik grup ve adada azınlıklar. Elde sağlıklı bilgi yok ama tüm nüfusun yirmide birinin Tamil kökenli olduğu sanılıyor.
Tamil Kaplanları denen silahlı örgüt Hindistan’ın güney bölgesinde yaşayan, bu yüzden Sri Lanka kuzeyindeki Tamil Kaplanlarına kolayca destek veren Tamiller sayesinde hükümet güçlerine karşı güçlü bir "bağımsızlık mücadelesi" verebiliyorlardı.
Ama Hindistan, yardım yollarını -en azından resmen- kesince Tamil Kaplanlarının savaş gücü azaldı.
Buna rağmen Tamil Kaplanları, bazı kaynaklara göre on bin kişilik iyi eğitimli bir askeri güce ulaştığı, hükümet güçlerine ağır silahlarla karşı koyduğu, zaman zaman şehirlere saldırıp işgal altına aldığı, hatta bir aşama Sri Lanka’nın dörtte birine hükmettiği için hükümet bir türlü içinden çıkamadığı bir sorun altında ezilmekteydi.
Biz 1995 yılında Sri Lanka’ya gittiğimizde orada Chandrika Bandaranaike-Kumaratunga isimli bir hanım Cumhurbaşkanı idi. Türkiye’nin o tarihteki Başbakanı Tansu Çiller’in PKK’ya karşı yürüttüğü politika gibi o da aşırı derecede sert ve iddialı biriydi.
Ama ne Türkiye’deki Tansu Çiller o zaman sonuca ulaşabildi ne de Bayan Bandaranaike-Kumaratunga terörü yenebildi.
Geride kalan yıllar boyunca zaman zaman hükümetle terör örgütü arasında gizli görüşmeler yapıldı. Norveç’in gözetiminde 2002 yılında yapılan görüşmeler sayesinde iki taraf "ateşkes" ilan ettiyse de bu hiçbir zaman uzun ömürlü olmadı.
Tamil Kaplanları hiçbir zaman alttan almadı. Ama istediği başarıya da hiç ulaşamadı.
Sri Lanka hükümetinin teröre karşı mücadeledeki başarısı, dört yıla yakın zamandır Cumhurbaşkanı olan Mahinda Rajapaksa’nın önce devletin askeri gücünü en az iki misline çıkarmasıyla açıklanıyor.
Sadece bu yeterli olsa daha önceki hükümetler de aynı şeyi yapardı.
Özellikle yabancı basından alınan bilgilere göre Cumhurbaşkanı Rajapaksa hem Hindistan’dan sağladığı istihbaratla, hem de Pakistan ve Çin Halk Cumhuriyeti’nden satın aldığı gelişmiş silahlarla terörün üstüne gitti. Bu sırada 300 bine yakın Tamil savaş bölgesinden kaçtı. Tamil Kaplanları hükümet güçleriyle karşı karşıya kaldı.
Sonuçta Sri Lanka’nın bir "ada devleti" olması, terör örgütüne dış yardımın kesilmesi, 26 senelik kanlı mücadelenin sona ermesini sağladı.
Bir ihtilafın kanla çözülmesi hiçbir zaman sağlıklı değildir. Dileriz Türkiye’nin problemi öyle bir sonuca gerek kalmadan çözülür.
Not: Hafızanız bazen sizi yolda bırakıyor. O yüzden olacak Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin kurucu kadrosundan söz ederken Sümer Ergelen’i, Oya Sebük’ü, Şeyma Arsel’i atlamışım. Hem onlardan hem de konuya ilgi duyanlardan özür diliyorum. O.E.
Yazının Devamını Oku