Oktay Ekşi

Ayrımcılık iğrençtir

16 Temmuz 2009
AVRUPA’da ikiyüzlülüğün, samimiyetsizliğin yüksek lisans derecesinde öğretildiği bir yerler olmalı.

Aksi halde Avrupa Birliği’nin (AB) dış ilişkilerden sorumlu Yüksek Temsilcisi Javier Solana’nın “gelecek yıldan itibaren Sırbistan vatandaşlarının AB ülkelerine seyahat ederken vize almak zorunda
kalmayacaklarını” söylerken yüzü kızarması gerekirdi.

<B>Javier Solana </B>aslında sadece <B>Sırbistan’</B>ın değil, <B>BBC’</B>ye verdiği mülakatta <B>"Sırbistan’ın yanı sıra başka ülkelerin"</B> vatandaşlarının da <B>AB </B>ülkelerine vizesiz seyahat yapma hakkına kavuşacağını söylemiş ama isim vermemiş.

Onun vermediği isimleri <B>AB Komisyonu’nun Makedonya </B>ve <B>Karadağ </B>vatandaşlarına da <B>"vizesiz seyahat"</B> hakkı tanınmasını tavsiye eden kararından öğreniyoruz.

Hemen anımsatalım:

Bu ülkelerin üçü de örneğin <B>Türkiye </B>gibi <B>"Tam üyeliğe kabul için AB ile müzakere" </B>aşamasına gelmiş değil.

Yani <B>AB </B>karşısındaki statüleri <B>Türkiye’</B>den geride...

Ama <B>AB </B>ülkeleri <B>Türk </B>vatandaşlarından vize isterken onlardan istememeyi <B>"hakseverlik, eşitlik, dürüstlük"</B> gibi kavramlarla bağdaştırabiliyor.

Yazının Devamını Oku

Bu saça bu tıraş

15 Temmuz 2009
BAKANLIK koltuğunu Nimet Çubukçu’ya devrederken “Milli Eğitimi otomatik pilota bağladığını” söyleyen, bugünlerde de TBMM Başkanlığı’na soyunduğu söylenen biri vardı anımsıyormusunuz? Hani yavrularımızı ne de olsa devlet denetiminin güçlü olduğu okullardan, tarikat ve cemaat okullarına kaydırmak için elinden geleni yapan... İlk ve ortaöğretim çağındaki çocukların kaldığı cemaat yurtlarının kapılarını ne idüğü belirsiz "hoca"lara açan...

Eğitimi "milli" olmaktan çıkartıp "dini"leştirmeye çalışan...

Yüksek Öğretim Kurulu’yla kavga eden...

Geçimsizliğiyle nam salan...

Ve eğitim camiamızın başında en uzun süre kalan bakan sıfatını alan...

Bu zat acaba sorumluluk taşıdığı yıllar sonunda eğitimimizin ne hale geldiğini dünkü gazetelerde okudu mu?

Tüm gazeteler ve tüm uzmanlar oybirliği etmiş şekilde tek cümlede toplamışlardı görüşlerini:

"Lise eğitimi bitmiştir."

Gerçekten 1 milyon 324 bin öğrencinin kaderini belirleyen bir "merkezi" seçme sınavı yapılıyor. Ortaöğretimin çocuklara eğitim değil diploma verdiği bilindiği için baraj puanı 165’ten 145’e çekiliyor. Bakanlık izlediği eğitim politikasıyla ne sonuç alınacağını sezdiği için ders yılı bitmeden genelge yayınlıyor. "Öğrenciler okula değil -hiç değilse test sorularına yanıt vermeyi öğrensinler diye- dershanelere gitsin" demek zorunda kalıyor.

Ama yine de 30 bin öğrenci 180 sorudan bir tekine bile doğru yanıt veremediği için sıfır puan alıyor.

Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi
(ÖSYM) Başkanı Prof. Dr. Ünal Yarımağan söylemiş:

"Bu yıl verilen cevaplara baktığımda geçen yıla oranla başarısız sonuç çıktığını söyleyebilirim. Özellikle lise eğitimini saptayan İkinci Kitapçık sorunlarına cevap veren öğrenci sayısında azalma var. Örneğin geçen yıl matematik 2 testine en az 0.5 cevap veren öğrenci sayısı yüzde 57 idi. Bu yıl bu rakam yüzde 42’ye indi. Kısaca sınava giren öğrencilerin yarısından fazlası lise matematik sorularına cevap veremedi." (14 Temmuz 2009 - VATAN)

Düşünün siz... Öğrenci lisede "matematik" dersi görüyor, başarılı olduğu için mezun oluyor ama bu sınava girince bir tek soruya bile yanıt veremiyor.

Aslında bu durumda sürpriz sayılacak bir taraf yok. Çünkü bizim eğitim sistemimizi de irdeleyen uluslararası nitelikli araştırmalar durumun "vahim" olduğunu kaç yıldır gösteriyordu ama buna aldırış eden yoktu.

Çünkü dikkatler "eğitimin kalitesine" değil, bakanlığın ne kadar kitap dağıttığına, kaç dershane açtığına, bakanlıktaki kadrolaşmanın tamamlanıp tamamlanmadığına ve bir de laik eğitim sisteminin delinmedik neresi kaldığı sorularına yoğunlaşmıştı.

Eğitim-İş Genel Başkanı Yüksel Adıbelli’nin ifadesiyle "Öğretmeni ve devlet okullarını gözden çıkartan, Anadolu liseleriyle fen liselerini gerici kadroların yönetimine teslim eden, öğretmen olmadan fen lisesi açan" bir bakanlığın elindeki eğitim bu sonucu verir.
Yazının Devamını Oku

Yasa değil kafa

14 Temmuz 2009
HELAL olsun Ertuğrul Günay’a... Ivırmadan, kıvırmadan konuştu. İdil Biret’in Topkapı Sarayı Birinci Avlu’daki konserini bir grubun “tekbir”li, “afiş yakma”lı bir eylemle protesto etmesini en doğru kelimelerle tanımladı. “Türkiye’yi böyle ilkel birtakım yaratıkların yönlendirmesi, baskı altına alması gibi girişimlere izin vermeyiz” dedi. Protestocuların gerekçesini olayda adı geçen Alperen Ocakları isimli örgütün Genel Başkanı Abdullah Gürgür’ün Haber Türk gazetesindeki açıklamasından öğreniyoruz:

"Arkadaşlarımız (konserin) afişlerini görüyorlar. Afişte ’Minderini şarabını kap, Topkapı’ya gel’ ifadesi var. Milletin bamteline basıldı. (...) Bizim tepkimiz organizasyonun konseptine yönelik. Ne demek kutsal emanetlerin olduğu bir yerde şarap içmek?" diyor.

Bu kuruluşun bağlı olduğu Büyük Birlik Partisi’nin Genel Başkanı Yalçın Topçu, olaya katılan Alperenler Ocağı İstanbul İl Başkanı’nınkurumsal kimlikle değil, bireysel olarak orada bulunduğunu’ söyledikten sonra "Kurumsal kimlik(le) yapmış olsa bunun gereği neyse yaparım" demiş.

Topçu’nun sözünü ettiği İl Başkanı Mustafa Kayatuzu’nun dünkü Radikal’de yayınlanan sözleri ise şöyle:

"Doğu Türkistan’da yaşanan olaylara rağmen Topkapı Sarayı içerisinde hain, saygısız ve şeresizce yapılan şarap partili caz konserini nefretle kınıyoruz. Bugün burada yaşanan rezilliğin sorumluları mutlak surette bunun hesabını verecek."

Devam etmeden belirtelim:

Nasıl 31 Mart isyanı öncesinde Derviş Vahdeti’nin çıkardığı Volkan gazetesinin tahrik edici yayınları var idiyse, bu olayın öncesinde de (Gümüşhane Baro Başkanı Ali Günday’ın ve Danıştay İkinci Dairesi Başkanı Mustafa Yücel Özbilgin’in öldürülmelerinden önce yaptığı gibi) Vakit isimli basılı káğıdın "Mukaddes avluda şarap küstahlığı" başlıklı yayını var.

Gerçeğe gelince... Bir defa konser afişinde "Minderini şarabını kap, Topkapı’ya gel" ifadesi hiç yok. Dağıtılan el ilanında "Çimenlerin üzerinde (firmamızın) ücretsiz ikram ettiği şaraplarımızı yudumlayarak klasik müziğin tadını çıkarın" denmiş.

Bu ibarenin "görgüsüzlük" koktuğu doğrudur. Ama o görgüsüzlük bu tepkinin gerekçesi değildir.

Çünkü o mekánda daha önce çok konser yapıldı. Konsere gelenlere pek çok defa şarap ikram edildi. İsteyenlere bir, bazılarına belki iki kadeh şarap verildi ve ikram konser başlamadan önce bitti. Nitekim bu defa da aynen öyle olmuş. Yani ortada ne "şarap partisi" varmış ne de -garibin sandığı gibi- "caz konseri" söz konusuymuş.

Kaldı ki şarap sunulan yerin "Kutsal Emanetler"in Topkapı Sarayı’nda muhafaza edildiği yerle mesafesi "150 metre" deniyor. Dahası, bu mekána "kutsal"lık izafe edince İstanbul’da kutsal olmayan yer kalmıyor.

Gördüğünüz gibi "bağnazlık" bir kere egemen olmayagörsün, burada "Heykel tahrik edici" der, ötede bir "nü" tablo görünce nevri döner. Klasik bir Batı müziği konserine gitmeyi günah sayar. Operaya gitmeyi kiliseye gitmekle karıştırır.

Türkiye’nin "çağdaş uygarlığı" yakalamasının ve Avrupa Birliği’ne üye olmasının yolu kanun değiştirmek değil, bu kafaları değiştirmektir.
Yazının Devamını Oku

Ha gayret...

12 Temmuz 2009
BİR bu yani “din eğitimini derneklere, vakıflara, daha doğrusu cemaatlere bırakmak” kalmıştı. Onu da görevi, yetkisi ve sorumluluğu ile hiç ilgisi bulunmayan, imamhatip kökenli YÖK (Yüksek Öğretim Kurulu) Başkanvekili Prof. Dr. İzzet Özgenç dile getirdi.

Acele etmesin fırsat gözetleyenler özlemini gerçekleştirir.

Gerçekleştirince de... Şimdiki tempo ile 5-10 senede varacağımız şeriat devleti istasyonuna, o zaman üç yahut beş yılda ulaşır ve Pakistan’laşmış bir Türkiye’de yaşar gideriz.

Pakistanlaşmış bir Türkiye demek, siyasetin din tarafından yönetildiği, tarikatların, şeyhlerin -veya o sıfat altında malı götürenlerin- egemen olduğu, modern eğitim veren okullar yanında medreselerin cirit attığı, yanındaki Hindistan dev adımlarıyla çağı yakalama mücadelesi verirken, her gün daha artan bir hızla ortaçağa giden bir ülke olmak demektir.

Orada bile atom bombası üretirsiniz ama adam olmazsınız.

Bırakalım Pakistan’ı, Suudi Arabistan’ı, Somali’yi, Sudan’ı veya benzerlerini...

Türkiye’de bir insanın "Din öğretim ve eğitimi devlet eliyle verilemez. Anayasa din eğitiminin devlet eliyle verilmesine imkán tanımıyor" diye lafa başlayıp "Din eğitiminin özel dershane ve sürücü kursları gibi özel eğitim kurumları olarak, özel hukuk kişilerince ve devletin gözetim ve denetimi altında verilmesi gerekir" demesi için, ne bu ülkede yaşamış olması gerekir ne de 3 Mart 1924 tarihli Öğretim Birliği Yasası’ndan haberdar olduğu düşünülebilir.

Öyle ya... Eğer Özgenç’in dediği türden eğitim kurumlarının açılması doğru ve gerekli idiyse, mahalle mektepleri ve medreseler neden kapatıldı? Tekke ve zaviyelerin kapısına daha sonra kilit neden vuruldu? Tüm öğretim kurumlarının "laik" anlayışla yeniden düzenlenmesine ve -askeri okullar hariç- tamamının Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmasına neden ihtiyaç duyuldu?

Buna rağmen cemaat okullarıyla, tarikat evleriyle, Kurs ve Mektep Talebelerine Yardım Derneği isimli "laik rejimi yıkım merkezleri" ile çok mesafe aldılar.

Kuşkusuz Yüksek Öğretim Kurulu Başkanvekili sıfatı taşıyan bir profesörün bunları bilmeden konuştuğunu iddia ediyor değiliz.

Tam tersine, İzzet Özgenç kendisiyle aynı zihniyeti paylaşanların laik Cumhuriyeti bir an önce tasfiye etme amaçlı, sistemli ve yaygın şekilde sürdürdükleri kampanyaya kendi katkısını yapmak için konuşuyor.

Zahiren başka konudan söz ediyor. Kimi hedef aldığını anlayamadığımız bir "bilgilendirme" toplantısında "Heybeliada’daki Ruhban Okulu açılmalı mı?" türünden bir konuyu bahane ederek, asıl özlemini dile getiriyor.

Eh... Şimdi bunu söyleyeceksin. İtirazlar olunca bekleyecek, ikinci fırsatı kollayacaksın... Üçüncüde insanlara "Bunu tartışalım" dedirteceksin. Dördüncüde sıra eyleme gelecek. Zaten oraya ulaşınca mesele kalmayacak.

Haa... Unutmadan söyleyelim:

Hani Adnan Menderes merhum 25 Kasım 1955 tarihli DP Meclis Grup Toplantısı’nda arkadaşlarına "İsterseniz Hilafeti bile getirebilirsiniz" demişti ya... Sıra ona da gelirse şaşmayın.

Not: Dün teknik bir yanlışlık sonucu 21 Haziran 2009 tarihli yazımız bu sütunda tekrar yayımlandı. Özür dileriz. O.E.
Yazının Devamını Oku

Atalay ne diyor?

11 Temmuz 2009
ASKER kendi görev sınırları dışındaki konularda bir şey söylediği zaman -çoğu kez haklı olarakayağa kalkan ve “Asker askerlikle ilgili meselelerde konuşur, özellikle siyasete müdahale edemez” anlamında laflar edenleri şimdi ilgiyle izleyelim bakalım: "Askere" yasak olan "Bolu Valisi’ne" serbest mi imiş, göreceğiz.

Biliriz her yerde böyle "çıkıntı" tipler vardır. Fırsatı yakalayınca ayarı kaçık laflar ederler. Çoğu kez de mevcut siyasi iktidara -veya cereyana- yaranmaktır hedefleri. O yüzden rollerini karıştırırlar. Bir başka deyişle, "bürokrat" iseler "bürokratlıklarını" unutur, "siyasetçi" gibi konuşurlar.

Siyasetçi belli bir görüşün adamıdır. O görüşün iktidar olmasını ve ülkeyi yönetmesini ister. Bunun için her yerde ve her fırsatta o görüşü savunması yadırganmaz. Hatta tam tersine görevi de budur.

Ama bir vali -veya bir bürokrat- devletin memuru sıfatıyla herkese, her görüşe aynı mesafede olmaya, özel siyasi görüşlerini de kendine saklamaya mecburdur.

Bunu yapmayan -yapamayan- bir bürokrat o makamda oturmaya layık değil demektir. Özellikle böyle birine ülkenin bir il’ini emanet etmişseniz, o yanlışı hemen düzeltmek gerekir. O nedenle lafa devam etmeden İçişleri Bakanı Sayın Beşir Atalay’ı "Bolu Valisi Halil İbrahim Akpınar hakkında, önceki gün Abant’ta yapılan ve Fethullah Gülen cemaati tarafından organize edilen Abant Platformu’nda yaptığı konuşma nedeniyle disiplin soruşturması açmaya" davet ediyoruz.

Sayın Atalay’ın tarafsız devlet adamlığını bu olayda irdeleyeceğiz.

Vali hakkında soruşturma açılmasını istedik ama onun hangi sözü nedeniyle bunu istediğimizi söylemedik.

Anlatmaya başlamadan belirtelim:

Sanmayın ki Vali Bey’in dediklerinin tamamı yanlıştır diyoruz. Elbet esip savururken doğru şeyler de söylemiş. Hangisi doğru hangisi yanlış, onu yeri gelince yazarız. Zaten şimdi "Şunu yanlış dedi, o yüzden soruşturma açın" diyor değiliz. "Göreviyle, konumuyla bağdaşmayan şeyler söylediği için" soruşturma gereklidir diyoruz.

Gelelim dediklerine:

Vali Bey "Aradan geçen uzun yıllara rağmen, zaten pek de iyi olmayan demokratik hayatımıza tecavüz eden darbecileri yargılayamadık, bu millete reva gördükleri yargısız infazların, işkence ve kötü muamelelerin hesabını soramadık" demiş.

Doğrudur Vali Bey... 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan tarihli müdahalelerin hesabı sorulmuş değildir. Lütfen hemen ilgili mercilere başvurun. Eğer "Yasalar engellediği için biz bir şey yapamayız" diyorlarsa, Meclis’te 339 milletvekili olan bir iktidar partisi var. Onların gücü her şeye olduğu gibi bu isteğinizi yerine getirmeye de yeter. Zaten Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da sizi dinlemiş, konuşmanızı pek beğenmiş. Ona söyleyin... Çok çok üç maddelik bir yasa önerisidir bu işi çözecek olan. Onu "şıpın işi" Meclis’ten geçiriversinler.

Siz de rahatlayın biz de...

Yapamıyorsanız, yapamayacaklarını biliyorsanız, o zaman somun pehlivanlığına soyunmayın, olmaz mı?

Hem unutmayın, "vali"lik ciddi bir iştir, maskaralığı (gülünç hale düşmeyi) kaldırmaz.
Yazının Devamını Oku

Müşahedelik

28 Haziran 2009
YEMİNLİ bir “asker düşmanı” değilseniz, ister iç ister dış bir mihrakın uzantısı sıfatıyla konuşuyor, yazıyor değilseniz, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un önceki günkü basın toplantısını “demokrasiye karşı asimetrik savaş açmış bir kadronun sesi” olarak değerlendiremezsiniz. Değerlendirirseniz sizi müşahede altına almak gerekir. Şundan dolayı:

Adam laf anlamıyor.

Başbuğ "Hukuka, demokrasiye saygılıyız. Bunun aksine bir emeli ve eylemi olanı aramızda barındırmayız" diyor, ama berikinin kulakları duymuyor.

Başbuğ "Hukuk sürecinin gereğinin yapılması için olayı öğrendiği andan yarım saat sonra gerçeğin bulunması amacıyla talimat verdiğini" söylüyor. Nitekim onun gereğinin yapılması için sürdürülen 12 günlük çalışmanın sonuçları tek tek, üstelik tüm ayrıntılarıyla açıklanıyor.

Adam bu gerçekleri yok sayıyor.

"Hukuka saygılı" oluyorsun, bunu gösteriyorsun, yaranamıyorsun.

Anlatıyorsun, anlamıyor.

Söylüyorsun, dinlemiyor.

Savcı yasaların kendisine tanıdığı yetkiyi kullanıp, kendi soruşturma alanına giren eylem yönünden "kovuşturmaya gerek olmadığına" karar veriyor.

Adama yaranamıyorsun.

"Bıraksaydın da mahkeme karar verseydi" diyor.

Sana mı soracaktı yasal yetkimi nasıl kullanayım diye?

Askeri savcılık (özetle):

"Benim görevimle ilgili konuda kovuşturmaya gerek görmüyorum ama dosya benim bu kararımla kapanmış olmuyor. Nitekim elimdeki belgeleri, bilgileri tüm bir dosya halinde Cumhuriyet Başsavcılığı’na tevdi ediyorum. O makamın yetki ve ilgi alanı içinde bir husus varsa veya bizim vardığımızdan farklı bir sonuca varacak olursa, adli yargı gereğini yapsın" diyor.

Yani hukukun gereği ne ise onun yapılmasını istiyor.

Fakat muhteremin kafası bunu dahi almıyor.

Önce iddia "Sadece ’askeri disiplin suçlarına’ bakan bir iki istisna dışında, demokratik ülkelerde neden askeri mahkeme ve yargı yok?" idi.

Aksini gösteren liste burnuna dayanınca lafı "Askeri yargıtay yok", "Askeri danıştay yok"a çevirdi.

Parantez içinde söyleyelim:

Askeri yargının yetki alanının olabildiğince sınırlandırılmasının gerekliliğine ve doğruluğuna biz de inanıyoruz. Örneğin önceki gece yarısı Meclis’ten geçen ve bugüne kadar askeri yargının yetki alanına giren bazı eylem ve suçların sivil yargıya aktarılmasının doğru olduğuna biz de inanıyoruz. Ama o başka, konuştuğumuz başka.

Konumuza dönersek...

Böyle bir tablo ile karşılaştığınız zaman siz olsanız çözümü nerede ararsınız?

"Hukukçulara iktisat öğretmek gerektiğini" savunan birine "iktisatçılara hukuk öğretmenin daha acil bir ihtiyaç olduğunu" mu söylersiniz.

Yoksa "En iyisi bunu müşahede altına almak" mı dersiniz.
Yazının Devamını Oku

Meşru müdafaa

27 Haziran 2009
Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, iki haftadır çıkartmadığı sesini dün nihayet yükseltti. “Fethullah Gülen’i ve AKP’yi Bitirme Planı” diye bilinen metnin -eldeki soruşturma sonucuna göre- “Genelkurmay’da hazırlanmadığının ortaya çıkması” üzerine Ertuğrul Özkök’e verdiği sözü tuttu. Özkök’e, “O zaman ne yapacağımızı görürsünüz” demişti. Başbuğ’un dün Ankara’da düzenlediği basın toplantısından öğrendik ki, Genelkurmay Başkanlığı bu metin dahil, ona benzer belgeleri -soruşturmanın gizliliğine ilişkin yasalara rağmen- el altından kimlerin medyaya sızdırdığının bulunmasını ve cezalandırılmasını istemiş.

Bundan bir sonuç çıkar mı pek emin değiliz. Çünkü bu başvuruya ilişkin soruşturmayı o "sızdırma" veya "disinformation" kampanyasını yürütenler yaparsa, hiçbir sonuca ulaşılmaz.

İyi anımsıyoruz... İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin’in bir basın toplantısı yapıp da "Hazırlık soruşturması gizlidir. O nedenle belgelerin verilmesi de yayımlanması da yasalara aykırıdır" dediği gün öğleden sonra o soruşturmayı yürütenler bazı gazetecileri çağırıp ellerine gizli belgeleri tutuşturdular. Ertesi gün de gazetelerde Başsavcı’nın sözleriyle onu tekzip eden bilgiler yan yana yayımlandı.

Kısaca demek istiyoruz ki, olay çok basit değil. Nitekim Org. Başbuğ’un da birkaç kere altını çizerek söylediği gibi, "Türk Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) yıpratmayı amaçlayan" bir "asimetrik psikolojik harekát" uygulanmaktadır. Bu harekátın perde önündeki yürütücüleri, "her kötü şeyin altında Türk Silahlı Kuvvetleri vardır" izlenimini zihinlere yerleştirmeye çalışmaktadırlar.

Bu kadar ısrarlı, bu kadar kolektif bir kampanyanın bir veya birkaç adet "beyni" mutlaka olmak gerekir.

Anladığımız yanlış değilse İlker Başbuğ’un dünkü konuşması, sadece o mahut metinle ilgili gerçeklerin değil, bu kampanyanın perde gerisindeki gerçeklerin de ortaya çıkmasını hedeflemektedir.

Nitekim Başbuğ’un sadece "Cumhuriyet savcılığına başvuruda bulunmakla kalmayıp konuyu yapılacak ilk Milli Güvenlik Kurulu’na götüreceğini" vurgulaması ve birilerini "Artık TSK üzerinden elinizi çekiniz, TSK üzerinden kendinizi siyasi tanımlama düşüncesinden ve gayretlerinden vazgeçiniz. TSK’ya karşı medya üzerinden, asimetrik bir psikolojik harekát yürütmeye son veriniz" diyerek bu oyuna son vermeye çağırması, bu kampanyadan duydukları rahatsızlığı ortaya koymaktadır.

Dünkü basın toplantısındaki üslup, -o dakikaya kadar ulaşılan nokta kaydına rağmen- kendinden ve karargáhından emin bir komutan üslubuydu. Nitekim Genelkurmay Askeri Savcılığı’nın, "mahut metin"le ilgili açıklamasındaki ifadeler, Başbuğ’un özgüvenle konuşma yapmasını sağlayacak kadar net idi.

Başbuğ’un, "Demokratik ülkelerde askeri yargı yoktur" safsatasına somut örneklerle yanıt vermesi yerinde bir tepkiydi. Ancak o noktada kalsa veya "ülkemizde yargı bağımsızlığından söz etmek gerekirse tüm yargının ele alınmasının doğru olacağını" söylese daha inandırıcı olurdu.

Başbuğ’ün dünkü basın toplantısını da "Asker konuşmaz" diyenler eleştirebilirler. Asker kendi görev alanının dışındaki konularda görüş açıklayınca buna karşı çıkanlar arasında biz de varız. Ama dünkü tam bir meşru müdafaa haliydi ve gerekliydi.
Yazının Devamını Oku

Buyurun yapın...

26 Haziran 2009
“AKP’yi ve Fethullah Gülen’i Bitirme” hikâyesi -hiç değilse şimdilik çıkmaza girince gündemi boş bırakmadık. Önce CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın önerisiyle, sonra da Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu öneriyi bir “sulu şaka” diye nitelemesiyle gündeme “Darbecilerin yargılanmasını önleyen Anayasa hükmünün kaldırılması” konusunu oturttuk.

Onlara değineceğiz ama önce bir borcumuz var onu ödeyelim:

Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek telefon etti. Dünkü yazımızda kullandığımız bir kelime -ki uyarısı üzerine tekrar bakınca haklı olduğunu fark ettik- kendisini rencide etmiş:

Yazıda Genelkurmay Askeri Savcılığı’nın önceki günkü açıklamasını konu almıştık. Yargı "belge" mi değil mi diye tartışılan yazı konusunda söz söylemeden önce hüküm veren kalemleri ve bir de Bülent Arınç’ı eleştirirken, "Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek bile bu insaf tanımayan (...) yargısız infaz sürecine isyan etti" demiştik.

Maksadımız Arınç’la aynı kabinede olmasına rağmen Çiçek’in "hukukçu" kimliğini ön plana çıkarmasını takdir ettiğimizi vurgulamaktı.

Ama uyarısı üzerine yazıyı tekrar okuyucuna gördük ki, kendimizi iyi ifade edememişiz. Dahası, oradaki "bile" kelimesi Çiçek hakkında olumsuz bir izlenimimiz varmış da o yüzden "bile" demişiz gibi bir anlam taşır hale gelmiş.

Kendisine de söyledik. Maksadımız tam aksiydi. Sayın Çiçek’ten özür diliyoruz. Bu bir.

İkincisine, yani günün konusuna gelince:

"Darbeciler yargılansın" demek ve hukuk sisteminde bunu sağlayacak düzenlemeler yapmak, Türkiye’nin "demokrasi yolculuğu" açısından çok olumlu bir gelişmedir. Dileriz iktidar, muhalefet el ele verirler ve Anayasa’nın "12 Eylül 1980 askeri yönetimi mensuplarının yargı önüne çıkmasını engelleyen" geçici 15’inci maddesini kısa zamanda değiştirirler. Bu da iki.

Başbakan Erdoğan böylece Deniz Baykal’ın yerine denk getirince "şakası olmadığını" anlar. Bu da üç.

Ama bitmedi:

Darbecileri yargılamaya kalkmak laf olarak kolaydır ama pratikte o kadar kolay olsaydı, 27 Mayıs 1960’tan beri birçok vesileyle bu yargılamalara tanık olurduk.

Oysa Talat Aydemir’in 22 Şubat 1962; 21 Mayıs 1963 tarihli teşebbüsleri dışında biz hiçbir "darbe yargılaması" görmedik. Bir de 9 Mart 1971 teşebbüsü var ama onunla ilgili olanlar başka iddialarla yargılandılar.

Demek ki sadece başarılı olanları değil 1961 sonlarında Türk Silahlı Kuvvetleri Birliği adıyla kurulan ve her şeyini protokole bağlayan "darbe" teşebbüsünü de görmezden geldik. O konuda kitaplar bile yazıldı, belgeler yayımlandı ama bunların hiçbiri olmamış gibi davrandık.

Gerçekçi olalım:

Şimdi Anayasa’nın Geçici 15’inci maddesini oradan kaldırmak doğru olur, gereklidir ama onu uygulamanın doğuracağı etkileri de görmek siyaset adamlarının işidir.

Diyelim 1960’tan başladınız... Hüsamettin Cindoruk’un -biraz da kendine yakışmayan bir üslupla- söylediği gibi zaten çok azı hayatta kalmış.

Son yıllara mı geldiniz?

Söz konusu 15’inci madde son yıllarda "darbe" dediğiniz hiçbir eylemi korumuyor ki...

Gücünüz yetiyor idiyse aklınız nerdeydi?
Yazının Devamını Oku