25 Haziran 2009
KİMSEYİ yaftalamayalım diyenler, her televizyon programında âleme ahlak dersi verenler son “belge” (!?)rezaleti karşısında ne tanınmış Ceza Hukuku Profesörü -Yargıtay eski Birinci Başkanı- Sami Selçuk’un dediklerine aldırış ediyorlardı, ne öteki uzmanların uyarılarına... Onlar "fotokopiden imza incelemesi yapılamaz" dedikçe, bunlar suçlu üretiyorlardı.
Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek bile bu insaf tanımayan ve ahlakla ilgisi bulunmayan "yargısız infaz" sürecine isyan etti. Onun ardından da Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı dün, üç sayfa tutan ayrıntılı bir açıklamayla "Kesin ifadeli bir açıklama mı bekliyordunuz. Buyurun işte bizim kesin ifadeli raporumuz" demiş oldu.
Cemil Çiçek’in "Olayın bir siyasi, bir de hukuki boyutu var. Ben bu tür olaylara hep hukuki bakarım. Belgenin sahte olup olmadığına ilişkin inceleme bitmeden konuşmak sakıncalıdır. Fotokopi üzerinden değerlendirme yapamazsınız. Bunun hukuki açıdan delil değeri bile yoktur. İmzaya ilişkin değerlendirmeler kabul edilmez. Mahkemelerde bu böyledir. Orijinalini bulup ona göre hukuki kanaat oluşturursunuz. Bu şimdi savcıların işi. Bunun sonucunu beklemek gerekir. Ortada bilgi kirliliği var. 40 kafadan ses çıkıyor" şeklindeki açıklaması bir bakıma hem "medya cellatlarına" hem de "ortada gerçekliği ispatlanmış bir metin varmış gibi" konuşan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a yanıt verir gibiydi.
Ama asıl önemlisi Genelkurmay Askeri Savcılığı’nın açıklamasıydı.
Askeri savcılık, bir olayı soruştururken hiçbir açık nokta bırakmamak için neler yapmak mümkündür ve neler yapmak gereklidir sorusuna yanıt verir gibi çalışmış:
"Taraf" gazetesinde "AKP ve Gülen’i Bitirme Planı" başlıklı haberin yayımlandığı 12 Haziran gün soruşturma başlamış. "Belge" denen yazılı káğıdı hazırlayan(lar)ın aslında Türk Silahlı Kuvvetleri’ni mi hedef aldığı sorusu dahil, akla gelebilecek tüm ihtimallere yanıt aramış.
"Belge altındaki imzanın, orada adı geçen Dz. P. Kur. Albay Dursun Çiçek’e ait olup olmadığı" gibi temel soruya yanıt bulmak için çalmadık kapı, yapılmadık inceleme bırakmamış.
Örneğin Albay Çiçek ve çevresindekilerin 14 ayrı bilgisayarına el koymuş. Onların sabit disklerinden, bağlı oldukları "sunucu ve yedeklerinin muhafaza edildiği Muhabere Merkezi"ne kadar her yere ulaşıp hepsini "bilirkişi"lere inceletmiş.
Ayrıca Albay Çiçek’in evinde de arama yapılmış. Konutunda bulunan dizüstü bilgisayarlara ait sabit diskin imajı (bu kelime, içindeki bilgiler anlamına kullanılmış olmalı) alınmış. Tüm bunlar sonunda "belge" denen yazıyla örtüşen herhangi bir bilgi ve belgeye rastlanmamış.
Bitmedi... "Belge" denen yazı bir fotokopi olduğu için böyle bir metindeki imzanın gerçekten Albay Çiçek’e ait olup olmadığını öğrenebilmek amacıyla Jandarma’nın, Emniyet’in, Adli Tıp Kurumu’nun laboratuvarlarına başvurmuş. Hepsi ana hüküm olarak "fotokopiye bakarak imzanın gerçek olup olmadığının anlaşılamayacağını" söylemişler.
Hukuk "şüpheye dayalı" hüküm vermez. Nitekim askeri savcılık da, "Belge yok, fail yok, suç yok" sonucuna vararak dosyayı Cumhuriyet Başsavcılığı’na göndermiş. "Var diyen varsa buyursun" diyerek.
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2009
HEPİMİZİN merakla,istekle beklediği sonuca eğer cazgırlıkla, şamatayla, hatta edepsizlik edip farklı düşünenleri tehdit eden satırlarla ulaşacaksak, tamam... Bağıranlar bağırsın... Edepsizler ellerinden geleni yapsın. Ve sonunda diyelim ki: “Ortalıkta görünen bu yazılı kâğıt parçası bir suçun kanıtıdır.”
Ama yol bu mu?
Yol bizim bildiğimiz, eldeki nesnenin bilimsel metotlarla incelenip sonuçlandırılmasıdır.
O sonuç alınıncaya kadar kimse "AKP’yi ve Fethullah Gülen’i Bitirme Eylem Planı" başlıklı yazının bir "belge" olduğunu -veya olmadığını- söyleyemez. "Bu bir belgedir" dendiği anda artık ortada hukukun varsayacağı bir objeden söz edilebilir. Aksi halde kimsenin eldeki káğıt parçası üzerinde hükümler inşa etmeye hakkı yoktur. Buna mahkemeler de dahildir.
Ama mahkemeler de dahildir dediğimiz aşamada bakıyorsunuz beş yıl süreyle TBMM Başkanlığı yapmış, hayatını "hukuk adamı" sıfatıyla geçirmiş bir politikacı olan Bülent Arınç’ın bile, katıldığı bir toplantıda:
"(Ergenekon denen soruşturma sanıklarından birinin) Ofisinde ele geçirildiği iddia edilen belge"ye değindikten sonra "Asıl düşündürücü noktanın, belgenin altındaki imza olduğunu" kaydediyor. Ayrıca "Şu anda andıçlardan, fişlemelerden sonra bir imza ile karşımıza çıkan belgeyi tartışıyoruz. Buna müstehak değiliz. Bundan hoşlanmıyoruz, üzülüyor ve utanıyoruz. Bu, halkın iradesine, demokrasiye ve Anayasa’ya karşı ihanetten başka şey değil" dediği bildiriliyor.
Arınç konuşmasında bir de "tam demokratikleşme için önemli 4 ana kuruma" işaret etmiş. Buna göre "Ordu, yargı, üniversiteler ve medyanın kendi içinde demokrasiyi sindirmeleri şart" imiş.
Önce sondan başlayalım:
Sadece Arınç’ın dediği kurumların değil, bireylerin, ailelerin, din adamlarının, bürokrasinin, kısaca herkesin "demokrasiyi içine sindirmesi" o sistemin iyi işlemesi için şarttır ama en az onlar kadar önemli olan bir kurum daha var... Siyasi partiler...
Sayın Arınç bu "demokrasi" özlemini, üyesi olduğu partide de dile getirsin de, sonra ötekilerden söz etsin.
"Tek imzalı yazı"ya gelince:
Yukarıda da değindik... Arınç’ın, ortadaki yazının "kanıt" sayılacağı dakikaya kadar, onu esas alan bir konuşmayı -bir hukukçu olarak- nasıl yapabildiğini biz açıklayamıyoruz.
Halen "yok hükmünde" olan bir yazıya dayanarak polemik yapmak bir hukuk adamına değil, ancak siyasi kavgalarla gözü dönmüş bir militana yakışır.
Arınç eğer "O yazının ve altındaki imzanın kanıt değeri taşıdığı saniyeye kadar tüm söylediklerimi yok sayın" gibi bir şart koşarak konuşsaydı kendisini biz de alkışlar, "Evet böyle bir plan yapmak, ona dayalı birtakım tertiplere girişmek, onu yazan için utanç vericidir" der, "Böyle tertiplere müstehak olmayan bir ulusun çocukları olarak üzüldüğümüzü, utanç duyduğumuzu" aynen kendisi gibi vurgulardık. Dahası, "Bu yapılan halkın iradesine, demokrasiye ve Anayasa’ya karşı ihanetten başka bir şey değil" diyerek, sözlerinin altına bir de imza atardık.
Oysa sadece Arınç değil, hepimize "demokrasi" dersi veren ama aslında faşizmin uşaklığına soyunan kalemler de aynı şeyi yapıyor. Asıl üzülüp utanılacak olan budur.
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2009
DAHA hukukun “belge” diyemediği bir “saçmalama” örneğini peşinen “belge” gibi kabul edip, “Halkın iradesine karşı plan yapmaktan ne usanıyorlar, ne utanıyorlar” diye nutuk atan Bolu Valisi Halil İbrahim Akpınar’dan söz ettik de, ona takdirlerini, tebriklerini sunan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a değinmedik. Önce şu Vali Bey kısmını tamamlayalım:
Muhterem 1982 Anayasası’ndan söz ederken, bu Anayasa’nın "Halkın iradesini pek fazla önemsemeden, oligarşik bürokrasinin vesayetinde sınır bir demokrasi öngördüğünü" söylemiş.
Kanımızca bu değerlendirmesi bir dereceye kadar hálá doğrudur. Gerçekten "iyileştirme" amaçlı değişikliklere rağmen gelişmiş bir parlamenter demokrasi ile bağdaşması zor kurallar, bu Anayasa’da hálá vardır. Yeri gelirse onlara tekrar döneriz. Ama Vali Bey’in "demokrasi" ile ilgili derdi başka. O "demokrasiyi neden sınırlı bulduğunu" bir sonraki cümlesinde söylüyor:
"(Bu Anayasa’nın) Temel felsefesi, kurulması hayal edilen, istenilen rejime sadık siyasi partilerin, halkın çoğunluk oyunu alıp iktidara gelemeyeceği varsayımı üzerine kuruludur."
Muhterem lafı dolandırıp hem maksadını söylemiş olmayı hem de söylememiş gibi sıyrılmayı amaçladığı için cümleyi öyle kurmuş ama demek istediği açık:
"Bu Anayasa, iktidara gelen her siyasi partinin, Atatürk devrimlerine bağlı olmasını istemektedir. Peki ama halkın iradesiyle iktidara gelen parti eğer o devrimlere karşı ise, yine de kendini Anayasa ile bağlı hissetmeye mecbur mu olacaktır?"
İşte "zurnanın zırt dediği" yani bugünkü iktidar mensuplarından birçoğunun düşünüp yutkunup da kelimelere dökemediği söz budur.
O sorunun yanıtını biz verelim:
"Evet... Bu Anayasa yürürlükte olduğu sürece, her siyasi iktidar -gönlü istese de istemese de- Atatürk devrimlerine dayalı bir demokratik rejimle bu ülkeyi yönetmeye mecburdur. Nokta!"
Çünkü her anayasal rejimin böyle bir durumda kendini koruma hakkı vardır.
Gerçi biz "nokta" diyoruz ama Vali Bey’in konuşmasını pek beğenen Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ile Devlet Bakanı Egemen Bağış’a göre durum öyle değil.
Dahası, bu "beğeni" onların da Vali Bey gibi düşündüklerini ortaya koymaktadır.
O zaman özellikle Bülent Arınç’a sormak gereği ortaya çıkıyor:
"Siz bir ’hukuk adamı’sınız. Bir bürokratın (namuslu bir adamsa, bu devletin temel felsefesine bağlı olacağına dair namus yeminini tutması gereken bir valinin) sizin gözünüz önünde yaptığı ve kulaklarınızla duyduğunuz bu siyasi konuşmayı nasıl kutlarsınız?"
Daha da önemlisi... "Siz de Vali Bey gibi, Anayasa’nın temel felsefesine aykırı amaçlar güden bir siyasi partinin iktidara gelmesi halinde Anayasa’yı hiçe saymasını, onun meşru hakkı olarak görüyor müsünüz?"
Gördüğünüz gibi burada artık "Bir bürokrat siyasi bir konuşma yapabilir mi yapamaz mı?" sorusu önemini kaybetmektedir.
Burada, şimdi Çalışma Bakanı olan Ömer Dinçer’in özlediği İslam devletini kurmaya sıra gelince bu Anayasa ile ne yapmamız gerekir sorusuna yanıt aranmaktadır.
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2009
SON haber Uludağ Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran’la ilgili... Dünkü Milliyet’in bildirdiğine göre -ki biz de araştırdık az bile yazmışlar- “Ergenekon sanığı” olduğu gerekçesiyle tutuklanan Prof. Yurtkuran da, yaşama hakkından -kendisinin yahut yakınlarının değil- ancak başkalarının verdiği karar ölçüsünde yararlanabilecekmiş.
Mustafa Yurtkuran’a, "Ergenekon denen soruşturma kapsamında" gözaltına alındığı tarihten önce zaten "testis kanseri" teşhisi konmuş ve sol testisi alınmıştı. Bununla ilgili ışın tedavisine başlanacağı sırada da tutuklanmıştı.
Keza kalbe giden ana damarlardan birine stent konmuştu. İkinci bir damarı tam tıkalıydı.
Öteki hastalıklarını saymıyoruz. Her gün 13 ayrı ilaç almak zorunda olan birine ne kadar "sağlıklı" diyebilirseniz onunki de o kadardı.
Silivri’deki ceza ve tutukevindeyken bunlara sırt ağrıları eklenmiş. Oradan İstanbul’da Haseki Hastanesi’ne sevk edilmiş. Yapılan anjiyo üçüncü damarın da tıkalı olduğunu ortaya koyunca "acilen by-pass ameliyatı olması gerektiğine" karar verilmiş. Nitekim bu acil durum nedeniyle testis kanseri ile ilgili ışın tedavisi durdurulmuş.
Ve birilerinin, "Götürün şurada ameliyat olsun" demesine terk edilmiş.
Tamam... Tutukluysa tutuklu...
Hadi dediniz ki "Eski bir rektör olması, saygın bir bilim adamı olarak bilinmesi bizi ilgilendirmez. Çünkü yasalar önünde herkes eşittir."
Ona da "Amenna" diyelim.
Hatta Mustafa Yurtkuran’ın, Mehmet Haberal’ın, Erol Manisalı’nın, Fatih Hilmioğlu’nun, Şener Eruygur’un, Hurşit Tolon’un, Levent Ersöz’ün -ve aklımıza gelmeyen diğer sanıkların- sağlık sorunlarını "yok" saymaya çalışan pek vicdanlı (!) medya organlarının yazdıklarını da görmezden gelelim.
Resmi evrakta sahtekárlık gibi -eski deyimle yüz kızartıcı bir suçtan- iki yıl dört ay hapse mahkûm olan ve bu hüküm kesinleştiği halde sağlık bahanesiyle dört kere rapor alıp, hükmün infazından kaçan Necmettin Erbakan hakkında bu medya organlarının tek bir haber yayınladığını anımsıyor musunuz?
Kaldı ki "tutuklu"luk hali, o insanın canıyla ilgili karar alma hakkını başkalarına verir mi?
"Yasalar böyle... Elbet verir" diyorsanız size biri çıkar da:
"Kendi hayatınız üzerinde bir başkasının karar verme hakkına sahip olmasını ne kadar meşru ve vicdani buluyorsanız, ona göre yanıt verin...
Aksi sabit oluncaya kadar herkesi masum saymak gerekmez mi? Bu karinenin bir hukuk adamı için anlamı varsa, siz de ’tutukluluk’tan önce ’masumluk’ statüsüne sahip bir insana, ona göre davranın" derse, yanıt bulmanız gerekir.
Devletin "tutuklu" kişiyle ilgili "güvenlik" önlemi alması hem hakkı hem görevidir. Ama "güvenlik" gerekçesi, bir masumun hayatıyla oynama yetkisini kimseye verir mi?
Hayatta kalma hakkı güvenlik içinde olmaktan önce gelmez mi?
Kuddusi Okkır gitti. Türkan Saylan eğer Türkan Saylan olmasaydı, belki o da Kuddusi Okkır gibi kelepçe altındayken gidecekti.
Adalet dağıtma işlevi zulme dönüşürse ona adalet denebilir mi?
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2009
BU defaki olaylar, “ılımlı” kişiliğiyle dikkati çeken Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi döneminde gördüklerimizden hayli farklı... Tahran caddeleri hiçbir taşkınlık yapmayan bazen on binlerin bazen yüz binlerin protesto yürüyüşleriyle sanki İran’da yeni bir dönemin müjdesini veriyor gibi. Ama bu konularda acele hüküm vermek yanlıştır.
Önce belirtelim:
Siyasetin içine dinin girdiği yerde, hiçbir terazi doğru tartmaz. Çünkü demokrasi "aklın özgürlüğü" üzerinde yaşar. Oysa din "aklın inanç emrine verilmesini" ister. O nedenle siyaset dünyasında "din" söz sahibi olunca iki kere ikinin kaç edeceği önemini kaybeder.
Tabii öyle bir ortamın vereceği siyasi sonuçları da tahmin aynı derecede imkánsız olur.
Dediklerimizin örneğini dünyada pek çok ülkede görebilirsiniz. Yorulmak istemiyorsanız Pakistan’a bakın yeter.
İran’a gelince:
Geçen cuma günü yapılan seçime hile karıştığı ve aslında dördüncü sırada oy alan Mahmud Ahmedinejad’ın değil, rakibi -eski başbakanlardan- Hüseyin Musevi’nin seçimin gerçek galibi olduğu kanaati yaygın olduğu için bir haftadır İran durulmuyor.
Batı medyası nerdeyse tek bir ağızdan çıkmış gibi, yaygın bir şekilde "seçim yolsuzluklarını" yazıp duruyor. Sandıklarda görevli Musevi gözlemcilerinin, Humeyni devrimini korumak için kurulmuş olan Devrim Muhafızları’na bağlı "İslam gönüllülerinden" oluşan "Besici"ler tarafından sandıklardan uzaklaştırıldıkları, oy sayım sonuçlarının tersyüz edildiği iddiaları durmak bilmiyor.
İddialar o kadar inandırıcı olmalı ki, Humeyni rejiminin en yetkili organı sayılan Anayasayı Koruyucular Konseyi de "bazı yerlerde seçimlerin tekrar yapılmasına" yeşil ışık yaktı. Ama bu ödün, "seçimlerin tekrarlanması" isteğiyle caddeleri dolduranları tatmin etmeye yetmedi.
Uzmanlar -veya uzman geçinenler- İran’ın bu noktaya gelmesinde "Mollalar iktidarının şeriata dayalı kaba ve katı yönetim anlayışının yeni İran gençliğinde yarattığı tepki"nin büyük rol oynadığını ileri sürüyorlar.
Bu tepkiyi daha çok şehirlerdeki seçmenle ilişkilendirirken, kırsal alandaki seçmenin de "yolsuzluklar" nedeniyle Ahmedinejad’ın temsil ettiği kesime karşı çıktığını savunuyorlar.
İşin ilginç yanı, Anayasayı Koruyucular Konseyi’nin başında bulunan ve İran’ın en büyük otoritesi olan Ayetullah Ali Hamaney’in Ahmedinejad’ı desteklemesine rağmen mollaların büyük çapta saf değiştirdikleri bildiriliyor. Sebep de Ahmedinejad döneminde yönetimin mollalardan çok -kendisinin de bir zamanlar mensubu olduğu- Devrim Muhafızları ile doldurulmuş olmasıymış.
Görüldüğü gibi İran’da "taş yerinden kımıldamış" görünüyor. Ama başta söylediğimiz gibi Muhammed Hatemi zamanında da, onun desteğiyle buna benzer belirtiler su yüzüne çıkmış ama Hamaney kafası hepsini hızla bastırmıştı.
Şimdiki sokak gösterilerinden "rejim değiştirecek" kadar radikal sonuçlar beklemek abestir. Ama Cumhurbaşkanı seçiminin yenilenmesi sağlanırsa o bile büyük bir zafer sayılır.
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2009
DOKUZUNCU Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in çok güzel bir sözünü anımsarız. “Bu milletin bir tek ordusu var” der. Onun üzerinde titremek, itibarını korumak herkesin borcudur anlamına gelir bu söz. Ama onun üzerinde titreme borcu sadece sivillerin yahut siyasilerin değil, askerin de üzerindedir. Varlığımızın, bağımsızlığımızın en büyük teminatı olan ordumuzu son zamanlarda çok hoyratça tartışıyor hatta hırpalıyoruz.
Buna Silahlı Kuvvetlerimiz konusunda hiç de iyi niyetli olmayan çevreler kadar, kendi içinden çıkmış, "demokrasi"yi "hukuk devleti" kavramını hiç hazmetmemiş kişiler de sebep oldu.
Nitekim bakın... Bir gazeteyi açıyorsunuz, eski Genelkurmay Başkanı’nın Başbakan’la Mayıs 2007’de Dolmabahçe’de yaptığı ve içeriği kamuoyundan saklanan görüşmenin tartışıldığını görüyorsunuz.
Ötekini açınca karşınıza Genelkurmay’ın bir biriminde iki ay önce hazırlandığı ileri sürülen ve düpedüz meşru rejimi hedef alan bir belge çıkıyor.
Yeri gelince ayrıntılı olarak değineceğiz. Şimdi kısaca söyleyelim:
Eğer Türkiye’de "hukuk devleti" gerçekten varsa, bir Genelkurmay Başkanı’nın Başbakan’la yaptığı görüşmenin "mezara kadar saklı kalması" diye bir şey söz konusu olamaz. Çünkü "görev"le ilgili bir konuşmanın içeriği onların değil "kamunun" malıdır.
Tamam, "devlet sırrı" sayılacak bir içerikten söz ediliyor olabilir. Ama onun da yolu, söz konusu konuşmanın yazılı hale getirilmesi ve gizlilik kaydıyla devletin envanterine aktarılmasıdır. Zamanı gelince -diyelim 30 sene sonra- açıklanır. Kamuoyu da bunun "hukuk devleti"ne uygun bir işleme tabi tutulduğunu bilir. Dolmabahçe’de "hukuk devleti"ni yok sayıp Genelkurmay’da "hukuk devleti"nden dem vurursanız, kimseyi samimiyetinize inandıramazsınız. Bu bir.
İkincisi de Silahlı Kuvvetlerimiz’in itibarını beş paralık eden iddialar, soruşturmalar ve tavırlardır.
Dursun Çiçek isimli kıdemli Deniz Kurmay Albay’ın "İrticayla Mücadele Eylem Planı" başlıklı bir belge hazırladığı iddiası, gerçekten Silahlı Kuvvetlerimizin itibarına, onun demokrasiye ve hukuk devletine bağlılık iddialarına vurulmuş ağır bir darbedir.
Böyle bir durumda Genelkurmay Başkanlığı’ndan beklenen en doğru hareket, olayın en dinamik şekilde soruşturulmasıdır. Bunun yapılmadığı söylenemez. Ama o yetmez. Kamuoyu lafı dolandırmadan yapılan açıklama bekler. Nasıl "Soruşturmada şu ana kadar elde edilen delillerden askeri savcılık, iddia edilen belgenin Genelkurmay Başkanlığı’nın herhangi bir biriminde hazırlandığına ilişkin bir kanaate ulaşamamıştır" denilmesinde sakınca görülmediyse aynı şekilde "Albay Dursun Çiçek bu belgeyi kendisinin hazırlamadığını söylemiştir" de denilebilirdi, aksi söz konusuysa "Albay Çiçek şunları söylemiştir" de denebilirdi. Çünkü "belgenin sahte olup olmadığına ilişkin kriminalistik inceleme" yapıladursun, ortada adı geçen ve konuyla ilgili sözleri birinci derecede önem taşıyan biri vardır.
Galiba çoğumuz her şeyi çok biliyoruz da asıl bize lazım olanları bilmekte zorlanıyoruz.
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2009
YAYIN hayatına başlayalı beri izlediği “Silahlı Kuvvetler’i yıpratmak temel görevimizdir” çizgisini dikkate alınca insanın inanası gelmiyor. Ama Taraf isimli gazetenin “AKP ve (Fethullah) Gülen’i Bitirme Planı” başlıklı haberini okuyunca, “Yalan da doğru da olsa
bu olayın üstüne gitmek herkesin görevidir” demekten insan kendini alamıyor.
Habere göre Dursun Çiçek isimli bir Deniz Piyade Kurmay Albayı, Nisan 2009 tarihinde, Genelkurmay Harekat Dairesi Başkanlığı için bir "Eylem Planı" hazırlamış.
Plan diye sunulan bilgiye göre, hem hükümet hem de "Fethullah Gülen Hareketi" aleyhine çeşitli tertipler yapılacakmış. Örneğin masum insanların evine silah konacak, sonra bulunacakmış. Yani yasadışı eylemler yapılacakmış. Amaç "Türkiye’de laik rejimin yıkılmak istendiği" izlenimi yaratmakmış.
Kaç kere yazdık... Türkiye’de laik rejimi yıkmak isteyenler sistemli bir çalışma içindedir. Buna karşı yasal yollardan mücadele etmek de başta Başbakan olmak üzere herkesin görevidir.
Ama "irticai gelişmelere" karşı yapılması gereken ne Genelkurmay’da ne de başka bir kamu kurumunda "iftiraya, tertibe dayalı bir eylem planı hazırlamak"tır. Onun yolu, -aynen irtica misyonerlerinin yaptığı gibi- tek tek bütün insanlarımıza "özgür ve çağdaş bir insan olmanın yolunun laikliği korumaktan geçtiğini" anlatmak ve öğretmektir.
"Taraf"ın haberi bize Çevir Bir ve Erol Özkasnak döneminin meşhur "Andıç" olayını anımsattı:
Bu sütunu okuyanlar anımsarlar... Genelkurmay kaynaklı bir habere göre PKK’lı Şemdin Sakık’ın yakalanması ardından verdiği ilk ifadede "Bazı gazetecilerin Abdullah Öcalan’dan para aldığı ve işbirliği yaptığını söylediği" ileri sürülmüştü. Biz de, aramızda bu tıynette kim varsa ortaya çıksın diye -sonraları çok tartışılan- "Alçakları Tanıyalım" başlıklı bir yazı yazmıştık.
Meğer Sakık’ın ifadesinde böyle bir suçlama yokmuş. O tamamen Genelkurmay’da hazırlanan Andıç dedikleri bir "Eylem Planı"nın gereği olarak medyaya yutturulan, uydurma bir bilgi imiş. Amaç da Öcalan’la işbirliği yaptığı ileri sürülen gazetecileri işten kovdurup susturmakmış.
Nitekim bazı meslektaşlarımız Genelkurmay’ın baskısıyla o zaman işlerinden oldular. Sonra gerçek yani Sakık’ın kimseyi suçlamadığı ortaya çıktı. Biz de gereksiz yere "Alçakları Tanıyalım" diye yazdığımız için mahcup olduk. Hem o arkadaşlardan hem de kamuoyundan özür diledik. Tabii bizi ve kamuoyunu aldatanlara da lanet okuduk.
Şimdi aynı şeyi yaşıyorsak, bu yeni belgeyi hazırlayana da yazık olsun, ona böyle bir görev veren varsa ona da...
Ama devlet hayatında "yazık olsun" demek gibi bir yaptırım yoktur. Onun gereği, ya "Bu Genelkurmay’a atılmış bir iftiradır" demek -diyebilmek- sonra da hesabını sormaktır.
Veya "Haber doğrudur. Yasalara aykırı görev vermek de o görevi yapmak da suç teşkil ettiği için şu şu isimli ilgililer hakkında şu yasal işlem yapılmıştır" demektir.
Bundan bir kelime eksik ifade, örneğin "konunun tüm yönleriyle incelenmesi maksadıyla soruşturma başlatıldığı" yolundaki beyan "ilgilileri" rahatlatmaya yeter ama kamuoyunu değil.
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2009
HÜRRİYET’in dünkü manşetinde Kars‘ın Digor İlçesi’ndeki Ömer Tütüncü isimli gençCumhuriyet savcısının, ülkemizdeki demokratikleşme çabaları yönünden anlamlı bir kararı vardı: Savcı, Demokratik Toplum Partisi (DTP) mensuplarının geride kalan seçim kampanyasında halka Kürtçe hitap etmelerinin suç oluşturmadığı gerekçesiyle “takipsizlik” kararı vermiş. Savcı beyin gerekçesi hayli zayıf:
Özetle "Devletin Radyo ve Televizyon Kurumu’nun ’Kürtçe TV Kanalı’ kurduğu, yüksek düzeyli bürokratların Türkçe bilmeyen insanlarla Kürtçe konuştuğu ülkede, bu eylem suç oluşturmaz" demeye getirmiş.
Gerçi yasalarda "Kürtçe TV yayımı yapılmaz" diye bir hüküm yok. Keza "İnsanlar birbiriyle Kürtçe konuşamaz" denmesi de söz konusu değil. Çünkü onu yasaklamak hem hukuka hem en basit özgürlük anlayışına uymaz. Ama Savcı’nın kararı doğru...
İhtimal bizim gibi o da bilmiyordu ama arkadaşımız Oya Armutçu’nun bugünkü Hürriyet’te okuyacağınız haberinden anlıyoruz ki -iyi bir hukukçu olduğu için YARSAV Başkanı sıfatıyla konuştuğu zaman bazılarını çileden çıkartan- Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Ömer Faruk Eminağaoğlu da meğer bundan 5 yıl önce, Varto’da yaşanan yargılama olayı nedeniyle aynı yönde "Tebliğname" hazırlamış:
Eminoağaoğlu görüşünü "Kürtçe konuşmanın ve propaganda yapmanın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ifade özgürlüğü ile ilgili 10 ve örgütlenme özgürlüğü ile ilgili 11’inci maddelerine aykırı olmadığı" gerekçesine ve bir de Siyasi Partiler Yasası ile Seçimlerin Temel Hükümleri hakkındaki yasanın koyduğu yasağa rağmen "uluslararası sözleşmelerin üstün tutulacağı" yolundaki Anayasa hükmüne dayanarak "verilmiş mahkûmiyet kararının bozulması gerektiği" sonucuna varmış.
Böyle bir ikinci Tebliğname de Özgür Türkiye Partisi Adıyaman Merkez İlçe Başkanı hakkındaki mahkûmiyet nedeniyle hazırlanmış. O da aynı yönde...
Görüldüğü gibi demokratik sistemin sınırlarını siyasi kadrolar dar tutmaya çalışsa bile hem sosyal gelişme hem de özgürlük anlayışının yaygınlaşması yasaların koyduğu hükümleri geçersiz kılabiliyor.
Buna teknik anlamda ne denir bilmiyoruz ama biz "kamu vicdanı ile kurallar arasında çatışma olduğu zaman, kamu vicdanının galip geleceği" yolundaki inancımızın bir örneğiyle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyoruz.
Gerçekten yaşam, tabularımızı yıkıyor, kuralları geçersiz kılıyor. Bu satırların kaleme alındığı saatlerde sonuçları henüz bilinmeyen İran Cumhurbaşkanlığı seçimi manzaraları ile İran’dan bir süredir gelen haberler de aynı görüşü doğruluyor:
Yasalar ve öteki kurallar kadınları "çarşafa", özellikle de çarşafın "kara" olanına sokmak için İran’da 30 senedir baskı yapıyor. Ama bakıyorsunuz ki o yasaklar, yasaların öngördüğü gibi uygulanamıyor. Çünkü "kamu vicdanına" ve yaşamın tabii akışına aykırı düşüyor.
Bir zamanlar bizde de "Men-i İsrafat Kanunu" yani "Gereksiz harcamaların engellenmesi" amaçlı bir yasa vardı. Buna göre örneğin "düğünlerde üç davulcudan fazlasını tutmak" yasaktı. Ama kimse dinlemezdi. Çünkü kamu vicdanına aykırıydı.
Neyse ki artık sadece davulda değil özgürleşmede de sonuç alıyoruz.
Yazının Devamını Oku