Oktay Ekşi

Quo Vadis (Nereye?)

25 Temmuz 2009
YÖK ve özellikle başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, bir kenara yazsın: Bu devletin kuruluş felsefesine kimler ihanet etti diye bir gün birileri liste hazırlar da tarihe bunu tevdi ederse, bilsinler ki YÖK’ün son “katsayı” kararına imza atanlar o listenin başında yer alacaktır. Bu düşüncemizi baştan kayda geçelim de sıra konuyla ilgili görüşümüze gelsin:

YÖK eğer "mesleki ve teknik okulların" ya da "meslek liselerinin" önlerini açan bir düzenleme yapmış olsa, öpüp başımıza koyacağız.

Çünkü Türkiye’nin en önemli ihtiyaçlarından biri, bu tür insan gücüdür.

Ama bunların yaptığı o değil. Bunlar sanki meslek lisesi mezunu çocukların haklarını koruyormuş gibi göstererek aslında "İmam Hatip Liseleri" mezunlarının bir gün tüm ülkeyi ele geçirmesinin altyapısını hazırlıyorlar.

O yüzden imam hatip liselerine ne "meslek lisesi" diyorlar, ne de "genel lise" diyebiliyorlar. "Genel lise" diyemedikleri için hilelerini "meslek liseleri" üzerinden yürütüyorlar.

Ve tabii Anayasa’ya, Öğretim Birliği Yasası’na ve "laik eğitim" ilkelerine aykırı davranmış oluyorlar. (Bu noktada Sayın Sabih Kanadoğlu’nun uyarılarına kulak versinler çünkü alınan karar, Anayasa Mahkemesi’nin AKP davasında verdiği kararla çelişmektedir.)

Üniversiteye girmek isteyen meslek lisesi mezunu öğrencilerin sınavda alacakları puanların genel lise mezunlarıyla eşit ağırlıklı sayılması o yüzden gerekliymiş. Bunu söylüyorlar.

Oysa bu düpedüz yalan!

Nitekim eski YÖK Başkan Vekili Prof. Dr. İsa Eşme de dünkü Cumhuriyet’te çıkan makalesinde, imam hatip liseleri dışındaki meslek liselerinde eğitim gören çocukların "genel lise" derslerinden pek çoğunu okumadığını, oysa imam hatip liselerinde genel liselerle ortak dersler olduğunu söylüyor, toplumun ihtiyaç duyduğu asıl "meslek liseleri mezunlarının" mağdur olacağını savunuyordu.

Yeri gelmişken soralım:

İmam hatip dışındaki meslek liselerinin mezunları kendi haklarını korumak için neden ses çıkarmazlar?

Bu konularda sadece bilimsel temellere dayalı görüş açıklayan TÜSİAD da yaptığı basın açıklamasında, "İmam hatip Liseleri, din görevlisi yetiştirmek üzere tasarlanmış, ancak zamanla kuruluş amacından uzaklaşmıştır.

Ülkenin imam-hatip ihtiyacını karşılamaya yetecek sayıda imam hatip lisesinin eğitime devam etmesi ve mezunların arzu ettikleri takdirde kendi alanlarında yüksek öğrenime devam etmeleri sağlanmalıdır.

Geriye kalan imam hatip liselerinin meslek lisesi statüsü kaldırılmalı ve gerekli müfredat uyumu yapılarak genel liseye dönüştürülmelidir"
diyordu.

Eski yıllarda çok sorduğumuz ama yanıtını alamadığımız bir soru yine aklımıza geldi:

Ülkenin en çok 250 bin din adamına ihtiyacı olduğuna göre bunun 10 katı imam hatip mezunu ile Türkiye nereye gitmek istiyor?
Yazının Devamını Oku

TBMM Başkanlığı seçimi

24 Temmuz 2009
MİLLİYETÇİ Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “dolduruşuna” gelerek hem cumhurbaşkanını halkoyu ile seçtirip süresini 7 yıldan5 yıla indirmeyi hem de “yasama dönemini” (milletvekilliği süresini) 5 yıldan 4 yıla indirmeyi amaçlayan bir Anayasa değişikliği yapıldığını unutmadınız değil mi? Bugünkü siyasi iktidar, askeri yargının yetkilerini bir tek kelimeyle kuşa çevirme becerisini yeni edinmiş olmalı ki, yukarıda değindiğimiz Anayasa değişikliğini yaparken her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmıştı.

Hatta yaptıkları değişikliğin Geçici 19’uncu maddesine "On Birinci cumhurbaşkanı seçiminin ilk tur oylaması şu tarihte (...) yapılır" şeklinde bir hüküm koydukları için çok sıkıntılı bir durum doğmuştu. Çünkü On Birinci Cumhurbaşkanı (Abdullah Gül) bu yasanın gösterdiği tarihten üç ay önce yani 28 Ağustos 2007’de seçilmiş, göreve de çoktan başlamıştı.

Bunları hikáye olsun diye anlatmıyoruz.

Önümüzde TBMM Başkanlığı seçimi var. Meclis’in aldığı karara göre, TBMM Başkanlığı’na aday olanlar 30 Temmuz gününden itibaren TBMM Başkanlık Divanı’na başvuruda bulunacaklar. Seçimin ilk -ve gerekirse ikinci- turu da 4 Ağustos 2009 Salı günü yapılacak.

İyi de... Adaylara gelmeden önce sormamız gereken bir soru var:

Yeni başkan 2 yıl için mi seçilecek 3 yıl için mi?

Yanıtınızı biliyoruz... "Elbet iki yıl için" diyeceksiniz. Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi yasama dönemi 5 yıldan 4’e indirildi. O nedenle Başkan’ın (ve Başkanlık Divanı’nın öteki üyelerinin) görev süresinin 3 yıl olması düşünülemez bile...

Peki ama Anayasa’nın 93’üncü maddesinin, "Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanı için, bir yasama döneminde iki seçim yapılır. İlk seçilenlerin görev süresi iki, ikinci devre için seçilenlerin görev süresi üç yıldır" diyen hükmünü ne yapacağız?

Bunu yeni başkan üç yıl görev yapar iddiasıyla yazmıyoruz. Meclis’in "yasa yapma" işlevinin, sözünü ettiğimiz Anayasa değişikliği örneğinde görüldüğü gibi laubaliliğe izin vermeyecek kadar ciddi bir iş olduğunu bir kere daha anımsatmak için ifade ediyoruz.

Anlaşılan o zaman "yangından mal kaçırır gibi" aceleyle yasama dönemini 5 yıldan 4 yıla indirmişler ama bunun Başkanlık Divanı ile ilgili hükmü etkileyeceğini düşünmemişler.

Şimdi zorunlu olarak değiştirmek gerekecek o hükmü...

Ama konunun asıl tartışılan kısmı Başkanlığa kimin seçileceği sorusunda toplanıyor.

Tayyip Erdoğan eğer 22 Temmuz 2007 akşamı halka "herkesi kucaklamayı" vaat eden Erdoğan olsa mesele yok. Yine muhalefete kulak verir, o zaman olduğu gibi "tarafsız" ve "güvenilir" bir ismi aday gösterir.

Nitekim Köksal Toptan böyle seçildi ve bu güvene layık olduğunu da ispat etti.

Ama şimdi Türkiye’yi, her önüne geleni haşlayan, tahammülsüz, kırıcı ve zaman zaman demokrasiyi sahiden otobüs mü sandığı kuşkusu yaratan bir Tayyip Erdoğan yönetiyor. Böyle bir Tayyip Erdoğan’ın Köksal Toptan’ı desteklemesi bizce zayıf bir ihtimaldir.

İnanmazsanız bekleyin. İnşallah yanılan biz oluruz.
Yazının Devamını Oku

Açılım belli oldu

23 Temmuz 2009
SONUNDA Başbakan Tayyip Erdoğan da “İster ‘Kürt sorunu’, ister ‘Kürt açılımı’ diyelim, bunun üzerinde bir çalışmayı başlattık” diyerek, son günlerde kamuoyunun tartışmakta olduğu konuyla ilgili ilk resmi bilgiyi verdi. Başbakan, “İçişleri Bakanlığımıza bu görevi verdik” diyor. Sonucun açıklanacağınıda vaat ediyor. İçişleri Bakanlığı’nın bu çalışmada kimi muhatap alacağını henüz bilmiyoruz. Şimdilik Bakanlıklarla, Genelkurmay’la, MİT’le ve Başbakan’ın net olarak ifade etmediği başka "kurumlar"la temas kuracağı belli. Bu "kurumlar" deyiminin siyasi partileri ve o arada Demokratik Toplum Partisi’ni (DTP) kapsıyor olması gerekir.

Ama "meşruiyet" taşımayan bir kuruma veya kişiye açılım, herhalde çok yanlış olur.

Sözün burasında belirtelim ki Başbakan’ın verdiği bilgi de, konuya yaklaşımı da olumludur. Keza Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) programına göndermede bulunması çok yerindedir. Çünkü bu iktidarın millete karşı temel "taahhütname"si parti programıdır.

AKP’nin parti programı, "Bu bölgemizdeki kültürel farklılıklar, partimiz tarafından zenginlik kabul edilmektedir. Resmi dil ve eğitim dili Türkçe olmak şartıyla, Türkçe dışındaki dillerde yayın dahil kültürel faaliyetlerin yapılabilmesini, partimiz ülkemizdeki birlik ve bütünlüğü zedeleyen değil, güçlendiren ve pekiştiren bir zenginlik olarak görmektedir. Bölgenin geri kalmışlığından kaynaklanan kimi olumsuzlukların giderilmesini, bölgeye dönük özel düzenlemeler yoluyla değil, genel demokratikleşme projesi bağlamında düşünmektedir.

(...) Terörü sona erdirmenin yolu, temel hak ve hürriyetlere saygılı bir devlet yaklaşımı ile ekonomik kalkınmayı ve güvenliği aynı bütünün parçaları olarak düşünmekten geçer.

(...) Bürokratik, otoriter devlet anlayışına yaslanan çözümler, sadece asayiş mantığına dayandığı için, uzun vadede sorunları daha da derinleştirmektedir. Buna karşılık demokratik devlet anlayışı çerçevesindeki yaklaşımlar, ilk anda endişeyle karşılansa bile, uzun vadede milletimizin birlik ve bütünlüğünü pekiştiren sonuçlar doğurmaktadır"
diyor.

Bunlar kanımızca "sağlıklı" bir bakış açısını yansıtan görüşlerdir. Çünkü çözümü bireysel haklar temeline oturtmaktadır. Bütünlüğümüzü koruyucu bir anlayışı yansıtmaktadır. Öyle sanıyoruz ki "açılım" bu anlayışa bağlı kalırsa, genel kamuoyundan geniş bir destek bulur.

Ama böyle bütünlükçü ve hoşgörülü bir anlayışı dile getiren Başbakan’ın sözlerinde onunla çelişen unsurlar bulunmasa daha iyi olur. Örneğin ulusal bütünlük konusunda duyarlı bir kişinin her fırsatta insanlarımızı "Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi, Abazası, Gürcüsü..." diyerek kompartımanlara ayırması doğru değildir.

Biz çeşitli etnik kökenlerden gelen insanlarımızın varlığı inkár edilsin demiyoruz. Tam tersine bu bilinsin, dillendirilsin ama bir başbakan o insanlardan söz ederken "üst kimlik"le "alt kimliği" yani "Türk" kimliğiyle "Çerkez kökenli Türk" veya "Kürt kökenli Türk" vb. kavramları karıştırmasın diyoruz.

Daha önce de değindik. Bu konularda kullandığınız kavrama çok dikkat etmeniz doğru olur. Aksi halde yanlış kullandığınız bir kavramı, "Sen dememiş miydin?" diye karşınıza çıkartırlar.
Yazının Devamını Oku

Deyimlerin önemi

22 Temmuz 2009
ŞİMDİ hepimiz “Bu sorun bir an önce çözülsün” sevdasına düştük ya... Bekleneceği gibi her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Ama bunların biraz ipe sapagelir türden olmasını da insan bekliyor. Örneğin bakıyorsunuz biri çıkıp “Ölen PKK’lıların analarına devlet para yardımı yapsın” diyebiliyor. Demokratik Toplum Partisi (DTP) de Abdullah Öcalan’ın "muhatap" alınmasının "zorunlu" olduğunu ilan etti.

Bunlar sanki Türkiye’de değil de "ay"da yaşıyorlar... Ya da "çözüm, mözüm" değil düpedüz "Bu iş böyle devam etsin" istiyorlar.

Sadece bu örnekler bile yıllardır yaşamakta olduğumuz "terör" sorununu çözmenin ne kadar zor ve hassas bir konu olduğunu göstermeye yeter ama, zorluk elbet ondan ibaret değil.

Bir defa "metot" ne olacak?

Sayalım ki el altından birileriyle temas kuruldu. Mutabık kalınacak noktaya gelindi. Bu mutabakat metnini yaşama geçirmek üzere hükümet de gerekli kararları verdi ve kamuoyuna açıkladı.

Ana muhalefet başta olmak üzere diğer muhalefet partileriyle ve kamuoyunu etkileyecek güçteki kanaat önderleriyle temas kurmadan, onları "varılan çözüm formülünün en doğrusu olduğuna" ikna etmeden açıklanacak karar, doğduğu gün ölmeye mahkûm olur.

Demek ki süreci çok iyi ve dikkatli bir şekilde yönetmek lazım. Onu bunu haşlayarak değil.

İkincisi... Tamam bir şeyler üzerinde sayalım ki gizli mutabakat sağlandı.

O zaman sıra "içeriğe" gelir.

İçerik konusunda hassas olunacak noktalar var:

Şimdi Ergenekon sanığı olarak tutuklu bulunan Doğu Perinçek’in PKK’ya sempati duyduğu yıllarda bir gün bizi ziyarete geldiğini... O konuşma sırasında "Kürt halkı" deyimini kullanınca kendisine "Bu deyimi bir daha kullanma, çünkü o deyim olayı çığrından çıkarır, ’Türk halkı’ kavramının karşısına bir de ’Kürt halkı’ kavramı koyar. Onu ’Kürt halkının hakları’ davası izler. Onunla da kalmaz başka ’halk’lar yaratır" dediğimizi anımsarız.

Perinçek her şeyi o zaman da herkesten çok iyi bildiği için sözümüzü ciddiye almış gibi görünmemişti.

Nitekim bugüne kadar bu sütunda ne "Kürt sorunu" ne de "Kürt halkı" deyimi kullanılmıştır.

Şimdi bakıyoruz herkes aklına gelen her deyimi, önünü ardını düşünmeden kullanıyor.

Bu deyimleri kullandığınız dakikada, "tek başına Türkiye’nin iradesi" lafını unutmanız lazım. Çünkü artık o iradenin karşısına bir başka iradeyi siz koymuş olursunuz.

Çözüm Türkiye’de yaşayan tüm insanların "özgür" olmasından, "kültürel haklarını ve kimliklerini korumalarından", "tüm insanlarımızın siyasal haklarının eşitliğinden" mi geçiyor?

Bunu öyle "şu halk", "bu halk" diyerek değil, tüm bireyler için getirir uygularsınız.

Neden öyle yaptın diyene de "Git Amerika’ya bak! Hispaniklere, Afrikalı Amerikanlara (zencilere) ayrı ayrı hak mı veriyorlar?" diye sorarsınız.
Yazının Devamını Oku

Çözüm kolay mı?

21 Temmuz 2009
ÇEYREK asırdır sürüp gelen menhus (uğursuz) “terör” sorunu çözülür mü? Başta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül olmak üzere çeşitli kesimlerin mayıs başlarından beri yaymaya çalıştıkları havaya bakarsanız, “tarihi bir fırsat” söz konusudur ve “çözülmesi” pekâlâ mümkündür. NİTEKİM son günlerde ilginç haberler birbirini izlemeye başladı:

Abdullah Öcalan
bir öneri paketi -veya yol haritası- hazırlıyormuş. Bunu PKK terör eylemlerinin başladığı 14 Ağustos 1984’ün tam da 25’inci yıldönümünde açıklayacakmış.

Bu hazırlıktan haberdar olan AKP hükümeti de -Öcalan’ı muhatap aldılar dedirtmemek için olsa gerek- kendi yol haritasını 14 Ağustos 2009’dan önce açıklamaya çalışıyormuş.

Haberlerin gerçeği yüzde kaç oranında yansıttığını henüz bilmiyoruz. Ama Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun dün medya organlarının Ankara Temsilcileri ile yaptığı görüşme sırasında verdiği bir yanıt ilginç. Davutoğlu: "Yürütülen bir süreç konusunda konuşmayı doğru bulmuyorum" yanıtını verdikten sonra "Bu sürece terör örgütü PKK’nın lideri Abdullah Öcalan’ın da dahil edilmesi konusunda" ise "Türkiye kendi iradesiyle çözümler üretir. Türkiye’de bu sürecin yürütülmesi için meşru zeminler bellidir. Bunların dışında zemin aramamak lazım" demiş.

Bu ifade, dikkat ederseniz, "kapalı kapılar ardında birtakım görüşmelerin, pazarlıkların yürütülmekte olduğunu" itiraf ediyor, bu bir...

Bir de örneğin Abdullah Öcalan’ı süreç dışında göstermek de istemiyor. Gerçi "Türkiye kendi iradesiyle çözümler üretir" diyor ama eğer Türkiye’nin kendi iradesi yetseydi bugüne kadar çözüm üretmiş olmaz mıydı?" sorusunun karşılığını veremedikçe, bu sözün gerçeği yansıttığını Davutoğlu da söyleyemez, bu iki...

Zaten PKK’nın TBMM’deki sesi olmayı reddetmeyen Demokratik Toplum Partisi (DTP) ile iktidar partisi arasındaki ilişkilerin pek de gergin olmadığını dikkate alır, DTP’li milletvekillerinin de "çözüm için doğan fırsatı değerlendirme"den söz ettiklerini görürseniz, "bir yerlerde bir şeylerin pişmekte olduğunu" kabul edersiniz.

Buraya kadar bizim olumsuz hiçbir görüşümüz yok. Onu belirttikten yani "çözüm"ü herkes gibi bizim de istediğimizi vurguladıktan sonra "Peki ama nasıl çözüm?" sorusuna yanıt arayalım.

Yukarıda dediğimiz gibi "sadece Türkiye’nin (daha doğrusu merkezi idarenin) iradesi" çözüme yetmediğine göre, ikinci iradenin de işe karışması lazım.

Peki ama o iradeyi kim temsil edecek?

Abdullah Öcalan’ı muhatap saysanız, hem bunca yıl söylediklerinizle çelişirsiniz hem de "yenilmişliği" kabul eder hale düşersiniz. O nedenle belli ki Öcalan’ı muhatap alamayacaksınız.

O zaman Öcalan’ın rızasını alan ama parmak izini taşımayan bir çözüm arayacaksınız.

Öyle sanıyoruz ki Davutoğlu’nun "Türkiye kendi iradesiyle çözümler üretir" derken kastettiği, böyle bir formülle üretilmiş ama Öcalan’ın -ve DTP’nin- onayını almış bir çözüm olabilir.

İyi de... Böyle bir formülün içeriği ne olabilir ve o kamuoyundan nasıl bir tepki alır?

Bu konunun daha pek çok tarafı var... En iyisi onlara sonra değinmek üzere keselim.
Yazının Devamını Oku

Sigaraya veda

19 Temmuz 2009
İSMET Paşa ömrünün son yıllarında günde üç yahut beş sigara içerdi. Çünkü hem doktorlardan hem de eşinden çekinirdi. Yoksa hem sigarayı sever hem de “Ben sigara içmeye hep karşı oldum. Nitekim kendim de sigara içmeyi en az 40 kere bıraktım” dediği konuşulurdu. Merhumun bir de 1930’lu yıllarda Başbakan iken, hükümetin “sigara”ya yaptığı zammı savunmak için “Zam yaptık çünkü içenin parasını, içmeyenin sağlığınıkazanmak istiyoruz” dediği bilinirdi. Bilinen bir "sigara tiryakisini" anımsamamıza, sigarayı yaşamımızdan tasfiye etmeyi amaçlayan 5727 sayılı yasanın bugünden itibaren lokanta, bar vb. yerlerde de uygulanacak olması yol açtı.

Sigarayı yaşamımızdan çıkarmak amacıyla daha önce de çabalar gösterilmedi değil. Yeşilaycıların cılız gayretleri, ANAP’lı Sağlık Bakanı Bülent Akarcalı’nın zoruyla çıkarılan yasa bu bağlamda akla ilk geliverenler.

Ama gerçek -sonuç alıcı- hamleyi bugünkü iktidar yaptı. Başbakan Tayyip Erdoğan’a ve Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ’a bu yüzden teşekkür borcumuz var.

Bu hamle Türkiye’yi sabıkalı uluslararası sigara üreticilerinin elinden kurtaracak değil. Onu biliyoruz. Nitekim Dünya Sağlık Örgütü’nün raporuna göre son 20 yılda ülkemizde sigara tüketimi yüzde 80 artarken Amerika Birleşik Devletleri’nde yüzde 20 azalma olduğu ifade ediliyor. (Haber Türk 17 Nisan 2009)

Bu konuda en yetkili ağızlardan biri olan Sigara ve Sağlık Ulusal Komitesi Başkanı Prof. Dr. Elif Dağlı, "sigara lobisinin Türkiye’de çok güçlü" olduğunu söylüyor. "Sigara lobisinin bugüne kadar Türk halkına hakaret eder düzeyde davrandığını ve Türkiye’yi yıllarca sömürdüğünü" vurguladıktan sonra "1986 ile 1996 arasında sigara denetimsizliği nedeniyle yüzde 50 kullanım artışı olduğunu" belirtiyor.

Keza eldeki bilgilere göre ülkemizde 18 milyona yakın sigara tiryakisi -22 milyon içici- var. Her yıl sigaradan 100 bin vatandaşımız ölüyor.

Nitekim Prof. Dr. Dağlı, "Bu sektör taammüden (tasarlayarak) adam öldüren sektördür" diyor.

Gerçekten pek çok bilimsel araştırma, sigarayı içenler kadar başkasının sigara dumanını soluyanların da sağlığının tehdit altında olduğunu, hatta "sigara dumanını solumanın kanser olma riskini yüzde 25-30 oranında artırdığını" ortaya koyuyor.

Bunlar konunun sağlıkla ilgili boyutları... Bir de "ekonomik" boyutu var:

Belli yerlerde sigara içme yasağı uygulayan ülkelerde ortaya çıkan durum şu:

Yasak konunca sigara üreticilerinin kárlılığı düşüyor, çünkü sigara tüketimi yüzde 30 kadar azalıyor ama sigara içenlerin sayısı sadece yüzde 3 oranında düşüyor. Bu da, sigara yasağının tam olarak uygulanması için daha uzun süre mücadele etmek gerektiğini ortaya koyuyor.

Nitekim sonuçta sigaraya yılda 20 milyar dolar harcıyoruz. Buna rağmen sigara üretenler "kárları düştüğü için" kıyameti koparıyorlar.

Ama şimdiye kadar yasak uygulayan ülkelerde restoranların, kulüplerin, pastanelerin, kafelerin ve benzeri yerlerin ciroları da kárları da düşmemiş. Tam tersine... Sigara içmeyen müşterinin daha fazla gelmesiyle, kár artışı görülmüş.

Bu kadar açık gerçeklere rağmen hálá sigara içmek savunulabilir mi?
Yazının Devamını Oku

Hem kel hem fodul

18 Temmuz 2009
BÖYLE bir siyasi iktidarı daha önce görmemiştik. İnşallah bundan sonra da görmeyiz. Çünkü parti programında ne yazdılar, halka ne vaat ettilerse tam tersini yapıyorlar. Örneğin “hukuka, yargıya saygıdan” söz ediyorlar, hukuku hiçe saymanın, yargıyı baskı altına almanın daniskasını hiç utanmadan yapıyorlar. Geçen hafta "askeri yargı" ile kavgaya tutuşmuşlardı.

Bir "katakulli"ye getirip, kimi hukukçuların Anayasa’ya aykırı bulduğu bir yasayı Meclis’ten geçiriverdiler.

Şimdi hedefte Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) var.

Bu kurul yasayla kendisine tanınmış yetkileri özgürce -siyasi baskı altında kalmadan- kullanacak diye yapmadıklarını bırakmadılar.

Neymiş?

"HSYK görev süresi dolan bazı Ergenekon savcılarını ve bu konuya bakan mahkeme yargıcını başka yere tayin edebilirmiş."

Sadece bu kampanya bile o savcıların "siyasileştiğini" ortaya koymaya yetmez mi?

Böyle bir kanaat HSYK’da da oluşursa elbet onların yerini değiştirir. Ne var bunda?

Utanmadan bir de eski olaydan örnek veriyorlar:

"Hortumlama" türü davalara bakan bir yargıç sanıklara ağır cezalar vermişmiş. Ama verdiği ceza Yargıtay tarafından bozulduktan sonra HSYK o yargıcı başka yere tayin etmişmiş de yeni gelen yargıç cezaları indirmişmiş. Bu da HSYK’nın sabıkası imiş."

Konuyu iyi bilenden dinledik:

Söz konusu yargıç meğer yargıladığı kişiler ve olay hakkında kitap yazıp onları peşinen suçlamışmış. Nitekim Yargıtay "böyle bir yargıcın tarafsız olamayacağı" gerekçesiyle bozmuş verdiği kararları... Hatta bozma işlemi bir değil iki kere yaşanmış. Dahası bu yargıcın dönemin Adalet Bakanlığı Müsteşarı’ndan aldığı feyizle (!?) karar verdiği saptanmış. Görev yeri bunun üzerine değiştirilmiş. Nitekim daha sonra da bugünkü iktidar tarafından ödüllendirilerek yüksek düzeyli bir kurulun üyeliğine getirilmiş.

Bu HSYK’nın sabıkası mı oluyor, görevini en iyi şekilde yaptığının kanıtı mı?

Sistemli, yaygın ve edepsizce sürdürülen bir kampanya ile HSYK üyelerini yıldırıp, yeni hákimler ve savcılar kararnamesinin siyasi iktidarın istediği şekilde çıkmasını sağlamaya çalışıyorlar.

Sonra da hem "yargının bağımsızlığından yana" görünüyorlar, hem de "Askeri yargıyla ilgili yasa, biçimsel olarak Anayasa’ya aykırıdır" diyen Yargıtay Birinci Başkanı’nı, "siyasetçiler gibi her mikrofon uzatıldığında konuşma yapmakla" yani bir bakıma siyaset yapmakla suçluyorlar.

Gerçi Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker, "Doğru bildiğimi söylemeyeceğim de ne söyleyeceğim?" diyerek bir yüksek yargı organı başkanına yakışan yanıtı vermiş.

Vermiş ama bu kadronun ondan ders çıkaracağını beklemek beyhudedir.

Zaten aksi söz konusu olsa, Cemil Çiçek’in Yargıtay Başkanı’na teşekkür etmesi beklenirdi.

Sayın Çiçek, Yargıtay Birinci Başkanı’nın tamamen "hukuki" bir beyanında bile "siyasi" motif aramaya kalktığına göre, parlak siyasi görüşleriyle herkesi aydınlatan Bolu Valisi hakkında ne düşündüğünü de söylese fena mı olur?
Yazının Devamını Oku

Hem bağımsız hem esir

17 Temmuz 2009
CEVDET Menteş adını belki savcı ve yargıçların da çoğu anımsamaz. Merhum 1972 yılından 1980’e kadar Yargıtay Birinci Başkanı olarak görev yapmıştı. Sonra 12 Eylül hükümetinde Adalet Bakanı oldu. Ve ülkeyi yöneten 5 generalin arzusuna uyarak “yargı bağımsızlığı” kavramını feda etti.

Yürürlükteki 1982 Anayasası’nın konuyla ilgili hükümleri de yargıyı arka kapıdan siyasi iktidarın eline teslim eden düzenlemeler de o dönemin eseridir.

Şimdi Ankara’dan, "Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na (HSYK) Ergenekon Savcılarından görev süresi dolanların başka yerlere tayini konusunda -bir iddiaya göre- kurul üyelerinin öneride bulunmaları üzerine Adalet Bakanı ile Müsteşar’ın kurul toplantılarını Başbakan’ın emriyle boykot ettikleri" haberi geliyor. HSYK bilindiği gibi 7 üyeden oluşuyor. Yasa Adalet Bakanı’nı bu kurulun Başkanı olarak tayin etmiş. O ve Bakanlık Müsteşarı kurula katılıyorlar. Ayrıca 2’si Danıştay’dan, 3’ü Yargıtay’dan seçilmiş yargıç kökenli 5 üye daha var.

Menteş zamanında getirilen yasa hükümlerine göre HSYK’nın gündemini Başkan olan Adalet Bakanı belirliyor. Kurulun görüşeceği dosyaları Adalet Bakanlığı hazırlıyor. Yargıç ve Savcıların kişisel dosyaları Bakanlığın Personel Genel Müdürlüğü’nde tutulduğu için, sonuçta "ipin ucu" bakanlıkta oluyor. Zaten bir yargıç veya savcının disiplin suçu işlediği iddia edilirse ona da Bakana bağlı olan Teftiş Kurulu el koyuyor.

Yani Anayasa ve ilgili yasalar öyle bir düzenleme yapmış ki, bir insanın (Yüksek Mahkemeler hariç) "Türkiye’de yargı bağımsızdır" demesi için ya aklını peynir ekmekle yemiş olması veya herkesi aptal yerine koyması gerekiyor.

İşte bu gerçeğe rağmen HSYK yine de "adaletin bağımsızlığı" için elinden geleni yapıyor. Örneğin önüne gelen dosyalar üzerinde tek tek çalışıyor. Bakanlıktan gelen önerileri isterse kabul ediyor, isterse etmiyor. Gerektiğinde de üyeler öneriler getiriyor. Bunlar üzerinde tartışma yapılıp karar veriliyor.

İşleyiş bu...

Nitekim son gürültü de 1500 kadar yargıç ve savcının tayinleriyle ilgili kararname üzerindeki çalışma yüzünden çıktı.

Yukarıda değindiğimiz gibi deniyor ki, "Üyelerden biri (veya birkaçı) Ergenekon Savcılarının ve bu davaya bakan birkaç yargıcın başka görevlere atanmalarını önermiş."

Gerçi haberlerde adı geçen üye Ali Suat Ertosun, "Böyle bir öneriyi ne ben ne başkası getirdi" diyor ama, sayınız ki böyle bir öneri dile getirildi.

Ne var bunda?

HSYK öneriyi tartışır, sonunda bir karar alır, olay biter.

Ergenekon Savcıları
o makama Hak Teala’nın emriyle mi geldiler?

Görev süresi dolan hakkında elbet bir tayin kararı da çıkabilir.

Burada korunması gereken temel değer HSYK’nın dış müdahaleden uzak şekilde karar vermesi mi yoksa Başbakan’ın veya Adalet Bakanı’nın keyfine tabi olması mı?

Önce onu bilelim de sonra konuşalım.
Yazının Devamını Oku