12 Eylül 2006
DÜN beklenmedik bir şey oldu... Demokratik Toplum Partisi (DTP) Genel Başkanı Ahmet Türk bir basın toplantısı düzenleyerek;<br><br>"Son dönemlerde yaratılmaya çalışılan Kürt-Türk çatışması ile milliyetçi ve şoven güçlerin provokasyonlarının boşa çıkartılması için, <br><br>Ekonomik ve sosyal kalkınma için, Kürt sorununun barışçıl demokratik ve diyaloğa dayalı çözümüne zemin hazırlamak için,
Özetle bu ülkede herkesin kendi diliyle, kimliğiyle rengiyle onurlu yaşayabilmesi; gelecek kuşaklara acı ve gözyaşı değil, barış, sevgi, hoşgörü ve mutluluk yaşatılması için,
Ateşkes çağrısında bulunuyoruz!
PKK-Kongra-Gel’in bu çağrımızı yanıtsız bırakmayacağını umuyor, olumlu karşılık vereceğine inanıyoruz" dedi.
Çağrı ilk bakışta da görüleceği gibi, daha öncekilerden önemli bir farklılık içeriyor.
Ahmet Türk, "Türk Silahlı Kuvvetleri’nin PKK’ya karşı sürdürdüğü operasyonları durdurması" gibi bir koşulu veya sözü ağzına almıyor. Sebebini soran gazetecilere, "Yeni bir ortam için yeni bir şans verilmesini istediklerini, çağrıyı bu sebeple yaptıklarını" söylediği bildiriliyor.
Ahmet Türk’ün yaptığı ateşkes çağrısını "hukuk" zemininde değerlendirmeye kalkarsanız, konuşulana "ateşkes" diyemezsiniz. Çünkü buna "ateşkes" demek için devlete karşı silah çekmiş kişileri -veya örgütü- meşru muhatap saymanız gerekir. Oysa ortadakilerden biri "meşru" gücün sahibi devlet, öteki meşruiyeti söz konusu bile olmayan bir terör örgütüdür.
Ama meseleyi hukuk zemininde değil de siyaset düzeyinde ele alırsanız, yapılan bu çağrının hem gerisinde yatan nedenleri hem de ulaşılmak istenen amacı bulmanız gerekir.
Amaç için bir şey söylemek erken olur.
Sebep yönünden bakınca, yanılmıyorsak PKK bir yandan halk içindeki tabanını genişletme, öte yandan silahlı güç olarak tıkanma ve tükenme sürecindedir.
Birincisi "bölücü"lerin sayısını artırırken -şehit cenazelerinin de etkisiyle- halk içinde ciddi bir etnik ayrışma ve gerilim süreci başlatmış bulunmaktadır. Bu, önümüzdeki tehlikelerin bizce en büyüğüdür. O nedenle Ahmet Türk’ün çağrısının zamanı yerindedir. Çünkü tansiyonu indirmek gerekir.
Öte yandan PKK’nın silahlı güç olarak önü karanlıktır. Kuzey Irak’taki kıskaç bundan böyle her gün biraz daha daralacaktır. Sadece Türkiye, İran ve ABD değil bugün ses çıkarmayan Mesut Barzani/Celal Talabani ikilisi de zamanı gelince PKK’yı Kuzey Irak’tan kovacak veya dağıtacaktır.
Ancak Ahmet Türk’ün istediği huzurlu Türkiye’ye ulaşabilmemiz için sadece PKK’nın ateşkes ilan etmesi yetmez:
Ortada PKK tarafından birliğine, bütünlüğüne silah çekilmiş bir Türkiye Devleti var. Önce o devleti benimsersiniz, sonra da neyinden şikáyet ediyorsanız, onun değişmesi için meşru yoldan ayrılmadan mücadele edersiniz. O mücadeleyi haklı bulursak biz de destekleriz.
Yazının Devamını Oku 10 Eylül 2006
ERTUĞRUL Gazi’nin annesi Hayme Hatun’u siz biliyor muydunuz? <br><br>Öyle sanıyoruz ki Osmanlı tarihine özel bir ilginiz yoksa, bilmiyorsunuzdur. Neyse ki Başbakan Tayyip Erdoğan geçenlerde Hayme anamızın Kütahya’ya bağlı Domaniç İlçesi’nin Çarşamba Köyü’ndeki kabri başında yapılan törene katıldı, merhumenin ne önemli bir ana olduğunu öğrendik. Hayme Hatun’a "Nur içinde yatsın" diyoruz.
Diyoruz da...
Sabah Hayme Hatun’un mezarındaki törene, öğleden sonra -örneğin- Rize’deki bir açılışa, akşam Malatya’daki bir sünnet düğününe katılan; bir hafta içinde 10 şehir, 2 yabancı ülke gezen; 7 düğün 8 açılış töreni, 2 protokol toplantısına katılan, 5 eleştiriye laf yetiştiren, 4 yabancı devlet adamı ağırlayan bir Başbakan’ın, Türkiye’nin hangi önemli meselesine ne kadar vakit ayırabildiğini veya ayırabileceğini bir türlü açıklayamıyoruz.
Efendim çağımız iletişim çağıdır. Artık bir konuda bilgi edinmek ve karar vermek için ofisinizde bulunmanız zorunluğu yoktur...
Bunları merhum Turgut Özal da söylerdi. Hatta bir defasında kendisi Houston’daki hastane odasında iken Ankara’da toplanan Bakanlar Kurulu’na 8-10 bin km. öteden başkanlık etmiş, bu "show"u da canlı olarak televizyonda yayınlatmıştı.
Biz de doğrusu böylesine çağdaş bir Başbakanımız var (!) diye, hayranlıktan göklere uçmuştuk.
Lakin o sırada PKK, Güneydoğu’daki askeri karakollarımıza saldırıyor, geceleri dağlara ve yollara egemen oluyor, ama bir türlü çözüm üretemiyorduk.
Ve tabii şehit cenazeleri ülkenin her tarafında -aynen bugünkü gibi- büyük tepkilere yol açıyor, kamuoyu kaynıyordu.
Sözün burasında Başbakan Tansu Çiller ile Genelkurmay Başkanı Doğan Güneş ve o dönem önce Emniyet Genel Müdürü sonra İçişleri Bakanı olan Mehmet Ağar’ın PKK’ya karşı mücadele konusunu ilk defa gereken ciddiyetle ele aldıklarını ve terör örgütünün belini kırdıklarını (hukuk dışı uygulamaları savunmuyoruz) belirtelim de sonra devam edelim:
Başbakan Tayyip Erdoğan ya farkında değil veya farkında olmasına rağmen "bu sorun nasıl çözülür?" sorusuna verilecek yanıt hakkında net bir fikre ve politikaya sahip değil.
Birinci ihtimali, o nedenle de kamuoyunun ne büyük bir tepki içinde olduğunu göremediğini düşündüren en talihsiz sözü geçenlerde kullandı. "Artık şehit istemiyoruz" türü bir şey söyleyen bir vatandaşa, "Askerlik yan gelip yatma değildir" dedi. Bir başka ifadeyle, "Şehit cenazelerini olağan sayın" mesajını verdi.
O sözünün siyasi bedelini ödeyeceğinden eminiz. Ama bizi Tayyip Erdoğan’ın ödeyeceği bedel değil ülkemizin ödemeye zorlandığı bedel ilgilendiriyor. O nedenle de PKK’ya karşı yapılan mücadelenin "vakit kazanmak" için değil, "bu işi bitirmek" için yapılmasının gerektiğini söylemek istiyoruz.
Sonuç olarak Başbakan’ın, sünnet düğünleri için verdiği vaktin, hiç değilse yarısını PKK’ya karşı mücadele konusuna ayırmasının şart olduğunu düşünüyoruz.
Yazının Devamını Oku 9 Eylül 2006
SUSURLUK bir tek Susurluk’ta değildi ki... Şemdinli’de de -kanımızca- bir Susurluk vardı. Fatih’in Çarşamba’sındaki Susurluk da karşımıza yeni çıktı.<br><br>O konuya aşağıda değineceğiz. Ama ondan önce ve bize kalırsa ondan daha önemli olan nokta başka:
Çarşamba’daki Susurluk olayının ayrıntılarını okuyunca, bugünkü siyasi iktidarın neden "polis"i "devletin" polisi yapmaya yanaşmadığını, neden kendi baskısı altında tuttuğunu ve...
Neden yargıyı bağımsızlaştırmaya yanaşmadığını, bu arada neden Cumhuriyet Başsavcılığı’nı kurup da, soruşturmaları "adaletten başka bir şeye hizmet etmeyen savcılara" bırakmadığını anlıyorsunuz.
Bu iktidar, "Başkasının Susurluğu kötüdür, ama benim Susurluğum iyidir, makbuldür, korunmalıdır. Gerekirse suç kapatılmalıdır" diyor.
O yüzden de örneğin Adalet Bakanı, adli yılın başlaması dolayısıyla adalet binalarının iyileştirilmesinden, personelin refahından dem vuruyor ama yargıyı bağımsızlaştırma konusunda ne düşündüğüne ve görevini üç küsur yıldır neden yapmadığına dair tek kelime söylemiyor.
Çünkü Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) Susurluk’larının üstünü başka türlü örtemeyeceğini o da biliyor.
Neden Çarşamba’daki Susurluk.
Dünkü Sabah Gazetesi’nden verilen bilgiye göre halen "çıkar amaçlı çete kurmak" suçundan yargılanan Kasım Zengin ile arkadaşı Muzaffer Ergin, geride kalan mart ayında, İsmailağa Camii cemaati tarafından yargılanmışlar. Yargılayanlar son cinayet nedeniyle adı çok geçen Mahmut Ustaosmanoğlu isimli Nakşibendi şeyhine bağlı kişilermiş. Yargılama, o yöredeki bir caminin bodrumunda kurulan "şeriat mahkemesi" tarafından yapılmış. Sebep Kasım Zengin’in bu cemaatten aldığı parayı iade etmemiş olmasıymış. İddiaya göre yargılamada Zengin’in kafasına tabanca dayamışlar ancak öldürürlerse cinayetin çabuk ortaya çıkacağından çekinip vazgeçmişler.
Bu olayı Muzaffer Ergin daha sonra Ankara’da Cumhuriyet Savcılığı’na bildirmiş. Kasım Zengin’in yargılandığı "çete" davası nedeniyle verdiği ifadede de olayın aynı şekilde anlatıldığını gören Ankara’daki savcı Mustafa Kelkit, olayı 13 Nisan 2006 tarihinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na bildirmiş. Arkadaşlarımıza İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili Turan Çolakkadı’nın dün verdiği bilgiye göre, onlar da konuyu 9 Mayıs 2006 tarihinde İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne yazarak, "Gereğinin yapılmasını" istemişler.
Ve lakin "İstanbul Emniyet Müdürlüğü, hiç bir şey yapılmasını gerekli görmediği için" olsa gerek kılını bile kımıldatmamış. Tıpkı son linç olayını kamuoyuna "intihar" diye yutturmaya kalkması gibi.
İlginç olanı şu ki... İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı da "Çarşamba’daki Susurluk olayı ne oldu?" dememiş.
İhtimal onlar da kaşımak istemediler. (Bunun sorumluluğu ayrı bahis.)
Kasım Zengin, hayatını kurtarmış ama görüldüğü gibi bu ihmal aynı camide bir cinayet ve bir linç olayına yol açtı.
Şimdi bakalım, Şemdinli’deki Susurluk’luğun üstü örtülmesin diye -haklı olarak- ayağa kalkan, "Adalet ve Hukuk" aşığı AKP’liler Çarşamba’daki Susurluk aydınlansın diye de bastıracaklar mı?
Yazının Devamını Oku 8 Eylül 2006
DÜŞÜNÜN ki siz dünyanın en şanslı ülkelerinden birinin en yetkili konumdaki yöneticisi veya sokaktaki düz vatandaşısınız.<br><br>Ve sayınız ki bu şansınızın nedeni, tabiatın size verdiği bir nimetten örneğin petrolden, altın madeninden veya tabiat güzelliğinden kaynaklanıyor. Elbet bunlar başka ülkelerde de var ama onlarınki yüzde 25 ise sizinki yüzde 75... Bir başka deyişle siz ne derseniz herkes onu kabul etmeye mecbur.
Böyle bir durumda siz, elinizdeki nimeti -ister petrolü deyin, ister altını, ister eşsiz tabiat güzelliğini- başkalarına ucuza mı satarsınız, olabilecek en yüksek fiyata mı?
Türkiye "en ucuza" satmanın şampiyonluğuna soyundu. Çünkü dünyanın fındık üretiminin yüzde 70-75’inin sahibi Türkiye’nin Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO), geçen yıl Fiskobirlik’in 7 YTL’de aldığı fındığı bu yıl 4 YTL’den alacağını ilan etti.
Geçen yılki biraz yüksekti. Ama gerisinde yine de bir mantık vardı. Amaç dünyada tekel konumunda olmanın avantajını kullanmaktı.
Biliyorsunuz, fındık fiyatı meselesi bu noktaya gelmeden önce büyük gerilimler yaşandı. Başbakan Tayyip Erdoğan, fındık üreticisinin tüccar ve ihracatçı tarafından ezilmesini önlemek için 1938’de kurulan Fiskobirlik yönetimine "kendi istediği" kişiler seçilmedi diye, hem Birliğe hem de fındık üreticisine adeta savaş açtı. Bu bağlamda söylediklerini tekrar etmeyelim, çünkü yerimiz yok.
"Üreticiden fındık satın alma" yetkisi o sırada Fiskobirlik’ten TMO’ya geçince zannedildi ki, "hükümetin aklı başına geldi".
Tam tersi oldu. TMO, ihracatçının ve tüccarın baskısı altında oluşan "1 kilo -kabuklu- fındık 3 YTL’dir" fiyatına sözde biraz da zam yapıp, "1 kilo fındığın en iyisini 4 YTL’den alacağını" ilan etti. Oysa uzmanlar bu 3 YTL’nin "serbest piyasa" değil (ihracatçı ve tüccara) "mahkûm piyasa" fiyatı olduğunu söylüyorlar.
Sebep bu yıl çok yüksek imiş. Çünkü 450-450 bin ton yerine 650 bin ton fındık üretmişiz. Bu "arz fazlası" fiyatı düşürürmüş.
Oysa geçen yıl da fındık fazlası vardı. Buna rağmen fiyatlar yüksekti. Çünkü Avrupa’daki alıcılar -ister istemez- Türkiye’nin koyduğu fiyata uydular. Her yıl olduğu gibi 250 bin ton kadar fındık satın aldılar ve Türkiye’nin kasasına 2 milyar dolar kadar fındık parası girdi.
Bu yıl da fiyat yüksek olsaydı, -özellikle çikolata üretmek için- Türk fındığı almaya mecbur olan Avrupalı, yine o kadar fındığı alacak ve kasamıza yine o kadar para girecekti. Oysa şimdi çok çok yarısı kadar, yani 800-900 milyon dolar ya girecek ya girmeyecek.
Bu da üstelik temiz para, yani "1 kilo fındıktan" kazandığınız dövizin içinde daha önce yaptığınız ithalat nedeniyle ödediğiniz bir cent (doların yüzde 1’i) bile yok. Oysa geçen gün Odalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu pek de fiyaka yaptığımız ihracat rakamlarından söz ederken "İhracatımız ithalata dayalı büyüyor" diyor, yani kazandığımız temiz paranın aslında pek de büyük olmadığını söylüyordu.
Dünyadaki fındığın yüzde 70-75’ini üreten Türkiye’ye bu ahmaklık yakışıyor mu?
Hiçbir şeyden ders almıyoruz, petrol zengini Arapları da mı görmüyoruz?
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2006
YENİ bir adli yıl dün başladı. Mutad üzere, Ankara’da tören yapıldı. Yargıtay Birinci Başkanı ile Türkiye Barolar Birliği Başkanı konuştular. Devletimizin "büyük"leri tören nedeniyle mesajlar yayınladılar.<br><br>Barolar illerde törenler yaptılar... Evvelce okullarda sahneye konan tiyatro oyunlarına müsamere denirdi. Pek bir yeniliği olmazdı. Daha doğrusu biraz yasak savma, biraz gösteriş yapma, pek nadiren de birkaç yeteneğin ortaya çıkmasına fırsat yaratma aracıydı.
Biz de Adli Yıl Müsameresini başarıyla tamamlamış olduk.
Yeri gelmişken, bu müsamere nedeniyle gönderilen mesajlara değinmek istiyoruz:
Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer, "Yüksek Yargıç" sıfatı kazanmış gerçek bir hukuk adamı olduğu için, yıllardır hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı konusunda ne diyorsa, onları bu defa da söyledi. Örneğin;
"Hukuk devletinin en önemli öğelerinden biri, ’yargı bağımsızlığı’dır. Yasama ve yürütme işlemlerinin hukuka uygunluğunu denetleyecek yargı, bu organlar karşısında tam bağımsızlığa sahip değilse, yargı denetiminden beklenen yarar ortadan kalkacaktır" dedi.
Sorun çözülmüş olsaydı, Cumhurbaşkanı dönüp tekrar ona değinir miydi?
Sadece Cumhurbaşkanı veya Yargıtay Birinci Başkanı değil, Barolar Birliği Başkanı da konuşmalarında "yargı bağımsızlığının önemini" vurguladıklarına göre, demek ki ortada görevin ihmali gibi bir durum var.
Görev, son üç yılı aşkın süredir Meclis’in yaklaşık üçte ikisi gibi büyük bir çoğunluğa dayanarak iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarına ait değil mi?
Daha önce de kaç defa yazdık:
Parti programına aynen, "Yargıç tarafsızlığı ve yargı bağımsızlığı tam olarak sağlanacak, yargıç güvenceleri korunacaktır" yazan bu arkadaşlar dünkü tören dolayısıyla ne demişler, şimdi ona bakalım:
TBMM Başkanı Sayın Bülent Arınç’a göre, "Temel hak ve özgürlüklerin korunması ve hukukun üstünlüğü ilkesinin zedelenmemesi için hepimizin yargı bağımsızlığı konusunda özen göstermesi" gerekiyormuş.
İçinizden sormak geçmez mi, "Beyefendi bir mani mi var?" diye...
Sayın Başbakan da mesajında, "Yargı erki, her türlü etki ve baskıdan uzak olarak adalet hizmetini en etkin biçimde yerine getirebilmelidir. Unutmamalıyız ki, adalet hepimiz için her zaman gereklidir" diyor.
Zaten aksini söyleyen de yok...
O halde söyler misiniz, "yargı erkinin her türlü etki ve baskından uzak olarak adalet hizmeti vermesini hangi gerekçeyle gerçekleştirmiyorsunuz?"
En güzeli de adaletin bağımsızlığını sağlamak yükümlülüğünü (etik olarak da) üstlenen Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in sözleri... Sayın Bakan, "Yargı camiasının hak ettiği konuma ulaşmasını sağlamak amacıyla yürütmekte olduğumuz çalışmalar artarak devam edecektir" diyor.
Demek ki Sayın Çiçek için "yargının bağımsızlığı" diye bir sorun yok.
AKP’nin programına "yargı bağımsızlığı tam olarak sağlanacak" yazısını acaba siz mi yazdınız, yoksa ben mi?
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2006
KADER değiştiren sözler vardır. Onlar ne Erzurum’da soru yönelten çiftçiye "Yahu, bu millet yatıp kalkıp size mi çalışacak?" (28 Ekim 2004) demeye benzer, ne Avusturya’nın Ankara Büyükelçisi’yle konuşurken ona, "Fazla içmedin değil mi?" (1 Ekim 2005) demeye benzer. Kamuoyu, seçmene kızıp, "Dur dinle be! Dur dinle! 9 ay 10 gün be!" (2 Kasım 2003 seçim kampanyası) dendiğini unutur.
YÖK Başkanı ve tanınmış Anayasa Hukuku Profesörü Dr. Erdoğan Teziç de kendisini eleştiren Başbakan’ın "Burası (kafası) basmıyor. Hayatta iki koyun gütmediği ve hayatı yaşamadığı için bunu kavrayamıyor" (24 Eylül 2005) demesine gülüp geçebilir.
Daha sayalım mı?
Mersin’de kendisine soru yönelten bir vatandaşa:
"Artistlik yapma! (...) Hadi ananı al, git burdan" diye hitap etmesi (11 Şubat 2006); Milliyet gazetesinin, Kars AKP İl Kongresi’nde kadınlarla erkeklerin ayrı yerlerde oturtulmasını eleştirmesine kızıp, "Hanım kardeşim nerede isterse oturur. Sana ne ya! Ayıp ya!" (30 Nisan 2006) diye çıkışması da bunca gürültü patırtı arasında kaynayıp gidebilir.
Ama Başbakan Tayyip Erdoğan’ın önceki gün Balıkesir’de "Şehit cenazesi görmek istemiyoruz Sayın Başbakanım" diyen bir vatandaşa verdiği:
"Canım kardeşim. Bakınız askerlik herhalde yan gelip yatma mesleği değildir" şeklindeki yanıt var ya... Altını çizin. Bu sözler Tayyip Erdoğan’ın -ve partisinin- siyasi kaderini değiştirecek kadar önemlidir.
Çünkü bu sözler hiç ama hiç unutulmayacaktır.
Tıpkı Adnan Menderes’in "Ben bu orduyu yedek subaylarla da idare ederim" şeklindeki sözleri; Demokrat Parti Meclis Grubu’ndan güvenoyu almak için onlara; "İsterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz" diye hitap etmesi;
Kendisini siyaseten çok güçlü hissettiği sırada:
"(Aday listesine) Odunu koysam mebus olur" demesi gibi...
Başbakan Erdoğan eğer merhum Özal’ın kamuoyundaki itibarının iktidara geldiği Kasım 1983’ten itibaren hızla erimesinin ardında "Benim memurum işini bilir"in; "Anayasayı bir kere ihlal etmekle bir şey olmaz" demesinin, "Onlar küçük Turgut’a söylesinler" cümlesinin, "Ne de olsa Bursalı!" lafının hiç etkisi olmadığını sanıyorsa yanılıyor.
Erdoğan’ın sözü tüm öteki örneklerden daha vahim. Çünkü o bu ulusun en duyarlı olduğu "askerlik" yani "vatan borcunu ödeme görevi" noktasında, tüm anaların, tüm babaların ve tüm silah altındaki evlatlarımızın duygularıyla alay ediyormuş gibi konuşuyor.
Hem de bunu, Türkiye’nin başında yıllardır çözemediği "terör" gibi bir bela varken ve hepimiz o askerlerin başarısını beklerken söylüyor.
Bir gerçeği görelim:
Bu maalesef, bir dil sürçmesi hatta bir üslup meselesi değildir. Ortada Türk ulusunun bütünlük mücadelesini anlamamış bir kişinin Başbakan olmasından kaynaklanan mücadele zaafiyeti meselesi vardır.
O nedenle soruna ya Başbakan’ın yahut da zihniyetinin değişmesiyle çözüm bulunabilir. Ne yazık ki gerçek, bu aşamada ikisinin de çok zor olduğudur.
Yazının Devamını Oku 5 Eylül 2006
BUNCA yıl, her türlü olayı izleyerek yaşayan biri sıfatıyla söyleyelim ki, "Gözaltında bulunduğu sırada kafasını duvara vurarak ölmüş"lü, "Kendisini kravatla tavana asarak intihar ettiği anlaşılmıştır"lı çok yave (saçma söz) dinledik. Ama 2500 kişinin izlediği bir vaazın ardından, o 2500 kişinin gözleri önünde bir imam bıçaklanıp öldürülecek... Fail cinayeti işledikten sonra, keza herkesin gözü önünde kafasını minbere (imamın vaaz verirken oturduğu merdivenli ahşap kürsüye) vurarak kendini öldürecek...
Tüm bunları o 2500 kişi, sakin bir şekilde izleyecek... Ama failin ne yaptığını hiç görmemiş olacak... Nitekim polis olay yerine geldiği zaman gördüğü manzaraya ilişkin resmi açıklamasında aynen;
"Şahsın kafasını mihraba vurarak olay yerine öldüğü görülmüştür" diyecek...
Ve buna da siz, ben, ötekiler... Yani bu ülkede yaşayan, canının ve güvenliğinin bu polise emanet edildiğini bilenler inanacağız!
Bu hepimize, yani size bana... Sokakta yürüyen herkese... Bu ülkede yaşayan ne kadar insan varsa hepimize yapılmış çok ağır bir hakarettir. Çünkü bizleri insan değil ancak koyun sayan bir kafa bunu yapabilir.
Lafı uzatmadan söyleyelim:
Bizi koyun yerine koyan her kim ise o şahsa bu sütundan bağıra bağıra söylüyoruz:
Hayır! İnsan olmayan da sensin... Koyun olan da...
Kaldı ki bu ilk değil. Hafızalarınızı tazeleyin yeter:
Üzeyir Garih’in öldürülmesi üzerine bir garip çocuğu, "Fail işte bu!" diye basının önüne çıkartarak kamuoyunu aldatmaya kalkan aynı kafa değil mi?
Gerçek fail daha sonra, teknik takiple ortaya çakmasaydı ihtimal o çocuk hapishanede hálá çürüyor olacaktı.
Geçen ekim ayında Maslak’taki OPET akaryakıt istasyonunda bombalar patlayıp 5 kişi yaralandığı zaman da İstanbul Emniyeti’nin bir üst düzey yetkilisi basına, patlamanın "LPG tüpü dolumu yapan bir araç"tan kaynaklandığını söylüyor, "Hatta birisinin ağzında sigara olduğu söyleniyor" diyordu.
Biliyorsunuz olayın altından PKK ve düpedüz bomba çıktı.
Neden yapıyor polis bunu?
Káh "beceriksiz" demesinler diye; káh -özellikle böyle tarikatlı marikatlı olaylarda- onları korumak için; káh birilerini memnun etmek ve "Örtebilirsek üstünü örtelim... Unutulur gider nasıl olsa" dedikleri için...
Geçen yıl Fatih Camii avlusunda laik sisteme meydan okuyan Hizbuttahrir militanlarını kuzu kuzu seyreden polisimizin, basından gelen suçlamalar üzerine hareke geçtiğini anımsayınca, bu son açıklamanın nedeni daha iyi anlaşılıyor:
Belli ki ortada linç yaparak işlenmiş bir cinayet olsa bile polisimizin eli ve gönlü "dinci"leri adalet önüne çıkarmaya razı olmuyor.
İyi de... O zaman bu toplumun huzurunu, güvenini kime emanet edeceğiz? Onu açıklayan biri de çıkmıyor.
Yazının Devamını Oku 3 Eylül 2006
AKILLARI başlarına mı geldi yoksa gazetede bildirildiği gibi "taksitle tabanca alacaklara kredi verme" taahhüdünde bulunan bankalar kamuoyunun tepkisi üzerine vazgeçtiği için mi oldu... Her nedense, Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu lütfedip "taksitle satış" fikrinden vazgeçmiş.
Onlar vazgeçedursun, Muğla’dan dün gelen bir haber "Muğla’ya bağlı Yeşilyurt Beldesi’nde maganda kurşunuyla vurulan CHP’li Belediye Meclis üyesi Bekir Eyice’nin sağlık durumunun ciddiyetini koruduğunu" bildiriyordu.
Gazetelerde her gün bu tür haber görmeye alıştık. Ama asıl diyeceğimize gelmeden bir başka örnekten, yani "Sakarya’nın Geyve İlçesi’ndeki bir düğünde ruhsatsız tabancayla havaya ateş eden Şenol Şen isimli türkü sanatçısı"ndan da söz edeceğiz.
Bu zata Geyve Cumhuriyet Savcısı, "Kabahatler Yasası"nın 23’üncü maddesinin "Yasada hüküm bulunmaması halinde Cumhuriyet Savcısı’na, bir kabahat nedeniyle idari yaptırım uygulama yetkisi vermesi"nden yararlanarak "ön ödeme" kaydıyla 12 bin YTL, yani 12 milyar lira para cezası vermiş. Ayrıca Ateşli Silahlar Yasası’na aykırı hareket ettiği için de soruşturma başlatmış.
Kabahatler Yasası’nın sözü edilen hükmünü incelemiş değiliz. O nedenle yetkisini doğru kullandığını varsayıyor ve öteki savcıları da Geyve Savcısı’nın yaptığını yapmaya davet ediyoruz.
Yazının Devamını Oku