24 Ağustos 2006
HER sene bu mevsimde bu felaketi yaşıyoruz. En güzel varlıklarımızdan biri, belki de birincisi demek gereken ormanlarımızı, yangın yüzünden elimizden çıkartıyoruz. Ama yine de akıllanıp yeterli önlem almıyoruz.
"Daha ne alalım?" diyenleri duyar gibiyiz.
Uzmanların vereceği yanıtı kimse bizden beklemesin... Biz, her yıl bu ülkenin ortalama 5 bin hektar ormanı kül oluyorsa, yetkililerin bu rakamı düşürecek çareler üretmek için orada olduklarını düşünmek ve savunmak durumundayız.
İşlerini tam yapmış olsalardı, istatistikler "Son elli yılda orman arazileri 44.3 milyon hektardan 20.7 milyon hektara indi" demezdi.
Bu rakamlar bahane kabul etmeyecek kadar açık.
O nedenle "Yangın söndürecek ekipmanımız yok... Uçak kiralayacak paramız yok... Eğitilmiş yeter sayıda elemanımız yok... Yangına müdahalede görev alacak sivil toplum örgütlerimiz yok..." gibi sözlerin onu söyleyenin aczinden başka hiçbir şey göstermediğini iddia ediyoruz.
Bunlar yoksa, bütçenizi o eksikleri giderecek şekilde düzenleyin... "Maliye Bakanlığı vermiyor" demeyin, onlara "Kendi bürokratlarınızın maaşlarını artırmanın yolunu nasıl sessizce buluyorsanız, ülkenin ormanlarını kurtaracak araç gereç, uçak, alet... her ne ise onları almak için de çözüm bulursunuz" deyin.
Vermezlerse, yahut talep ettiğiniz ödeneği keserlerse kamuoyuna "Ormanlarımızın yok olmasının gerçek sebebi bunlardır" diye şikáyet edin.
Bakanlığın resmi web sitesine bir göz atarsanız sadece 2003 yılında yanan ormanlar yüzünden yaklaşık 22 katrilyon lira tutarında zarara uğradığımızı görürsünüz.
Elbet yangın önleme amaçlı donanım ve diğer giderlerin yangın sayısını sıfıra indireceğini söylüyor değiliz. Ama bu 22 katrilyon liranın (14-15 milyar doların) belki 2 katrilyona (1.3 milyar dolara) indirilebileceğini savunuyoruz.
Şimdi söyleyin:
Belki 200 yahut 300 milyon dolarlık bir kaynak ayırırsanız yaklaşık 10 milyar dolarınızı kurtarabilecekseniz, o ödeneği vermemenin bir mantığı olabilir mi?
Eğer vermezseniz -dünkü gazetelerde vardı- Yunanistan gibi Türkiye’nin topu topu 6’da 1’i büyüklüğündeki bir ülkede yangın söndürme amacıyla kullanılabilecek uçak sayısı 25 iken bizimki 2’de kalır.
O zaman da ormanlarımız içindeki tüm canlılarıyla birlikte cayır cayır yanar, biz de çaresiz seyrederiz.
Yazıyı İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Melih Boydak’ın iyimserlik veren önerisiyle bitirelim:
Boydak, "Yangından sonra gerekli koruma sağlanır ve orman mühendisliği bilgisi dahilinde çalışmalar yapılırsa, yangınların olumsuz etkileri kısa sürede giderilebilir. Bu dönemde keçi otlatma gibi olumsuz insan müdahalesi olmaması gerekir" diyor.
Bari ona kulak verelim.
Yazının Devamını Oku 23 Ağustos 2006
BİZİM siyaset erbabı, bulundukları mevki ile kullandıkları dilin düzeyi arasında "doğru orantılı" bir ilişki olduğunu öğreninceye kadar anlaşılan biz bu konuya değinmeye devam edeceğiz. Dünkü gazetelerde okumuşsunuzdur:
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) Genel Başkan Yardımcısı sıfatını da taşıyan, Dengir Mir Mehmet Fırat isimli (hadi Mir’in, Farsça "bey, komutan, amir" anlamına geldiğini biliyoruz, Dengir hangi dilde ne anlama geliyor?) Adıyaman Milletvekili bu defa ayarı iyice kaçırmış.
Bu defa diyoruz, çünkü kendisi sivri diliyle biliniyor. Örneğin bu ülkenin Cumhurbaşkanı’nın, "en basit ifadeyle nezaketsizlik (yaptığını)" söyleyecek kadar kendisini nezaket kurallarından bağımsız sayabiliyor. (24 Ekim 2003, gazeteler)
Bay Fırat’ın son olarak Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Meclis Grup Başkan Vekili Prof. Dr. Haluk Koç’u eleştirirken, elindeki bir haber kupürünü gazetecilere gösterek:
"Bir arkadaşımız televizyonlara çıkıp yanlış bir seksüel tercih içindeymiş gibi hareketler yaparak şaka yaptığını zannediyor. (...) Bir de adının önünde Prof. yazıyor. Tuhaf bir yapıya sahip" dediği bildiriliyor.
Söz konusu kupürde Prof. Dr. Haluk Koç’un bir televizyon programında söyledikleri aktarılıyormuş. Habere göre Koç, Kuzey Irak’taki PKK’lılara karşı mücadeleyi Türkiye-ABD-Irak tarafından tayin edilecek koordinatörlerin yürüteceği konusuna değinirken, mizahi bir üslupla Tayyip Erdoğan’ın Danışmanı Cüneyt Zapsu’yu ima ederek, "Değişik alanlarda meziyetleri belli olan Başbakan danışmanlarından veya AKP Genel Başkan Yardımcılarından birinin koordinatörlüğü üstlenip üstlenmeyeceğini" sormuşmuş.
Fırat’ın alınganlığı bundanmış.
Gördüğünüz gibi hemen belden aşağı vuruyoruz.
Vuruyoruz ama yakışmıyor...
Uzun yıllardır merak eder dururuz:
Bu bizim siyaset erbabına edep dahilinde konuşmayı öğretmek için ne yapmak gerek diye...
Biz "Geçmişte şu da iyi idi, bu da iyi idi..." demeye hazır insanlardan değiliz. Eskinin iyisi de vardı, kötüsü de... Yeninin de...
Ama bir şeyi net olarak söyleyebiliriz:
Başta parlamento üyeleri olmak üzere, siyaset dünyamızda kullanılan dilin seviyesi eskilere göre çok ama çok düştü.
Son derece seviyesiz ve kalın bir dille konuşuyoruz. Örneğin bir bakan karşısındaki çiftçiye "gözünüzü kara toprak doyursun" demekte sakınca görmüyor. Başbakan ona soru yönelten vatandaşa "... Al ananı git!" diyebiliyor. Bir milletvekili Meclis Genel Kurulu’nda ötekine kızınca -affedersiniz- "Ulan eşşoğlu eşşek!" deme hakkını kendisinde görebiliyor.
Sanmayınız ki bu örnekleri vererek sadece şimdiki siyasilerin dilinin kötü olduğunu söylüyoruz.
Bu dil seviyesi, 14 Mayıs 1950 seçimleriyle Demokrat Parti iş başına gelince düşmeye başladı... Ve en nihayet çukura indi.
Yazının Devamını Oku 22 Ağustos 2006
ATALARIMIZ durup dururken söylememişler, "Dinime dahl eden (karışan) bari Müselman (Müslüman) olsa" diye... Yüksek Öğretim Kurumu’nun yeni 15 üniversitenin kurulması için mevcut rektörlerden 12’sini "görevlendirmesini" elbet herkes eleştirebilir. Nitekim bu işlemi yerinde bulduğumuzu yazdığımız için bizi de eleştirenler var.
Ama bu eleştiriyi yapmaya hakkı olanlar sıraya dizilse, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in, en sondaki isimden sonra bile ağzını açıp laf söylemesi mümkün olmaz.
Çünkü ortaya çıkıp, herkese "hukuka saygı" dersi verecek adamın önce kendi sicilinin temiz olması lazım.
Hüseyin Çelik’in bu asgari etik kuralını dikkate almadan "Hukuk devletinde ben yaptım oldu. Fiili durum yaratırım, diye bir yaklaşım olamaz" dediği dünkü gazetelerde bildiriliyordu.
Dediği elbet doğru... Ama Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı bakanları içinde hukuka aykırı işlem yapma rekorunun Hüseyin Çelik’e ait olduğu da doğru...
İsterseniz bizim kayıtlarımıza değil de bizzat kendisinin altına imza attığı resmi yazılara bakalım:
Çelik, Denizli CHP Milletvekili Ümmet Kandoğan’ın yazılı sorusunu yanıtlarken, -5 Temmuz 2006 tarihine kadar- kendisinin görevden aldığı 1 genel müdürün; 4 genel müdür yardımcısından 3’ünün; 19 daire başkanından 13’ünün; 22 il milli eğitim müdüründen 16’sının yargı kararıyla (yani sayın bakanın işleminin hukuka aykırı olması nedeniyle) görevlerine iade edildiklerini açıklamak zorunda kaldı.
Çelik’in hukuka aykırı işlemleri bundan ibaret sanmayın:
Afyon CHP Milletvekili Halil Ünlütepe’nin yazılı sorusunu yanıtlarken de -5 Eylül 2005 tarihine kadar- bakanlık merkez teşkilatında görevden aldığı 282 personelden 178’inin bu işlemin iptali için açtığı davayı kazanarak görevine geri döndüğünü; taşrada da, görevden aldığı 235 personelden 138’ine yapılan işlemin hukuk dışı olduğunun, mahkeme kararıyla ortaya çıktığını itiraf etmek zorunda kaldı.
Bir bakan düşünün ki, yargıya giden işlemlerinin ve kararlarının yüzde 61’nin hukuka aykırılığı yargı kararıyla sabit oluyor ama o yine de ortaya çıkıp hukuka saygı nutku çekiyor.
Size bu bağlamda bir örnek daha verelim de sonra asıl diyeceğimize geçelim:
Lütfen hafızanızı yoklayın... Bugüne kadar "görevde keyfi davranmak" bir başka deyişle hukuk tanımamak iddiasıyla yargılanıp da 5 ay hapis, 5 ay da kamu hizmetinden yasaklanma cezası almış hiçbir Müsteşar anımsıyor musunuz?
Sayın Çelik’in Müsteşarı Prof. Dr. Necat Birinci de bu rekorun sahibidir.
Bakanının işlemlerinin yüzde 61’i hukuka aykırı olan, Müsteşarı aynı nedenle hapse mahkûm edilmiş bulunan bir bakanlıkta hukuk ne arar?
Tüm bunları yazıyoruz diye kızmasınlar... Tam tersine, Başbakan’ının bundan böyle her ikisine de daha fazla sahip çıkacağını düşünerek bize teşekkür etsinler.
Yazının Devamını Oku 20 Ağustos 2006
ÜNİVERSİTELERİMİZİN bilimsel bilgi üretme konusunda tüm dünyada 19’uncu sıraya çıktığını bugünkü gazetelerde Sayın Başbakan Tayyip Erdoğan okurken yanında olup yüzüne bakmayı isterdik. Yedi sekiz ay önce "Dünyadaki 500 üniversite arasında neden bizimkiler yok" türü bir cümleyle tarizde bulunan Erdoğan, mahcup mu olurdu, sevinç mi duyardı, görmeye değerdi. Tahminimizi söyleyelim:
Mahcubiyet duymazdı ama hiç de memnun olmazdı. Özellikle yeni kurulacak 15 üniversite rektörünü belirleyip Cumhurbaşkanına empoze etme tertibinin Anayasa Mahkemesi tarafından bozularak yetkinin Yüksek Öğretim Kurumu’na (YÖK) bırakılması canını çok sıktığı için, üniversitelerin başarısı bir yana, isimlerini dahi duymak istemezdi.
Nitekim Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) TBMM Grup Başkan Vekili Salih Kapusuz, Genel Başkanının kızgınlığını yansıtan şeyler söylemiş. YÖK’ün 15 üniversiteye yakın yerlerdeki üniversitelerin rektörlerini, yeni kurulacakları da tedvirle (çekip çevirmekle) görevlendirmesini, "başka üniversite hocalarına karşı güvensizlik" gibi algılamış:
"YÖK eğer bu kadar hevesliyse, bir rektöre iki görev değil, bütün rektörleri bir kenara atmalı, kendi kafasına, gönlüne hoş gelen bir rektörü kral gibi atamalıdır. Bu kadar üniversiteye, bu kadar rektöre ne gerek var, herhalde yaklaşım budur. Böylece bütün üniversiteler YÖK mantığına göre tek bir elden yönetilmeli, tek tipleştirilmeli, üniversiteler tek bir rektör tarafından istediği gibi şekillendirilmelidir. Bu anlayışa en yakışan tavır da bu olur" demiş.
Gördüğünüz gibi, incir çekirdeğini doldurmayan laflar bunlar. İncir çekirdeğini doldurmuyor ama üniversitelere ne kadar derin bir -hadi düşmanlık demeyelim- kızgınlıkla dolu olduklarını göstermeye yetiyor.
Sebep basit:
Becerebilselerdi, yeni üniversitelerin rektör adaylarını Milli Eğitim Bakanı ile Başbakan belirleyecek, her rektörlük için sunulan 2 isimden birini Cumhurbaşkanı 2 yıl görev yapmak üzere atayacaktı.
O kardeşimiz de, bugünkü iktidarın zihniyetine uygun bir kadrolaşmayla üniversiteleri medreseye çevirecekti.
Sırf Fiskobirlik yönetimini ele geçirmek için bile ter ter tepinen bir iktidarın, yeni üniversiteleri kurma görevini hangi zihniyetteki insanlara vereceğini Cumhurbaşkanı bilmiyor mu? Daha önce yani 1992’de yeni 22 üniversite kurulurken o zamanın hükümetine bırakılan yetkinin ne kadar kötü kullanıldığı -böylece göreve gelen laik cumhuriyet düşmanlarını daha sonra üniversitelerden temizlemek için eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz’ün ne büyük mücadeleler verdiği- unutuldu mu?
Anayasa o nedenle tayin işine hükümet burnunu sokmasın diye azami dikkati sarf etmiş. Üniversitelerin özerkliğini korusun diye de YÖK’ü kurmuş. Bu durumda -üstelik bu zihniyette bir iktidara- o yetkiler emanet edilebilir mi?
Nitekim Yüksek Mahkeme çıkarılan yasanın Anayasa’ya aykırılığını görünce tereddüt etmedi. Yetkiyi çok yerinde kararla orayı bilen fakat seçimde gözü olmayan "mevcut rektörlere" bıraktı.
AKP iktidarı istediği kadar kızsın... Biz YÖK’ü kutluyoruz.
Yazının Devamını Oku 19 Ağustos 2006
DİYANET İşleri Başkanlığı’nın 6 pilot ilde "Danışma Büroları" kurduğuna ilişkin haberi okuyanların çoğunun bizim gibi, "İyi ki halka böyle bir hizmet sunmayı düşünmüşler" ile "Ya hizmeti sunmak gerekçesiyle, insanların kafasına hurafe doldurmaya kalkarlarsa?" kuşkusu arasında gidip geldiğini sanıyoruz. Biraz da o yüzden, "Bu bir tehlikeli gidiştir" türü tepkiyi hayli aceleci bulmuştuk.
Yanılmışız...
Başkanlığın niyeti iyi olabilir. Nitekim 15 Ağustos 2006 tarihli Milliyet’te, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. İzzet Er’in, bu bürolarda "kadın hakları ihlalleri, şiddet, töre ve namus cinayetleri konusunda halkımızı aydınlattıklarını" söylediği bildiriliyor.
Prof. Dr. Er, "Bürolarda üniversite mezunu, iyi eğitimli din hizmeti uzmanları bulunuyor. Özellikle kadınlarımız gelip buralarda problemlerini hemcinslerine rahatlıkla anlatıyor" diyor ve "kavgalı eşleri barıştırdıklarını, hukukçu veya psikolog gerekiyorsa tavsiye ettiklerini" vurguluyordu.
Anlaşılan o öyle sanıyormuş. Nitekim dün ntvmsnbc.com isimli internet sitesinden aktarılan haberlerde -üstelik İstanbul Müftülüğü’ne mensup- bir danışmanın, aile içi şiddetten şikáyet edip çare arayan bir ev kadınına;
"Bakın ben size bir dua vereceğim. 100 tane Felak, 100 tane Nas okuyacaksınız. Bir bardak suya duayla birlikte ’Ya Rabbim, beni kurtar’ diye... Sonra bunu eşinize, çoluğunuza çocuğunuza, herkesin su kabına döküyorsunuz.(...)" dediği bildiriliyordu.
O büroların her birinin başına bir Prof. Dr. Ali Bardakoğlu bulup koysalar, mesele yok. Oysa eldeki elemanla alınan sonuç bu... Zaten başka da olamaz.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu danışmanlar hakkında işlem başlatması, maalesef bir şey değiştirmez. Nitekim örnekler İstanbul’dan yani "nitelikli elemanların" görev yaptığı var sayılacak bir yöreden veriliyor.
Bir de taşra illerindeki bürolarda bireylere neler denmiş olabileceğini düşünün...
Kaldı ki -uzmanların vurguladığı gibi- toplumun bu tür ihtiyaçlarını karşılamakla görevli başka kamu kurumları var. Örneğin, "Kadın ve Aileden Sorumlu" eski Devlet Bakanı Hasan Gemici, "Geçmişte Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü, ’Toplum Merkezleri’ aracılığıyla bu sorunlarla ilgilenirdi. Buralarda uzman personel bulunurdu.(...) Bu iş Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü ile belediyeler aracılığıyla yürütülmeli" diyor.
Aslında bu hikáye yeni değil... Anımsarız, Turgut Özal Başbakan iken "irşad ekipleri" oluşturuldu. Bunlar okullara, askeri birliklere vs.ye gidip konferans veriyor, soruları herkesin içinde yanıtlıyorlardı. O zaman da hurafeler ortaya çıkmıyordu.
Derken 2005’ten itibaren her ilde "en az üç, en çok beş üyeli Vaaz ve İrşat Kurulu" oluşturuldu. Onlara ne oldu da bu bürolar doğdu?
Ya da Diyanet’in görevi ne zamandan beri sosyal hizmet uzmanlığı oldu?
Yazının Devamını Oku 18 Ağustos 2006
AZİZ dostumuz, stratejik ortağımız Amerika Birleşik Devletleri, PKK’ya sözde "silah bırakma" çağrısı yaptı. Yaptı ama buna ilişkin açıklama daha çok PKK’ya moral destek vermeyi amaçlıyormuş gibiydi. Sözcü, sanki "tarihi bir olay"dan söz ediyormuş gibi, "PKK’nın silahlı eylemlere başlamasının 22’nci yıldönümüne" işaret ediyordu.
Zaten açıklamanın basına yansıyan şekli "ABD’nin ricası" diye algılanabilecek bir üslup kullanıldığını göstermekteydi.
ABD tarafından iki yılı aşkın süredir "PKK’ya karşı mücadele" konusunda oyalanan bir ulus olarak bulunduğumuz yeri artık saptamak zorundayız. O nedenle hafıza tazelememiz doğru olacak:
ABD yönetiminden bir yetkilinin, "ABD’nin amacının PKK’nın Irak’ın kuzeyinden tasfiyesi" olduğunu ilk söylediğini yazan gazetelerin tarihi 4 Haziran 2004 idi.
Başkan Bush, NTV’ye verdiği mülakatta, "PKK ile mücadelede birlikte çalışacağız. Bir grubu terörist ilan ettiğimizde bu konuda samimi davranırız. Bu konuda hem Türk hükümeti hem de Irak hükümetiyle birlikte çalışacağız" dediğinde tarih 26 Haziran 2004 idi.
ABD Başkanı’nın o zamanlar Güvenlik Başdanışmanı olan Condoleezza Rice 21 Ağustos 2004’te "Terörist ilan ettiğimiz bu düzensiz güçlerin Türkiye’ye saldırmasını istemiyoruz ve Türk müttefiklerimizle birlikte çalışmaya devam ediyoruz" diyordu.
ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın New York’ta kendisiyle görüşen Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e, "Komutanlar ve danışmanlarımla oturup PKK konusunda neler yapabiliriz konuşacağım" dediği 25 Eylül 2004 tarihli gazetelerde bildiriliyordu.
Gerçi "ABD’li yetkililerin Kandil Dağı’nda, PKK yetkilileriyle görüştüğü" 4 Ocak 2005 tarihli gazetelerde bildirildi ama...
ABD’nin Irak’taki güçlerinin komutanı Orgeneral John Abizaid’in "PKK’nın yuvalandığı Kandil Dağı’na ulaşım ve lojistik desteğini engelleme" sözü verdiği 12 Ocak 2005 tarihli Türk gazetelerinde yayınlandı.
Onun ardından ABD Dışişleri Bakanı C. Rice’dan, "PKK’ya göz yummayacaklarını" duyduk. Bunu 7 Şubat 2005 tarihli gazeteler yazdı.
Göz yummayıp ne yapacaklarını hiçbir zaman öğrenemesek de 8 Haziran 2005 tarihli gazetelerde Rice’ın Dışişleri Bakanı Gül’le, "PKK’ya karşı sıkı bir işbirliği yapma" konusunda anlaştıkları bildirildi.
Bakın daha 2005’in kalan kısmı ile 2006 yılındaki vaatleri sayacak yerimiz kalmadı. En az yukarıdakiler kadar da o dönemde bunlar konuşuldu. Sonunda gele gele "ABD’nin PKK’dan silahlarını lütfen bırakmaları için ricada bulunduğu" anlamına gelen resmi açıklamasına geldik.
Şimdi "PKK ile mücadele için Türkiye, Irak ve ABD tarafından tayin edilmiş koordinatörlerden oluşan bir organ yaratma" aşamasına geldiğimiz bildiriliyor.
Türkiye de kendi koordinatörünü, ABD’nin tayin edeceği kişinin düzeyi belli olduktan sonra tayin edecekmiş...
Bize kalırsa o organa bir de PKK temsilcisi alsınlar. Mücadelede ancak o zaman başarıya ulaşırlar...
Yazının Devamını Oku 17 Ağustos 2006
LÜBNANLILARA bin küsur cana ve en az 7 milyar dolar maddi zarara patlayan İsrail saldırısı, döndü dolaştı Türkiye’yi de konunun içine çekti.<br><br>Gerçi taraf filan değiliz. Dileriz hiçbir zaman taraf olmayız. Ama Başbakan Tayyip Erdoğan’ın pek heveskár tavırlarından ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün yüzünde çiçek açarak verdiği demeçlerden anlıyoruz ki: Türkiye, İsrail-Hizbullah savaşının cereyan ettiği bölgede görev yapacak Birleşmiş Milletler (BM) kuvvetine 800 ila 1200 kişilik kuvvetle katılacak.
Asıl diyeceğimize gelmeden TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın da bu konuda verdiği demeç üzerinde bir dakika duralım:
Arınç’ın, "Bu konu (yurtdışına asker gönderme) hükümetin görevidir. Eğer BM bu konuda tüm üyeleri bağlayıcı bir karar alırsa, Meclis’e gelmeden hükümet izniyle yapılması mümkün. BM açık bir karar almazsa, hükümet Meclis’ten izin istemek durumundadır" dediği dünkü gazetelerde bildiriliyordu.
Biz 1961 Anayasası’nın konuyla ilgili ne 66’ncı maddesinde, ne de 1982 Anayasası’nın 92’nci maddesinde Arınç’ı destekleyen tek bir kelime bulabildik.
Sayın Arınç açıklasa da... "BM eğer tüm üyeleri bağlayıcı bir karar alırsa, Meclis’e başvurmadan da hükümetin Lübnan’a asker gönderebileceğine" ilişkin görüşünün dayanağını öğrensek...
Konunun kendisine gelince:
Önce belirtelim... Ne "asker gönderelim"ciyiz, ne de "katiyen göndermeyelim" demekteyiz.
Ama Adalet ve Kalkınma Partisi Merkez Karar ve Yönetim Kurulu’nun (MKYK) son toplantısında Genel Başkan ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın;
"Çevremizde, bizi de çok yakından ilgilendiren gelişmeler yaşanıyor. Bu konuda nasıl bir tutum alacağınız önem taşıyor. Şimdi, hem bütün bu olaylarla ilgili bir yandan ’Türkiye niye masada değil, söz sahibi değil’ denirken, bir yandan da söz sahibi olmanız gereken bu yerlerde olamıyorsunuz. Bu olmaz. Eğer bölgede söz sahibi olmak istiyorsanız tribünde seyirci olamazsınız, sahada, masada olmak zorundasınız" dediği bildiriliyor.
Erdoğan ardından sözü, AKP iktidarının bir yandan "istiyormuş" gibi göründüğü ama aslında "istemediği" için TBMM tarafından reddedilmesine sebep olduğu malum 1 Mart 2003 tezkeresine getirerek;
"Irak’ta olsaydık söz sahibi olurduk. (...) Bunun için de masada olmanız gerekir. PKK teröründen söz ediliyor. Şimdi bir düşünün, biz orada olmuş olsaydık PKK, Kuzey Irak’ta olabilir miydi? Bu kadar rahat hareket edebilir miydi? Buna izin verilir miydi? Şu Irak’a bir bakın, ülkeyi neredeyse bölünmenin eşiğine getirmiş bir Sünni-Şii savaşı yaşanıyor. (...) Biz orada olmuş olsaydık, bu Sünni-Şii savaşı da olmazdı. (...) En azından bizim bulunduğumuz bölgede kimse ölmezdi" demiş.
Bunların neresini düzeltirsiniz? Önce, BM kuvvetine asker gönderirsek hangi masada, ne konuda söz sahibi olacağız? Sonra 10 gün önce Malezya’dan dönerken uçakta gazetecilere, "1 Mart Tezkeresi geçmiş olsaydı nasıl durumda olacaktık, bileniniz var mı? Bu nedenle geçmişe değil, artık geleceğe bakmalıyız" diyen Sayın Erdoğan değil miydi?
Yazının Devamını Oku 16 Ağustos 2006
EMNİYET Genel Müdürlüğü’ndeki yetkililer çok kızmışlar. Abdulgafur Erkan ile Recep Tokur isimli iki polis memurunun şehit olmaları nedeniyle, Tunceli Köy Hizmetleri Müdürlüğü ile Tunceli İl Özel İdaresi’ndeki sorumlular hakkında suç duyurusunda bulunacaklarmış.
Haberin özeti şu:
Tunceli Emniyet Müdürlüğü, yörede görev yapan polis memurlarının, dört hassas noktaya giderken kullandıkları yola mayın döşenmesini önlemek için Köy Hizmetleri ile Özel İdare’ye son iki yıldır dört kere yazı göndermiş. Asfaltlanacak bölüm de topu topu 2 kilometre kadarmış.
Ama her iki kurum da kılını kımıldatmamış.
Sonunda oraya döşenen mayın, iki polisin şehit olmasına yol açmış.
Oysa başta Başbakan Tayyip Erdoğan ve komutanlar olmak üzere Güneydoğu’ya gidip de "Tüm köy yolları asfaltlanacak" demeyen kalmadı.
Eminiz sayısız defa da talimat vermişlerdir.
Ama işte sonuç ortada... Çünkü verilen emirler, orada görev yapan kalın derili mahlukların kafasına girmiyor.
Şimdi ara ki sorumlu bulasın...
Bulamazlar... Açık açık iddia ediyoruz. Bir tek sorumlu bulamazlar. Çünkü bizim bürokrasimizin yazılı olmayan yemini -ve temel ilkesi- şudur:
"Görevini yapmayabilirsin. Ama sorumlu tutulmamalısın."
Sanmayın ki bu dediğimiz sadece Tunceli’deki Köy Hizmetleri veya İl Özel İdare personeli için geçerlidir. Şimdi onlar hakkında "suç duyurusu" yapmayı düşünen Emniyet teşkilatı dahil tüm devlet bürokrasisinde aynı ilke aynı şekilde geçerlidir ve uygulanmaktadır. O nedenle Türkiye’de, yapılmış -veya yapılması gerektiği halde yapılmamış- hiçbir işten hiçbir yetkiliyi sorumlu tutup hesap soramazsınız.
Zaten sormanıza sistem izin vermez. Çünkü sorumluluğun kime ait olduğunu gösteren imza zaten, ".... düşünülmektedir" türü, kimseyi bağlamayan cümlelerle biten resmi yazıların altına atılır.
Bir işlem sonuçlanıncaya kadar dosya, öyle çok "ilgilenilmektedir, düşünülmektedir, planlanmaktadır" türü ifadeyle dolar ki... Bir zararın, bir kaybın, bir suiistimalin, bir hırsızlığın aslında kimin suçu olduğunu buluncaya kadar başınız döner. Zaten bulamazsınız da...
Bu yazıyı yazdığımız sırada Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) Başkanı Ahmet Ertürk’ün bir gazetede, "İmar Bankası’nın batışında sorumluluğu olan bürokratlar hakkında suç duyurusunda bulunma kararı aldıklarına" ilişkin sözleri gözümüze ilişti.
O olayda -yanlış anımsamıyorsak- ülkenin 8 milyar doları batmıştı.
Siz batan 8 milyar doların sorumlusundan hesap sormayı aradan 5 sene geçtikten sonra lütfen düşünmeye başladınızsa... Lafı dolandırmayalım, ya niyetiniz yahut umudunuz yok demektir.
Zaten... Kendilerine hesap sorulamayan, sorumsuz, duygusuz ve tembel bürokratlarla doldurulmuş bir devlette bu kadar olur.
Yetki ile sorumluluğu tek adama vermeyi ve kötü kullanılan -veya kullanılması gerektiği halde kullanılmayan- yetkinin hesabını o adamdan sormayı sağlayacak tarafsız bir sistem kurulmadıkça bu böyle gider.
Yazının Devamını Oku