2 Eylül 2006
BİR zamanlar, söz Ortadoğu ülkelerinden, dolayısıyla Araplardan açılınca merhum İsmet İnönü’nün temel ilkesi hemen su yüzüne çıkardı: "Araplar arasındaki ihtilaflara karışmamak, biz Türkler için en doğru politikadır."
Lübnan’a asker gönderme meselesinin giderek daha şiddetli bir tartışma konusu olması, bilenlerin zihninde merhum İnönü’nün sözlerini çağrıştırdı.
Ama burada İnönü’nün koyduğu ilkeden farklı bir durum var:
Sorun Ortadoğu sorunu ama ihtilaf "Araplar arası" denecek türden değil. Burada İsrail ile Lübnan, (daha doğrusu Lübnan’daki silahlı yasa dışı güç olan Hizbullah isimli örgüt) arasındaki ihtilaf söz konusu. O nedenle zihninizde İsmet Paşa’nın ilkesi olsa bile konuya biraz daha rahat bakma olanağı var.
İkinci nokta...
Tamam keşke hiç ihtiyaç olmasa ve askerimizi riskleri olan bir yere göndermesek...
Lakin "keşke"nin geçerli olmadığı bir durum söz konusu:
Sorun uluslararası boyut kazanmış. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi yöreye bir askeri kuvvet gönderilmesini karara bağlamış. Türkiye bölgenin önemli bir devleti olarak -üstelik tüm ilgili tarafların talebini de dikkate alarak- konuya ilgi göstermiş. Gönderilecek askerin asgari riske muhatap olması için elinden geleni yapmış.
Ve daha önce 28 yere nasıl asker göndermişse bu defa da aynı yoldan giderek "Birleşmiş Milletler tarafından kurulan güce katkıda bulunmaya" prensip olarak karar vermiş.
Doğrusunu isterseniz öncekilerden ne fazla ne de az riski olan bu kararı ve bu politikayı şimdi bir felaket söz konusuymuş gibi takdim etmenin, kime ne yarar sağlayacağını biz anlayamıyoruz.
Mesele sadece "risk almak" ise, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın -incelikten mahrum bir üslupla- önceki akşam yaptığı "Ulusa Sesleniş" konuşmasında söylediği gibi "risk" hayatın kaçınılmazıdır.
Gerçekten doğduğunuz andan, son nefesinizi verdiğiniz saniyeye kadar hep risk altındasınız.
Akıl, gereksiz ve anlamsız risklerden kaçınmanızı sağlar ama hiçbir zaman sıfıra indiremez.
Burada da askerimizin beklenmedik bir anda tehlikeli bir durumla karşılaşması elbet mümkün olabilir. Ama bu risk, aynen bizim gibi kendi evlatları üzerinde titreyen öteki ulusların üstlendiğinden ne fazla ne de eksik olur.
Daha önce de yazdık:
Biz ülkemizi yöneten resmi ağızların, "Asker gönderirsek Ortadoğu’da söz sahibi oluruz" türü sözlerinin bir ağırlık taşıdığına inanmıyoruz. Öyle olsa 28 yerde bunun örneğini görürdük.
Bizi Türkiye’nin ve Türk ulusunun yüksek çıkarları ilgilendirmeli. Bu açıdan bakınca, Lübnan’a asker göndermenin ülkemize zararı değil yararı olacağını düşünüyoruz ve hükümetin kararını yerinde buluyoruz.
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2006
HÜSEYİN Çelik isimli "İmam Hatip Liseleri Bakanı"nı iki nedenle hep birlikte kutlamalıyız:<br><br>Birincisi, 70 küsur bin okulumuz içinde sadece "Kartal’daki İmam Hatip Lisesi ile gurur duyduğunu" söyleyen Başbakan Tayyip Erdoğan’ın gözüne girecek yeni bir marifeti daha ortaya çıktığı için. Bir de İmam Hatip Liseleri’ne rağbetin artmasını (!?) sağlayan (!) buluşu nedeniyle...
Bugünkü Hürriyet’te haberi okuyunca dikkat edin, dudağınız uçuklamasın. Çünkü orada bu ulusun çocuklarının "eğitiminden" sorumlu olan bakanlığın, o yavruları nasıl aldattığını göreceksiniz.
Haberde bildirildiğine göre Türkiye’nin muhtelif yerlerindeki 301 adet "Yatılı İlköğretim Bölge Okulu"ndan (YİBO’lardan) mezun olan yavrularımıza, lise düzeyinde eğitim görmeleri için nereyi istediğini soran formlar dağıtılırmış. Bu formlarda öğrenciye 5 adet seçenek sunulurmuş. Bazen de aynı okulun istenmesi yüzünden talepleri karşılamak mümkün olmazmış.
Öğrenciler okulsuz kalmasın diye olacak, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan bir teşebbüste bulunarak formlara "Türkiye’nin herhangi yerindeki yatılı bir liseye gidebilirim" diyen altıncı bir seçenek ekletmiş.
Bakanımız ve bakanlığımız cin ya...
O son seçeneği öğrenciye haber dahi vermeden kendi istedikleri gibi kullanma yolunu bulmuşlar. Sözde "yatılı liselerde kontenjan doldu" gerekçesiyle YİBO mezunu çocuklardan önemli bir kısmını İmam Hatip Liselerine kaydettirmişler.
Yaptığı seçimler arasında İmam Hatip Lisesi bulunmadığı halde kendisini İmam Hatip Lisesi’nde kaydedilmiş olarak gören yavrular şaşkına dönmüş.
Haberde, "Kontenjan doldu, o nedenle böyle yaptık" sözünün de düpedüz yalan olduğu bildiriliyor. Çünkü arkadaşlarımızın araştırmasına göre "Ülkemizdeki liselerin toplam yatılı öğrenci kapasitesi 154 bin" imiş. "Geçen yıl bu kapasitenin 20 bin 851’i boş" kalmış. "Yatılı okullardan bu yıl mezun olan 20 bin öğrenciyle birlikte, boş yer sayısının 40 bine ulaştığı" hesaplanıyormuş.
Bu yıl yani 2005-2006 öğrenim yılında YİBO’lardan mezun olan çocuk sayısı 26 bin 313 imiş. Bunların tamamı bu liselere yerleştirilse bile yine de yaklaşık 15 bin öğrenci için yer kalacaktı.
Bakanlığın ne kadar güvenilmez olduğunu gösteren bir başka bilgi daha var... Burada "Bir YİBO’dan mezun olan yavruların yüzde 85’inin; bir başka okulda da en başarılı 20 öğrenciden 11’inin İHL’ye yerleştirildiği görüldü" deniyor.
Yukarıda size, aşırı cinlik ve zeka ürünü buluşlarıyla eğitim sistemimizi mahveden bu zatı iki nedenle kutlamak gerektiğinden söz etmiştik.
Bakanlığın resmi internet sitesinde 28 Temmuz 2006 günü yayınlanan haberde, "Ortaöğretim Kurumları Seçme Sınavı" sonunda İHL’lere rağbetin arttığı nitekim Anadolu İmam Hatip Liselerine ayrılan 16 bin 110 kontenjandan 15 bin 778’inin dolduğu bildirilmişti.
Böyle marifetli bakan kutlanmayı hak etmez de kim eder?
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2006
TÜRKİYE’nin Lübnan-İsrail sınır bölgesinde görev alacak Birleşmiş Milletler (BM) gücüne (Unifil) asker gönderilmesine hükümet karar verdi. TBMM’nin 5 Eylül günü yapacağı toplantıda bu karar onaylanırsa, işin formalite kısmı tamamlanmış olacak.
Geriye birliğimizin oraya gönderilmesi, yani işin fiili kısmı kalıyor.
Lakin tartışma henüz bitmedi. Uzun süre bitmezse de şaşırmayın.
Nitekim 1 Mart 2003 tarihli meşhur "Irak’a asker gönderme" tezkeresinin tartışmaları hálá sürüyor.
Biz Lübnan’a asker göndermenin sakıncalı olduğunu düşünenlerden değiliz. Gerçi Başbakan Tayyip Erdoğan dahil birtakım "iktidar" ileri gelenlerinin "Asker gönderirsek Ortadoğu’da söz sahibi oluruz" türü sözlerine de katılmıyoruz. Çünkü bir Birleşmiş Milletler gücüne şu kadar yüz asker gönderdiniz diye kimse sizi "gelin de şu sorunun çözümünde görüşlerinizi bildirin" diye masaya çağırmaz.
Nitekim -dünkü gazetelerde vardı- 1950 yılında Güney-Kuzey Kore savaşından başlayarak bugüne kadar 28 yere asker göndermişiz.
Siz bu 28 ihtilaf konusundan herhangi birinin çözümü için Türkiye’nin herhangi bir müzakere masasına çağrıldığını duydunuz mu?
Kimse kimseyi aldatmasın... Yok böyle bir şey.
Ama Lübnan’a asker gönderince Türkiye’nin -CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın ifadesiyle- Yahudi-Müslüman Savaşı’nda taraf haline geleceğine de kesinlikle katılmıyoruz.
Türk askeri Lübnan’a, orada çatışan taraflardan birine destek vermek için gitseydi, Baykal’ın sözlerinde bir parça anlam olabilirdi.
Oysa öyle bir şey de yok...
Lübnan’da halen bir Fransız generalin komutasında görev yapan 2000 kişilik bir BM gücü zaten var. Türk askeri bu birliğin sayısının 15 bine çıkarılması nedeniyle oraya gidecek. Keza -yanılmıyorsak- o birlikte, Avrupa Birliği (AB) ülkelerinden gelecek 7 bin kişilik gücün bir parçası olacak.
Şimdi soralım:
Lübnan’a asker gönderen AB ülkeleri oradaki "Yahudi-Müslüman Savaşı"nda taraf mı oluyorlar?
Demek istediğimiz o ki, sırf muhalefet etmiş olmak için söylenenlere kulak vermeyin.
Bu "asker gönderme" işinin Türkiye’nin ne bugüne kadar uyguladığı dış politikanın temel doğrultusuna aykırı bir tarafı var, ne de abartıldığı gibi sakıncaları söz konusu...
Bunun gerisinde Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarını ABD yönetimine sevimli göstermek gayreti olduğunu bilirsek, teşhisi doğru koymuş oluruz.
Yeri gelmişken... Bugün "Lübnan’a bir an önce asker göndererek orada iyi bir yer kapmak" için pek gayret gösteren ve "Asker yollamasak ağırlığımız azalırdı" diyen Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e sormadan edemiyoruz:
Bu sözleriniz aslında, 1 Mart 2003 tezkeresinin Meclis’te reddedilmesi zeminini hazırladığınız için duyduğunuz pişmanlığı mı ifade ediyor?
Yazının Devamını Oku 30 Ağustos 2006
KARAYOLLARI Genel Müdürlüğü "sorumluluk bizim" deseydi, kendimizi bir an için Türkiye dışında bir yerde, örneğin Almanya’da, İngiltere’de yahut Hollanda’da yaşıyor sanabilirdik. Neyse ki, Ankara-Adana karayolunun 47’nci kilometresinde, asfalt yolun tam ortasına 8 metre genişlik, 6 metre derinlikte bir çukur açan... Trafiğin bir bölümüne "Buradan geçin" anlamına gelen işaretler koyan...
Ama emniyet şeridini kapatmadıkları -veya oraya ayrı bir uyarı işareti koymadıkları- için, bir otomobilin çukura düşmesine ve içindeki 3’ü çocuk 7 kişinin ölmesine sebep olan Karayolları, "Sorumlu biz değiliz" demiş de... Türkiye’de yaşadığımıza bir kere daha kanaat getirdik.
Zaten, trafik polisi de yollarımızda "trafik kuralları" yerine uygulanan "Kör müsün be!" kuralını dikkate alarak, "çukura düşen arabanın kazada ölen sürücüsü Mehmet Yıldırım’ın 8’de 8 oranında kusurlu" olduğuna karar vermiş.
Mesele yok...
Ölenler mezara... Karayolları ile trafik görevlileri de işlerinin başına dönerler. Dosya kapanır, iş biter.
Trafik görevlileri çukura düşen arabanın sürücüsünün 8’de 8 oranında kusurlu olduğunu ifade eden raporu yazarken, emniyet şeridinin niçin trafiğe açık bırakıldığını veya oraya bir uyarı işareti konulup konulmadığını ayrıca değerlendirdiler mi bilmiyoruz.
Eğer "Uyarıya gerek yoktu çünkü zaten çukura yaklaşanları diğer şeride yönlendirecek işaretler vardı" diyorlarsa, sormaya değmez mi:
O şeridi kullanma hakkına sahip arabalardan, örneğin bir cankurtaran veya bir olaya giden trafik polisi arabası çukura düşseydi, kusur yine sürücüde mi olacaktı?
Her fırsatta yazar dururuz. Kimse dinlemez, biliriz ama yine de ısrarla söylemekten kendimizi alamıyoruz:
Bizim bu devletin -bürokrasimizin- sorumluluk sistemi değiştirilmedikçe, mümkün değil, kimseyi yaptığı kusurdan, görevini ihmal etmekten, yasayla kendisine verilmiş görevi hiç yapmamaktan ve hatta görevini kötüye kullanmaktan dolayı sorumlu tutup cezalandıramazsınız.
Çünkü bizdeki mekanizma, sorumluyu bulup cezalandırmayı değil, sorumlunun bulunmasını engellemeyi sağlar.
Devletin işi yatmış, devlet zarar etmiş... Kimsenin umurunda değildir. Vatandaş mağdur olmuş, hatta canını kaybetmiş... Önemli değildir.
Zaten biri çıkıp "Kusurlu olan şudur" derse, çevresi hemen sarılır:
"Yazık! Ne üstüne gidiyorsun? Adamın çoluğu çocuğu var. Şimdi o kusurlu diye çoluğunun çocuğunun rızkıyla oynamak doğru mu?" diyenler devreye girer. Sözde insanlık ve ahlak adına içinde yaşadıkları topluma karşı dünyanın en büyük kötülüğünü yaptıklarını görmezler.
O zaman da yanlış ameliyat yapıp hastasını öldüren; rüşvet alıp kaçak ve çürük yapıya göz yuman; yola çukur kazdırıp kendi vatandaşını pusuya düşüren alçakların saltanatı altında, -yaşayabildiğimiz kadar- yaşar gideriz.
Yazının Devamını Oku 29 Ağustos 2006
MEDENİYETLER arasında bir çatışmaya mı gidiyoruz sorusu son yıllarda hepimizin zihnini her fırsatta işgal etti. Bilindiği gibi bir çatışmaya doğru sürüklendiğimiz tezi, ABD’li bilim adamı Samuel Huntington’a ait.
Prof. Huntington, kavganın İslamiyet, Hıristiyanlık ve son 2500 yıldır Çin’de egemen olan Konfüçyizm arasında çıkacağını iddia ediyordu.
Prof. Huntington’un, ilk defa 1993 yılında bir makaleyle ortaya attığı tezden caydığına ilişkin henüz hiçbir belirti yok.
Buna karşılık Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan ile İspanya Başbakanı Jose Luis Rodriguez Zapatero’nun öncülüğünde yürütülmeye çalışılan bir akım var. "Medeniyetler çatışması kaçınılmaz değildir. Tam tersine medeniyetler arasında uzlaşma ve işbirliği mümkündür" diyen bir akım.
Hürriyet Gazetesi’nin dünkü manşetinde yer alan ve 7 Eylül 2006 tarihinde Türk ve Alman Dışişleri Bakanları tarafından birlikte yayınlanması beklenen "Ernst Reuters Manifestosu", bu "uzlaşmacı" akımın yeni bir adımı olmalı...
Habere göre, iki ülke adına Abdullah Gül ile Frank-Walter Steinmeier tarafından kamuoyuna sunulacak olan manifesto "kültürler arası diyalog" teması üzerine kuruluymuş. Anlaşılan, bir Danimarka gazetesinin geçen yıl eylül sonlarında yayınladığı, Hazreti Muhammed’i aşağılayan karikatürler krizi sırasında Hürriyet ile Bild gazetelerinin yaptığı Ortak Çağrı bu Manifesto için fikir babalığı yapmış:
Anımsanacağı gibi Hürriyet ve Bild kendi kamuoylarına "sağduyu ve hoşgörüyü egemen kılma" ve "diyaloğu teşvik etme" amaçlı bir ortak metin yayınlamışlardı.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Şehircilik dersi vererek hayatını kazanan Ernst Reuter’in (1889-1953) adı verilen manifesto, Hürriyet ile Bild’in teşebbüsünü gerçekleştirmeyi amaçlıyor. Örneğin:
Farklı kültür ve dinlerden gelen insanların özgürce, hoşgörüyle barış ve saygı ortamında birarada yaşacaklarına olan inancı vurguluyor.
Bunun gerçekleşmesi için somut öneri olarak yayıncıların işbirliği yapmalarını; okul kitaplarının bu amaca uygun şekilde gözden geçirilmesini; özellikle Almanya’da görev üstlenecek İslam din adamlarının eğitimden geçirilmelerini; okul gazetelerinde farklı kültürleri öğretmeyi amaçlayan yayınlar yapılmasını vs. öngörüyor.
Bunların hepsi iyi... Ne kadar çok yapılırsa daha da iyi... Lakin zihnimizde bazı sorular var:
Bu manifestonun altında İspanya Dışişleri Bakanı’nın da imzasının olması ve başka devletlerin de bu metni imzaya davet edilmesi iyi olmaz mı?
Bu bir...
Manifestonun öngörülerini gerçekleştirecek bir daimi sekreterya kurulması gerekmez mi?
Hoş kurulmasa da olur. Ama o zaman bakarsınız, Gül ile ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın temmuz başında Washington’da yayınladıkları "Stratejik Vizyon Belgesi" vardı ya... İki tarafı da birbirini kollamaya çağıran ama bağlayıcılığı olmayan belge... Onun gibi yayınlandığı gün unutuluverir.
Yazının Devamını Oku 27 Ağustos 2006
ULUSUMUZUN alın yazısını değiştiren Büyük Zafer’in 84’üncü yıldönümünde, Büyük Atatürk’ün savaşı idare ettiği Kocatepe’deyiz. Burada Büyük Taarruz’un başladığı günü kutlamak ve 84 yıl önceki heyecanı tazelemek için bulunuyoruz.
Kocatepe, Afyonkarahisar’ın güneybatısındaki Şuhut İlçesi’ne 17 km. mesafede, 1874 rakımlı bir tepe...
Tören yerine yaklaşırken Názım Nikmet’in;
Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır.
Gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için
ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın,
daha küçük kaldığı için
ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
evimize, aşkımıza ve kendimize dair
sesler geldiği için"
....
"kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını
seyrediyordu Kocatepe’den
dünyanın en yıldızlı karanlığını..."
dizelerini içeren "Kuvayı Milliye Destanı" düşüncelerimize eşlik ediyordu.
Kocatepe gerçekten ne ağaç gördüğünüz, ne kuş sesi duyduğunuz bir bayır. Ama yöreye en hákim tepe de orası.
Kocatepe’ye çıkınca gözleriniz Názım’ın;
"Sarışın bir kurda benziyordu
ve mavi gözleri çakmak çakmaktı..."
dediği Mustafa Kemal Paşa’yı arıyor.
"Dört nala gelip uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim"
diyen ve ülkeyi kurtaran adamı...
Orada şimdi Mustafa Kemal yok ama savaş sırasında korunmak için girdiği siper ile o günün anısını yaşatan bir anıt var.
Anıtın bulunduğu -belki de Mustafa Kemal Paşa’nın meşhur fotoğrafının çekildiği noktaya tekabül eden- yerden bakınca 360 derecelik bir çevrede en az 15, belki yer yer 20 km. yarıçaplı bir daire içindeki araziyi kontrol edebiliyorsunuz.
Anıtı arkamıza alarak bakınca, bulunduğumuz yerin sol ilerilerinde Tınaztepe, onun sol arkasında, ufuk çizgisine yakın yerde Çiğiltepe var.
Albay Reşat Bey’in, "görevimi zamanında yapamadım" diyerek intihar etmesinden 10 dakika sonra zaptedilen Çiğiltepe...
Her birinin alınması en az bir İlyada Destanı dolduran kahramanlık hikáyeleri şimdi, Názım Hikmet’in "ne ağaç, ne kuş sesi, ne toprak kokusu var" dediği o yerlerde gömülü.
Onlar sadece yaptıklarının değeri bilinsin istiyorlar, başka bir şey değil...
Yazının Devamını Oku 26 Ağustos 2006
DAMDAN düşenin halini en iyi damdan düşenin anladığını boşuna söylememişler. İhtimal 3 Kasım 2002 seçiminden beri parlamento ve -fiilen- siyaset dışı kalan eski ANAP Genel Başkanı ve eski Başbakan Mesut Yılmaz da kendisini en iyi anlayacak olan Sayın Süleyman Demirel’i o nedenle ziyaret ederek, "Siyasete geri dönmem doğru olur mu?" türü bir soruya yanıt istemiş.
Aslında "Döneyim mi?"den çok "Döneceğimi ilan ettim ama bundan sonra ne yapmamı tavsiye edersiniz?" demiş olması akla daha yakın geliyor.
Biz baştan söyleyelim:
Demirel’in hayatını okusun, çizgisini izlesin, yeter...
Nitekim Demirel, siyasete girdiği 1964 yılından beri -demek 42 sene olmuş- az çekmedi. Gerçi çektiği kadar ikbal de gördü ama, hakkını teslim etmek için anımsatalım ki... Daha Adalet Partisi (AP) Genel Başkanlığı’na soyunduğu anda karşısına hemşerisi, eski dostu Dr. Saadettin Bilgiç öylesine öldürücü bir silahla çıktı ki... Ondan kurtulmak ancak Demirel kadar beceri ve azim sahibi birine nasip olabilirdi.
Biliyorsunuz Bilgiç, 1964 AP Büyük Kongresi’nde, Demirel’in liderliğe seçim şansını sıfıra indirebilmek için onun "mason localarının üyesi" olduğunu ortaya attı.
Demirel, dünyada eşi az bulunacak bir kıvraklıkla, o dönem masonlarının en önemli ismi olan merhum Necdet Egeran’dan "Demirel’in Mason olmadığı" yolunda belge aldı.
Belgenin gerçeği yansıtmadığı anlaşılıncaya kadar Demirel zaten Genel Başkanlık seçimini kazanmış yani "atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş"ti.
Sonrakileri tek tek yazarsak asıl diyeceğimize sıra gelmez. Ama kısaca yine de anımsatalım:
Demirel -daha sonra kendisinin Turgut Özal için kullandığı ifadeyle- "Demokrat Parti’nin tapulu arazisi üzerine kondurduğu Adalet Partisi isimli gecekondu" ve bir de "Demokratların siyasi haklarının iadesi konusunda ayak sürümesi" yüzünden Demokrat Parti ileri gelenleriyle de sıkıntılı dönemler yaşadı. Hatta merhum Celal Bayar’ın o nedenle kurulmasını teşvik ettiği ve Ferruh Bozbeyli’nin Genel Başkan olduğu Demokratik Parti bu yüzden doğdu.
Sadece doğmakla kalsaydı... Demirel’in 1969 seçiminde Meclis’e soktuğu milletvekillerinden 49’u bu yeni hareketi destekleyip Demirel kabinesinin düşmesine sebep olunca, sonraki gelişmelerin önü açıldı. Örneğin 12 Mart 1971 askeri müdahalesi yapıldı ve Demirel iktidardan uzaklaştırıldı.
Lakin Demirel yılmadı. Demokrasinin kurallarından ayrılmadan iktidara gelmenin bir yolu elbet bulunurdu. Nitekim 1975’te ilk Milliyetçi Cephe hükümetini kurarak yine Başbakan oldu.
"Bana, sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz" sözü o ikbal döneminin bedeliydi.
Gidenin geri gelebileceğini bir kere ispat edince ikincisi artık sorun değildi. Nitekim 12 Eylül 1980 darbesi Demirel’in ne hızını kesebildi ne azmini kırabildi.
Sonuç... Siyasi hayatımızın son 42 senesine damgasını vurmuş olan Sayın Demirel hálá ayakta, hálá aktif ve hálá aklından siyasete tekrar girmek gibi düşünceler geçtiği izlenimi veren hareketler içinde...
Demirel’in başardığını Mesut Yılmaz neden başarmasın?
Yazının Devamını Oku 25 Ağustos 2006
O çocukları bu millet pırasa tarlasından toplamadı. Bir yabancı ülke toprağında, üstelik her anlamda "mayınlı" sayılabilecek bir ortamda görev yapmaya gönderilmeleri söz konusu ise elbet bin kere düşünüp adımımızı sonra atacağız.
O nedenle "Birleşmiş Milletler" adına Lübnan’a gönderilmesi söz konusu askeri birlik içinde Türk askerinin de bulunup bulunmayacağına karar vermeden önce hükümetin, deyim yerindeyse "ayranı üfleyerek içme" temkini yerindedir.
Gazeteler bir keşif hey’etenin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün son Ortadoğu gezisi sırasında ona refakat ettiğini, askeri bir birlik göndermemize karar verilirse, konuşlanılması söz konusu olan yerlerde incelemeler yaptığını bildiriyor.
Bizim yurtdışına asker göndermeye ilişkin tarihimizi bilenler, bu tür incelemelerin ne kadar gerekli ve doğru olduğunu kabul ederler.
Örneğin, Kuzey Kore’nin 25 Haziran 1950 tarihinde Güney Kore’ye saldırısıyla başlayan Kore Savaşı üzerine oluşturulan Birleşmiş Milletler gücüne Türkiye bir tugayla (5 bin 500 asker) katılmaya karar verdiği tarihte, milletvekillerimizin dörtte üçü Kore’nin haritadaki yerini eminiz bilmiyordu.
O dönemin hükümeti dünyanın öte ucundaki Kore’ye asker göndermeye işte bu koşullar içinde karar verdi...
Ve askerlerimiz kendilerini savaşın tam ortasında buldu...
Nitekim giden o ilk birliğin yaklaşık dörtte birini Kore’deki şehitliklere emanet edip döndük.
Türkiye’nin sonra üstlendiği bu tür uluslararası görevlerde neyse ki kayda değer bir kaybımız olmadı.
Oysa Türk askeri, Somali’de, Bosna-Hersek’te, Arnavutluk’ta, Kosova’da, Afganistan’da görev üstlendi. Gerçi bunlardan Arnavutluk’a giden birliğin görevi daha çok "insani yardım" nitelikli idi. Ama diğer görevlerin belli bir güvenlik riski taşıdığı bir gerçekti.
Şimdi Lübnan’a gönderilip gönderilmeyeceği tartışılan birliğin de giderse riskli bir bölgede görev üstleneceği kuşkusuzdur. O nedenle gidecek birliğin "istihkam" sınıfından seçilmesini istemek veya "ne olursa olsun, kimseye karşı silah kullanmasınlar" demek gerçekçi değildir.
Unutmayalım ki bu birlik Mekke’ye giden hacı adaylarına refakat eden Kızılay görevlilerinden oluşacak değil.
Onlar askerdir ve her asker koşullar oluşursa kendisini savaşın içinde bulacağını bilir. Zaten eğitimini de ona göre alır.
Önemli olan, İsrail’in yarım bıraktığını tamamlama görevini bizim askerimizin üstlenmemesidir. Aksi halde tarafsız bir rol üstlenerek gittiğimiz yerden düşman kazanmış olarak döneriz.
Bu kayıtlarla söyleyelim ki, biz Lübnan’a asker göndermenin Türkiye’nin aleyhine olacağına inanmıyoruz.
Görev tanımı iyi yapılmış olmak kaydıyla, Türkiye, Lübnan’a gidecek askeri birliğe katkıda bulunursa inanıyoruz ki, kendi saygınlığını da artıracaktır.
Yazının Devamını Oku