17 Nisan 2007
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan ile TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın dünkü gazetelerde yayımlanan sözlerini büyüteç altına almaya gerek kalmadan yapılacak bir değerlendirme, önümüzdeki günlerde seçilecek cumhurbaşkanının profilini görme olanağını veriyor. Başbakan Erdoğan, Almanya’ya yaptığı gezi sırasında gazetecilere, bu seçim sonunda "Cumhuriyetin temel değerleri ile halkın temel değerlerinin" Çankaya’da "buluşması gerektiğini" söylemiş.
Bu ifade, "Cumhuriyetin temel değerleri ile halkınki birbirinden farklıdır" anlamına gelir. Aksi olsa böyle bir "buluşma" ihtiyacı dile getirilmez.
Peki Cumhuriyetin temel değerleri nedir?
Bunlar Anayasa’nın Başlangıç bölümünde özetlenen, ayrıca yeri geldikçe tekrarlanan değerlerdir. Örneğin "Atatürk milliyetçiliği" yani kimseyi dini, ırkı, etnik kökeni, siyasi inancı nedeniyle ayrıma tabi tutmaksızın "Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan ve kendisini Türk hisseden herkesi kavrayan" milliyetçilik bunlardan biridir.
Bunda halkımızla Cumhuriyetimiz arasında bir anlayış farkı var mı?
Bizce yok. Hatta hiç olmadı... Olsaydı 22 yıldır sürüp gelen PKK terörü, bugüne kadar çoktan sokaklara sıçrardı.
Cumhuriyetin öteki değerleri nelerdir?
"Ulusal bütünlük"tür, "ülkemizin bütünlüğü"dür, "Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, sosyal bir hukuk devleti" olduğudur.
Bizim bildiğimiz, bu değerler konusunda da Cumhuriyetimizle halkımız arasında "farklı" bir değer anlayışı yoktur.
Geriye ne kalıyor?
Cumhuriyetin laik niteliği!
Başbakan belli ki "Cumhuriyetin değeri olan laiklik, halkımız tarafından ’değer’ olarak kabul edilmiyor" demek istiyor.
Ve işte o noktada, "laikliğin halkımızın çoğunluğu tarafından benimsenmemiş olduğunu" söylemiş oluyor. Nitekim Erdoğan’ın geçen gün, "laikliğin tehlikede olduğunu" söyleyen Cumhurbaşkanı’na, "halkın çoğunluğunun inanmadığını" niçin söylediği de anlaşılıyor. Laikliğe bağlı olmayan bir kitlenin, laikliğin maruz kaldığı tehlikeli görmesi mümkün mü?
Bunlardan anlıyoruz ki, Çankaya Köşkü’ne yakında, Cumhuriyetin temel değerlerini koruyacak ve savunacak bir cumhurbaşkanı değil, o değerlerle onlara karşı değerler arasında "arabuluculuk" yapacak bir kişi çıkacak.
Hani Ahmet Necdet Sezer’i yeminine bağlı kaldığı ve Cumhuriyetin temel değerlerini her koşulda savunduğu için "taraf tutmakla" suçlayan akıllılarımızla bir kısım aydın(!)larımız var ya... Müjde... İşte onların istediği kişi geliyor.
Zaten Bülent Arınç’ın son demeci de Erdoğan’ın sözleriyle uyumlu...
O da, "Meclisimizin sivil, dindar ve demokrat bir cumhurbaşkanı seçeceğini" müjdelemiş.
Buradaki "dindar" vurgusuyla yeni cumhurbaşkanının bireysel inancı değil, "laikliğe karşıtlığı" anlatılmak isteniyor.
Sayın Erdoğan, yeni cumhurbaşkanına "Kim olursa olsun, ülkeme hayırlı olsun derim" diyecekmiş. Buyurun siz de deyin!
Yazının Devamını Oku 15 Nisan 2007
BİZ maalesef katılamadık. Ama Ankara’nın -belki daha doğru ifadeyle Türkiye’nin- "tarih" yazdığı büyük "Cumhuriyet Mitingi"ni televizyon kanallarından olabildiğince izledik. Hemen belirtelim:
Ankara dün tarih yazarken, televizyon kanallarının pek çoğu ya seviyesi düşük dizilerle yahut da Amerikan filmleriyle izleyici oyalamakla meşguldü.
Bu açıdan 14 Nisan 2007 aynı zamanda, "medyanın sınıfta kaldığı" gündü.
Daha ayrıntıya girmeyelim...
Ankara’daki miting, tereddütsüz ifadelerin ortak diliyle söylemek gerekirse, sadece Cumhuriyet tarihinin değil, tüm Türk tarihinin anımsanabilen en büyük mitingiydi.
Miting genelde "Bağımsız Türkiye"nin sesiydi ama özelde, "Tayyip Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkmasına karşıyız" diyordu. "Erdoğan cumhurbaşkanı olursa laik Cumhuriyet’in en önemli kalesi, İslamcı bir zihniyetin eline düşer" diyerek karşı çıkanların tepkisini yansıtıyordu.
Bu mesajı hiçbir parti adına değil, Atatürk’ün izinden ayrılmayan siviller olarak veriyordu.
En ilginç yanı da... Bu eşi -ülkemizde- görülmemiş çaptaki mitingin, şimdiye kadar yapılmışların en medeni, en düzenli, en güler yüzlü ve en anlamlısı olmasıydı.
Katılanları rakamla ifade etmek isteyenlerin hiçbiri net bir şey söyleyemez. Ama rakam ister "300 bin" ister "milyon" olsun... Hiç fark etmez.
Büyük Atatürk’ün Türkiye’si dün Ankara’daydı.
Mitingi canlı yayınla izleyicilere aktaran maalesef çok az sayıdaki kanalda verilen bilgilerden bize en çarpıcı geleni, mitinge katılan kitlenin profiline ilişkin gözlemlerdi:
Nihat Genç isimli yazar, "Katılanların yüzde 60-70’i kadındı" diyordu. Hemen hepsinin eğitimli ve meslek sahibi insanlar izlenimi verdiklerini, "Yaş ortalamasını 40 ila 60 tahmin ettiğini" söylüyor, tüm kitle içindeki gençlerin yüzde 25 kadar olduğunu vurguluyordu.
Kadınların yoğunluğu bizce önemlidir. Nitekim her fırsatta söyleriz:
"Kadınların üstlendiği hiçbir mücadele yenilgiyle bitmez."
Sadece kadınlar değil, gözlemcilerin ortak ifadesine göre yurdun her tarafından Ankara’ya gelen binlerce -belki on binlerce- insan da dün Atatürk’ün sahipsiz olmadığını haykırıyordu.
O nedenle dün Ankara’yı görenler ve yaşayanlar laik Cumhuriyet’in, halen karşı karşıya bulunduğu tehlikelere rağmen bu sınavdan da başarıyla çıkacağına güvenmeliler.
Yeri gelmişken bu mitingin asıl muhatabı olan Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarına ve özellikle Tayyip Erdoğan’a dostça söyleyelim:
Bu kadar insan, -engelleme amaçlı çabalara rağmen- bu kadar muhteşem bir miting için Ankara’ya koşuyorsa, orada ciddi bir uyarı var demektir. O, "İktidar olmanıza bir şey demeyiz ama laik rejimi çürütüp bozmanıza izin vermeyiz" mesajıdır.
Tabii anlayana...
Yazının Devamını Oku 14 Nisan 2007
DAHA Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın önceki günkü konuşmasının mürekkebi kurumadan, dün de Sayın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Harp Akademileri’nde konuştu. Cumhurbaşkanlığı seçiminin tüm kamuoyunu çok meşgul ettiği bir sırada sistemin üst düzeyinden gelen sesler elbet ilgi çekiyor.
O nedenle "ne demiş, niye demiş?"leri çözmek gerekiyor.
Sayın Büyükanıt konusuna fırsat doğarsa tekrar döneceğiz. Şimdi sıra Sayın Sezer’de:
Sayın Sezer’in 20 sayfalık konuşmasını okuyunca, insan TBMM’nin yeni yasama yılını açış töreninde eskiden -yani Atatürk, İnönü ve Bayar dönemlerinde- yapılan konuşmaları anımsıyor.
O konuşmalarda Cumhurbaşkanı, devletin hem dış dünyaya hem de iç sorunlara nasıl baktığını anlatır, ulusa bir bakıma, "Biz bu ülkeyi bu anlayışla yönetiyoruz" derdi. O anlayış da genellikle "çağdaş uygarlığı yakalama" azminin, Atatürkçü bir ağızdan dile getirilmesiydi.
Doğrusu istenirse o konuşmaların bir özelliği de ulusa özgüven verici olmalarıydı.
Sezer dünkü konuşmasında bu son çizgiyi korumuş. Türkiye’nin 84 yıllık Cumhuriyet döneminde kazandığı başarıların ve ulusal gücümüzün bizi çok daha iyi yarınlara taşıyacağını vurgulamış.
Ama eski konuşmalardan -hafızamız bizi aldatmıyorsa- çok farklı bir şey yapmış. Laik Cumhuriyet’in ve ulusal devlet yapımızın karşı karşıya bulunduğu tehlikelerin -aynen Yaşar Büyükanıt gibi- "daha önce hiç karşılaşmadığımız kadar büyük ve önemli" olduğuna dikkat çekmiş.
Örneğin şöyle diyor Sezer:
"Türkiye’de siyasal rejim, Cumhuriyet’in kurulduğundan beri, hiçbir dönemde günümüzde olduğu kadar tehlikeyle karşı karşıya kalmamıştır. Laik Cumhuriyet’in temel değerleri ilk kez açıkça tartışma konusu yapılmaktadır. İç ve dış güçler, bu konuda aynı amaç doğrultusunda çıkar birliği içinde hareket etmektedir."
Cumhurbaşkanı’nın bu değerlendirmeleri kanımızca gerçeği yansıtmaktadır. O halde bu duruma gelmemizin bir sebebi olmak gerekir. Cumhurbaşkanı bu sözleriyle özellikle son dört yılı aşkın süredir ülkeyi yöneten Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AKP) hedef almaktadır.
Nitekim Sezer, Türkiye’yi amaçlarına uygun bir noktaya ve kıvama getirmek için uğraşan dış güçlerin, örneğin AKP gibi, "laiklikten" şikáyet ettiklerini anımsatıyor. Türkiye’nin bir "ılımlı İslam ülkesi" olmasını hedeflediklerini söylüyor. Bunu dış ve iç odakların çıkar birliği anlayışıyla ve "demokratikleşme" adı altında yaptıklarına işaret ediyor.
Sezer’in bir anlamda ulusa veda niteliği taşıyan konuşmasında ısrarla üzerinde durduğu bu tehlikeye ilişkin öteki sözlerini de aktaralım. Şöyle diyor:
"Oysa bu odakların bilmesi gereken üç önemli gerçek vardır: Birincisi, ister ’ılımlı’, ister ’köktenci’ olsun, din devleti ile demokrasinin yan yana getirilmesi, tarihe ve bilime ters düşen bir yaklaşımdır. İkincisi, ılımlı İslam’ın çok kısa sürede radikal İslam’a dönüşmesi kaçınılmazdır. Üçüncüsü de Türkiye Devleti, rejim seçimini, Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte 84 yıl önce yapmıştır. Bu rejim, Atatürk ilke ve devrimleri ile Atatürk ulusçuluğuna bağlı, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti temelinde biçimlenen aydınlanmacı ve çağdaş bir rejimdir."
Ara sıra söylediğimiz gibi, konuşmanın özellikle bu kısımları ilginç ama anlayana...
Yazının Devamını Oku 13 Nisan 2007
TAKVİMLERİN dünkü yaprağına Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt damgasını vurdu. Çünkü bir süredir kamuoyunu işgal eden pek önemli konular hakkında ne diyeceği merak ediliyordu. Sayın Büyükanıt’ın dün Ankara’da yaptığı basın toplantısında söylediklerinin tamamını bir tek yazıda değerlendirmek mümkün değil.
O nedenle bugün sadece en önemli gördüğümüz iki nokta üzerinde duracağız.
Büyükanıt’ın o iki mesajı bize göre şöyle özetlenebilir:
1) Cumhurbaşkanlığı seçimine bir şekilde müdahale etmemizi umanlar boşuna beklemesinler. Biz hukuka saygılıyız.
Ama aynı zamanda bilinsin ki biz yeni cumhurbaşkanının "cumhuriyetin temel değerlerine sözde değil, özde bağlı olan bir kişi olmasını umut ediyoruz".
Bu sözler kanımızca iki yere mesaj göndermektedir.
Biri, cumhurbaşkanlığı seçim süreci başlayalıberi ikide bir "Asker nerede?" diyenlere, "Bizi hukuk dışı bir eylemin içinde görmeyeceksiniz" mesajıdır.
Türkiye’nin demokrasiye ve hukuka bağlılığı yönünden bu önemlidir.
İkincisi, yarın öbürgün Çankaya’ya çıkacak olana -özellikle bu konuda adı en önde olan Tayyip Erdoğan’a- verdiği, "Çankaya’ya çıkar da cumhuriyetin temel değerlerine lafta sahip görünür, özünde bildiğini (veya bugüne kadar sergilediğini) okursan, bilmelisin ki orada huzur bulamazsın. Çünkü bu cumhuriyetin temel değerlerine bağlı olanlar davalarından vazgeçmezler" mesajıdır.
Gerçi bu konuda yaşanmış bir örnek var. Anımsanacağı gibi Turgut Özal da cumhuriyetin temel değerlerini hiçbir zaman içine sindirebilmiş değildi. Ama anayasal sistemin sağladığı zırh sayesinde cumhurbaşkanı sıfatını, vefat ettiği saniyeye kadar korudu.
2) Büyükanıt’ın basın toplantısının ikinci temel mesajı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin PKK terörünün kaynağı olan Kuzey Irak’a operasyon yapmaya hazır olduğunu ilan etmesidir. Büyükanıt bunu, öyle bir operasyonun Türkiye’ye fayda mı zarar mı getireceği sorusuna verdiği "Fayda sağlar" yanıtıyla ayrıca netleştirmektedir. Büyükanıt bu görüşü açıklarken hem "Ama hudut ötesi operasyon yapılması için bir siyasi kararın ortaya çıkması lazım" demekte, hem de "Türk Silahlı Kuvvetleri, yasal zeminde görev verildiğinde bu operasyonları yapma gücüne fazlasıyla sahiptir" şeklindeki sözleriyle bu konuda her türlü hazırlığın tamamlandığı mesajını vermektedir.
Büyükanıt’ın bu sözleri, daha önce Washington’da savunduğu görüşleriyle örtüşmektedir. Anımsanacağı gibi Büyükanıt o zaman "PKK’ya yardım edenlerle" özellikle Mesud Barzani ve Celal Talabani ile diyaloğa girilmesini değil, yaptıklarına karşılık verilmesini savunmuştu.
Son günlerdeki gelişmeler "diyalog"dan medet uman hükümetin de Büyükanıt’ın savunduğu çizgiye geldiğini göstermektedir.
O nedenle merak edenlere söyleyelim... Türkiye’nin seçim atmosferine girmesi ne kadar etkiler bilemiyoruz ama, eğer bugünkü durumda ciddi bir değişiklik olmazsa -örneğin Türkiye’nin Bağdat’a verdiği notaya tatmin edici bir yanıt alınmazsa- önümüzdeki yaz aylarında Kuzey Irak’a yönelik bir askeri operasyon yapılması kimse için sürpriz olmamalıdır.
Yazının Devamını Oku 12 Nisan 2007
GEÇMİŞ dönemleri bir yana bırakalım. Bugünün siyasi kadrolarına bakıp da "siyasi üslüp" ve "siyasi tutarlılık" konusunda hiç ama hiç konuşmaması gereken birinin ismini kime sorsanız yanıt olarak herhalde Sayın Tayyip Erdoğan’ın adını alırsınız. İlginçtir... İnsanlar galiba kendilerini hiç irdelemiyor.
Neyse... Bizim meselemiz o değil. Bizi Sayın Tayyip Erdoğan’ın dün Ankara’daki Bilkent Oteli’nde, başında bulunduğu partinin teşkilat mensuplarına söyledikleri ilgilendirdi.
Erdoğan orada muhalefeti, "delikanlı olmaya" davet etmiş. "Şartlar ne olursa olsun, ister yaz ister kış, ister gece ister gündüz, fikirlerinizin arkasında dimdik duracaksınız, omurgalı olacaksınız, mırın kırın, mızıkçılık etmeyeceksiniz, tam manasıyla delikanlı olacaksınız" demiş.
Aleme "delikanlılık" dersi veren Erdoğan’a biri çıksa da, "1990’lı yıllarda savunduğunuz fikirlerden bugün hangisinin arkasındasınız?" diye sorsa ne yanıt verir dersiniz?
"Efendim o fikirlerimin üzerinden 28 Şubat silindiri geçti. Ben de artık işe yaramaz hale geldiğini gördüğüm o fikirleri terk ettim" mi diyecek.
O zaman kendisine, "Tamam şimdi o fikirleri gerçekten ağzınıza almıyorsunuz. Örneğin "demokrasi araçtır, bizi istediğimiz noktaya götürdükten sonra gerekli değildir" demiyorsunuz, gerçi hala "Ben laikim" türü bir sözü sizden duyamıyoruz ama hiç değilse "Müslüman laik olmaz. Bizim referansımız İslamdır" gibi sözler de söylemiyorsunuz. Ama tüm devlet bürokrasisini şeriatçılara teslim etmek için var gücünüzle çalışıyorsunuz. Nitekim buna yeminli birini Müsteşarınız yaptınız. Kısaca artık "ardında durduğunuzu söyleyemediğiniz" fikirleri bilfiil uyguluyorsunuz. Sizih savunduğunuz delikanlılık bu mu?" diye sorarsa ne yanıt verecek?
Sayın Başbakan konuşmasında başka noktalara da değinmiş. Örneğin birinde 14 Nisan Cumartesi günü Ankara’da yapılacak olan ve kendisinin Cumhurbaşkanı adayı olmasına karşı çıkanların sesini duyurmayı amaçlayan mitinge, "demokrasi" hatırına tahammül edeceğini belirtmiş. O iyi...
İkinci nokta olarak mitingde dile getirilecek eleştirilerin "hakaret" boyutlarına ulaşması ihtimalinden söz etmiş. "Bunların içinde hakaretler, şunlar bunlar var. Artık bunlara karşı da alıştık, alıştırdılar sağolsunlar. Artık bunların tesiri olmaz" demiş. O da iyi...
İyi ama inanmayın... Tayyip Erdoğan’ın değil "hakarete", en küçük eleştiriye bile tahammülü yok. Çünkü eleştirinin içeriğine ve isabetli olup olmadığına değil, eleştiriyi kimin yaptığına bakan bir kafa yapısı var.
Kaldı ki "hakaret edilmesine alıştırdılar" derken dediği doğru olsa, gelmiş geçmiş politikacılar arasında, eleştiriler nedeniyle en çok dava açan kişi olmazdı.
Keşke bir gün gerçekten "eleştiriye" hatta "hakarete" hoşgörüyle bakacak olgunluğa ulaşsa da biz de "Nihayet demokrasiyi anladı galiba" diyebilsek.
Son bir nokta... Sayın Erdoğan aman unutmasın... Sayın Demirel de bir zamanlar demokrasiyi "Meclis’teki sayı" zannederdi. Nitekim bir defasında "Getirsinler 226’yı, (hükümeti) yıksınlar" dediydi. Sonra bizzat kendisi kabul etti ki bir hükümet 226’yı beklemeden de yıkılabiliyor.
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2007
BU Barzani Bey, akıllı biri. Bundan bizim hiç kuşkumuz yok. Üstelik öteki (Talabani) gibi hokkabaz da değil. Yani ağzından bir laf çıkıyorsa onu düşünmüş, taşınmış, tartmış, sonra söylemiştir. O nedenle "Barzani’yi hafife almak"tan akıllıcası, onu ciddiye almaktır. Ciddiye almak "adam yerine koymak" demek değildir. Bazen de tam tersi daha doğrudur.
Ama Irak’ın kuzeyinde böyle biri varsa ve Türkiye’nin yaşamsal çıkarlarını tehdit etmeyi göze alacak kadar kendini güçlü ve güvenli sayıyorsa, bu ülkeyi yönetenlere düşen, esip savurmak veya "Vururuz, kırarız" edebiyatıyla kamuoyuna gaz vermek değil...
Oturup "Böyle bir adamla ve onun desteğiyle büyüyen sorunlarla (bu arada PKK ile) nasıl baş edeceğimizi ve hepsini nasıl etkisizleştireceğimizi düşünmektir.
Bunun çözümü "askeri" ise, o yol... Değilse öteki seçenekler bu ülkeyi yönetenler ve yönetmeye talip olanlar tarafından iyice tartışılmalı, ulusal bir politika üretecek noktaya ulaşılmalı...
Ve ancak bu aşamaya ulaştıktan sonra, söz konusu politika uygulanmalıdır.
Oysa tam tersi yapılıyor. Örneğin Başbakan Tayyip Erdoğan’ın aklına "Cumhurbaşkanlığına adaylığımı koyayım mı, koymayayım mı?" diye, Türk-İş’e, TÜSİAD’a, TOBB’a sormak geliyor. Ceza Yasası’nın 301’inci maddesi konusunda görüş alıyormuş numarası yapmak için Eczacılar Odası’na, Ziraat Odaları Birliği’ne, Mühendislere ve Tabiplere soruyor ama Türkiye’nin bölünmesini hedef alan gelişmeler konusunda kimseye görüş sormuyor. Ötekilerden vazgeçtik, ana muhalefetle görüş alışverişinde bulunmaya bile lüzum görmüyor.
Öyle ya... Artık resmin içinde ne sırf Barzani var ne de sırf PKK! Resimde şimdi bir de onlara destek verirken Türkiye’yi oyalayan ABD var. O nedenle belirlenecek politika Türkiye’nin belki de önümüzdeki yüz yılını etkileyecek önemdedir. Bunda da ulusal uzlaşma gereksizse, nerde gereklidir?
Not: Sayın Nazlı Ilıcak’tan 7 Nisan 2007 günü bu sütunda yayımlanan "Sevinmek Hakları mı?" başlıklı yazım nedeniyle aşağıdaki açıklamayı aldım. Aktarıyorum:
"Sevgili Oktay Ekşi,
1) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), incelediği birçok olayda, laik demokratik hukuk devletinin korunmasını, meşru bir amaç olarak kabul ediyor. Mahkemenin görevi, meşru amacın varlığını araştırmak kadar, sınırlamanın, hakkın özüne dokunup dokunmadığını da incelemek.
2) Bizim olayımızda Mahkeme diyor ki: "Fazilet’i laik cumhuriyeti korumak için kapattığınızı belirtiyorsunuz. Laik demokrasinin muhafazası meşru bir amaç." Recai Kutan başvurusunu geri çektiği için, Fazilet Partisi açısından bir hüküm kurmuyor. Bizimle ilgili meseleyi ise şöyle özetleyebiliriz: "Bu meşru amacınıza varmak için Ilıcak ile Kavakçı’nın milletvekilliğini düşürmeniz gerekmiyordu. Meşru amaç ile uygulanan ceza arasında orantı bulunmuyor; dolayısıyla hak ihlali var." Üstelik sadece Kavakçı ile Ilıcak’ın değil, onları seçen halkın da hakkının ihlal edildiği sonucuna varıyor.
3) Mahkeme bize tazminat ödemedi. Çünkü, bu kararın tazminat değerinde olduğunu hükmetti. Saygılarımla. Nazlı Ilıcak"Yazının Devamını Oku 10 Nisan 2007
KIZMAK ayrı, başetmek ayrı... Irak’ın kuzeyindeki bölgenin yöneticisi Mesut Barzani ne kadar tahrik edici, ne kadar rahatsızlık verici bir dil kullansa da, kabul edelim ki, Türkiye’yi yönetenlerden çok daha akıllıca bir politika uyguluyor. Bizimkilerin haftada bir çelişkiye düştüğü bir konuda o, yıllardır hiç tutarsızlığa düşmeden, üstelik sağlam adımlarla ilerliyor.
Amacını da saklamıyor... Bugün değilse yarın bağımsız bir Kürdistan devletini kuracağız. Buna kendinizi alıştırın diyor.
Peki biz ne yanıt veriyoruz:
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün dün ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’la bir telefon konuşması yaptığı ve Barzani’nin "Türkiye, Kerkük’e karışırsa biz de Diyarbakır’a karışırız" şeklindeki sözlerine değinerek;
"Söyledikleri kabul edilemez. Tamamen provokatif bir tutum. Bu tür söylemlerden vazgeçmesi için ciddi şekilde uyarılmalı. Irak sizin sorumluluğunuz altında. Eğer siz susturmazsanız, biz nasıl susturacağımızı biliriz" dediği bildiriliyor.
O bildiriliyor da Rice’ın;
"Beyefendi, bu tür tehditleri gerek sizin gerekse Başbakanınızın ağzından kaçıncı defa duyuyoruz. İsterseniz inandırıcı olmak için daha yeni ve daha akıllıca bir şey bulup söyleyin" türü bir yanıt verip vermediğini bildirilmiyor.
Rice iyi ki sadece Abdullah Gül’ün sözlerine yanıt vermek durumunda kalmış. Ya bir de Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dün gazetecilere;
"Ben (Barzani’ye) şunu tavsiye ederim, altından kalkamayacakları sözler söylemesinler. Sonra bu sözlerin altında ezilirler. Türkiye ile sınırdaş bir Kuzey Irak, şu anda attığı bu adımlarla çok ciddi yanlışlar yapıyor. Bunun bedeli onlar için çok ağır olur. Barzani burada ne yazık ki haddini aşmıştır. Bu ifadelerle eğer kendini tatmin ediyorsa onu bilemem" dediğini duysaydı Gül’e;
"Sayın Gül siz bu konuyu benimle neden konuşuyorsunuz? Başbakanınızın bugün, Barzani’nin hükmettiği ’Türkiye ile sınırdaş bir Kuzey Irak’ diye söz ettiğini duymadınız mı? Bu sözleri biz ’Türkiye’ ile ’Kuzey Irak’ isimli (veya Kuzey Irak’taki) bir ülkenin komşu olduğu şeklinde anlarız. O zaman da gidin kendi meselenizi kendiniz çözün deriz" yanıtını vermesi gerekirdi.
Tutarsızlığımızın örnekleri keşke bu kadar olsa... Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın, "PKK terörünü desteklediklerini" ileri sürerek, "Irak’taki Kürtlerle görüşmem" demesine bu hükümet karşı çıkmadı mı? Sonra Başbakan Erdoğan, Riyad’a gitme bahanesini kullanarak Talabani ile muhabbetli bir konuşma yapmadı mı? Bunun ardından "diyaloğun fazileti" vurgulanmadı mı?
Oysa bakın, Barzani hiç aldırış etmiyor. Aşama aşama ve muntazam adımlarla amacına doğru ilerliyor. Çünkü oturmuş, hesabını yapmış. Kısa vadede neler diyeceğini ve uzun vadede ne yapacağını belli ki programa bağlamış.
Ya bizimkiler? Hálá ortalıkta sallanıp duruyorlar.
Allah üçüncü sınıf bir cehaletin elinde kalan bu ulusu korusun... Başka ne diyelim?
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2007
AĞZINDAN çıkanı bildiğini söyleyen Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç, eğer "Latin alfabesi 11’inci alfabemiz oldu. 29 harften oluşan alfabe Türkçe’deki bazı sesleri karşılamıyor. Alfabede 32 harf olsa, bazı sesleri daha rahat karşılardı. (...)" demeden önce konunun geçmişini biraz okusaydı, sanırız ağzından başka sözler çıkardı. Önce Sayın Bakan’ın bir yanlışını düzeltelim... Bugünkü alfabemiz, Türklerin 11’inci alfabesi değil, 18’inci alfabesidir. Sayın Bakan merak ederse Kaya Türkay’ın, müteveffa dil bilgini Agop Dilaçar hakkındaki kitabına bakabilir.
İkincisi "harf devrimi", Sayın Bakan’ın ayaküstü verdiği fetvalarla gözden düşürülecek kadar çürük değildir. Nitekim "harf devrimi"nin Büyük Atatürk’ün yaptığı devrimler arasında en yoğun ve uzun hazırlık dönemine ihtiyaç duyulan devrim olduğu bilinir.
Aslında harf devrimi (belki daha doğru ifadeyle yazıda reform) yapma fikri ilk olarak 1862 yılında Münif Paşa (1862-1910) tarafından ortaya atılmıştır. Tarihi olayları yaradana sığınıp yazma marifeti basınımızda yaygın hale geldiği için, aynı kategoriye girmemek amacıyla söyleyelim:
Sultan Abdülhamid’in "Siyasi Hatıralarım" isimli 1974 baskısı kitabına göre Abdülhamid de, "Halkımızın büyük cehaletine sebep, okuma yazma öğrenimindeki güçlüktür. Belki bu işi kolaylaştırmak için Latin harflerini kabul etmek yerinde olur" demiştir.
İşin tuhafı aynı Abdülhamid’in "devletin resmi dili Arapça olmalıdır" dediği de bilinir.
Demek istediğimiz şu:
Latin harflerine dayalı Türk alfabesi, üzerinde uzun süre kafa yorulan, dönemin basınında çok tartışılan, o nedenle de yaşama geçirildiği tarihe kadar fikri altyapısı tamamlanmış olan bir devrimin ürünüdür.
Hatta Latin alfabesine dayalı Türk alfabesine geçme fikrini Atatürk’ün, daha Erzurum Kongresi bitince kendisine söylemiş olduğunu Mazhar Müfit Kansu anılarında bildirmektedir. Ancak aynı Atatürk’ün bu devrimi gerçekleştirmek için uzunca bir süre beklediği -hatta Falih Rıfkı Atay’a göre- 1928’e kadar geciktiği de bir gerçektir. Nitekim Atay, gazeteci Hüseyin Yalçın’ın kendisine 1923’te "Latin yazısına niçin geçilmediğini" sormasına Atatürk’ün kızdığını ve "Bana vakitsiz bir iş yaptırmak istiyordu" dediğini Türk Dili Dergisi’nin Ağustos 1958 tarihli sayısında bildirmektedir.
Falih Rıfkı Atay’ın o yazısı, Sayın Bakan’ın şimdi "Alfabemize 3 harf daha eklenmeli" anlamındaki sözlerine de yanıt verdiği için alıntı yapalım:
"Nitekim şartların olgunlaştığını görünce Atatürk harekete geçti. Alfabe komisyonunda ben de üye idim. (...) Komisyonda yazı değiştirmek lazım mı değil mi tartışmasını çabuk atlatmıştık. Fakat harflerin seçilmesine yalnız Türk kelimelerini esas tutanlarla Osmanlıca’daki yabancı (Arapça, Farsça, O.E.) kelimelerin bütün söyleniş haklarını verecek harfler ve işaretler bulundurmak fikrini ileri sürenler (bugün Sayın Bakan’ın görüşünde olanlar O.E.) arasında anlaşmazlık uzun sürdü. Biz Türkçü ve Türkçeciler sade bir alfabe istiyorduk. Arap söyleyişinin de, eğer Arapça kelimeler dilde kalacaksa, bu yeni kalıp içinde eriyip kaybolmasının doğru olduğunu iddia ediyorduk. (Örneğin) "q" harfini bu sebeple reddetmiştik. Türkçe kelimeler için "k" harfi yetiyordu.(...)"
Yer kalmadı... O nedenle Sayın Bakan’a kısa söyleyelim:
Pişmiş aşa soğuk su katmayın.
Yazının Devamını Oku