7 Nisan 2007
FAZİLET Partisi milletvekili iken, partilerinin "Anayasa’ya ve Siyasal Partiler Yasası’na aykırı eylemlerin merkezi haline gelmesi sonucu doğuracak tutum ve davranışları nedeniyle" kapanmasına yol açan Merve Kavakçı, Nazlı Ilıcak ve Mehmet Sılay’ın başvurusu hakkında verdiği kararı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) önceki gün açıkladı. Dünkü bazı gazeteleri görenler zanneder ki bu eski milletvekilleri ya Büyük Zafer’i veya Waterloo’yu kazanmışlar.
Hadi biraz daha mütevazı olalım... Sanki Dreyfus davasından galip çıkmışlar.
Çünkü AİHM, bunların milletvekilliğinden düşürülmelerini "gereğinden ağır bir yaptırım" olarak görmüş. AİHM o nedenle, Türkiye C. Devleti’nin "mahkeme giderlerini karşılasın" diye Nazlı Ilıcak’a 5 bin, Kavakçı’ya 4 bin ve Sılay’a 3 bin Euro (Avro) ödemesine karar vermiş.
Şimdi bakıyoruz, bazı kalemler mümkün olsa sütunlarında zil çalıp oynayacaklar. Çünkü bu karar "Kadın artık parlamentoya başörtüsüyle (türbanla) girebilir" anlamına geliyormuş.
Gerçi ortada "sevinç naraları" atılacak bir durum yok ama, hadi diyelim ki "başvuruları kabul edildiğine" göre demek ki mahkeme karar vermeye değer bir durum görmüş. Bu bir.
İkincisi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ek 1 No’lu protokolün 3’üncü maddesinin, Türkiye tarafından ihlal edildiğine karar verildiğine göre "davalıların hiç değilse bir noktada haklı bulundukları" da doğrudur. Nitekim "mahkeme masrafları karşılığı" ödenecek para bunun gereğidir.
Lakin mahkemenin kararının ne "Bundan böyle başörtüsüyle Meclis’e girilir" anlamına gelen bir tarafı var, ne de "Bu milletvekillerine yaptırım uygulamak ve ayrıca partilerini kapatmak, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı görülmüş" demek mümkün.
Tam tersine mahkeme diyor ki:
Bakın sizin yaptıklarınız partinizin (Fazilet Partisi’nin) Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasına sebep olmuş. Çünkü eylemleriniz -hani Meclis’teki meşhur Merve Kavakçı sahnesi vardı ya işte o tür eylemler- Türk siyasal sisteminin çok önem verdiği ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin meşru ve yerinde bir amaç saydığı, laik sistemi koruma çabasına aykırı bulunmuş. Bunu aklınızdan çıkarmayın.
Onunla kalmıyor... Merve Hanım, "milletvekilliğimi elimden aldılar. Bana 50 bin Euro tazminat ödesinler" demiş. Mahkeme, "Hadi evladım, mahkeme masrafını al da evine git" anlamına gelecek bir yanıt vermiş.
Nazlı Ilıcak ve Mehmet Sılay’a da "aferin" dememiş. Tam tersine... Aynen Fazilet Partisi ileri gelenlerinin "türban" konusundaki tutumları gibi, Ilıcak’ın türban konusundaki tutumunu da haklı bulan tek kelime söylememiş. Sadece Anayasa Mahkemesi’nin koyduğu, "milletvekilliğini düşürme ve 5 yıl süreyle seçilememe" yasağını, Ilıcak’ın eylemine göre ağır bulmuş.
Bitmedi... Ilıcak, "Benim ifade özgürlüğümle, toplantı ve örgütlenme özgürlüğüm engellendi" demiş, ama mahkeme kabul etmemiş. Kavakçı Hanım "Düşünce, din ve vicdan özgürlüğüme müdahale edildi" demiş, mahkeme "Hadi kızım, işine bak" yanıtını vermiş.
AİHM başka ne diyecekti ki?
Yazının Devamını Oku 6 Nisan 2007
CUMHURBAŞKANLIĞI konusu giderek sinirleri daha da gerecek. Bu, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın "Bize düşen, milletimiz için, ülkemiz için hayırlı olsun demek" suretiyle Ankara’da planlanan 14 Nisan yürüyüşünü içine sindiremediğini ortaya koymasından belli.
Başbakan onunla kalmadı. Kulağına çalınan ama pek de emin olmadığı anlaşılan bir bilgiyi gazetecilerle paylaştı.
Bir gazetede geçenlerde Malatya’daki İnönü Üniversitesi Rektörlüğü’nün, sırf 14 Nisan yürüyüşüne öğrenciler katılsın diye sınavları ertelediği bildirilmişti.
Bu gazetenin yazdığının ne ölçüde gerçeği yansıttığını araştırmadan Başbakan’ın, gazetecilere;
"Bir üniversitemizde sınavların 14 Nisan nedeniyle ertelendiğini öğreniyoruz. E, bu hakikaten bundan dolayı ertelendiyse, hiç şık bir şey değil. (...) Gençliğin imtihanlarını iptal ederek onu oraya niye uyduruyorsun? Mitingi 14’ünde yapma, 12’sinde yap veya 16’sında, 15’inde yap... Başka zaman da yapabilirsin. Çirkin olan şey burası (...) Türkiye’yi buraya getirmeye kimsenin hakkı yok. (...) Parti kurun o zaman. Gelin milletin karşısına çıkıp oy isteyin. Millet sizi oralara getirsin. Ama böyle kendilerine göre adını sivil toplum örgütü koyup... Bize düşen, milletimiz için, ülkemiz için hayırlı olsun demek" demesi, ne kadar gergin ve tepkili olduğunu gösteriyor.
Oysa İnönü Üniversitesi, Başbakan’ın bu sözleri henüz yayımlanmadan açıklama yapmış ve sadece İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nin 7-15 Nisan arasında yapılması söz konusu ara sınavlarının 23 Mart tarihinde Fakülte Yönetim Kurulu’nun aldığı karar gereğince 28 Nisan-6 Mayıs arasına kaydırıldığını bildirmişti.
İnönü Üniversitesi’nin öğrenci sayısı, bizim bildiğimize göre 20 bin kadar.
Demek ki öyle bir "topluca mitinge gidelim" türü karar yok.
Aynı asabiyeti Yüksek Öğretim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç’in, Ankara’da toplanan rektörler adına kamuoyuna yaptığı açıklama nedeniyle de gözlemliyoruz.
Hemen belirtelim... Biz o açıklamadaki "Cumhurbaşkanı seçimini yapmak üzere yapılacak Genel Kurul toplantısında en az 367 (Tam sayının üçte ikisi kadar) milletvekilinin hazır bulunması gerektiği" görüşüne katılmıyoruz. Bunun bir "zorlama" yorum ürünü olduğunu savunuyoruz.
Ama rektörlerin, "Bu makama aday olacak kişilerin, geçmişte sorumluluk doğurabilecek bir suçlandırma veya şaibe altında olmamaları da büyük önem taşımaktadır" demesini ve "Bu doğrultuda adayların özgeçmişinin yanı sıra başta laiklik ilkesi olmak üzere cumhuriyetin değiştirilemeyecek niteliklerini (...) benimsemesini" aranacak temel koşul saymalarını saygıyla karşılıyoruz.
Sayın Başbakan bu konularda sivil toplum kuruluşları başta olmak üzere her çevreyle temas edip kararını sonra açıklayacağını bildirmemiş miydi?
İşte o yürüyüş meşru bir "görüş açıklama" yoludur. Rektörlerin bildirileri de...
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2007
BİR futbol maçından fazla bir şey bekleyecek değiliz. Biliyorsunuz ABD Başkanı Richard Nixon’un döneminde ABD ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında siyasi ilişki kurulması süreci, iki ülke pingpong (masa tenisi) takımları arasında düzenlenen maçla başlatılmıştı. Türkiye ile Suriye arasında öyle bir durum yok. O nedenle söyleyeceklerimizi önceki akşam Halep’te Fenerbahçe ile İttihat Futbol Kulüpleri arasındaki 2-2 sonuçlu maça bağlayacak değiliz.
Demek istediğimiz, Beşar Esad’ın Cumhurbaşkanı olması üzerine değişen Türkiye-Suriye ilişkilerinin artık "güvenilir bir dostluk" ilişkisine dönüşmesi arzusundan ibaret.
Bu sütunda bugünkü siyasi iktidarın dış politikasına ilişkin sayısız eleştiride bulunduk. Ama Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerini olumlu yönde değiştirmeyi amaçlayan politikalara karşı tek kelime söylemedik.
Aslında Türkiye-Suriye ilişkilerinin bozukluğu, baba Hafız Esad’ın Türkiye düşmanı bir kişi olmasından kaynaklanıyordu.
Tıpkı Yunanistan Başbakanı Andreas Papandreu’daki Türk düşmanlığının, iki ülke ilişkilerini yaklaşık 15 yıl boyunca en kötü düzeye kilitlemesi gibi.
Andreas’ın politikasını nasıl oğlu Yorgo Papanderu olumlu yöne çevirdiyse Hafız Esad’ın politikasını da oğlu Beşar Esad düzeltti.
Ve Suriye, ABD Başkanı George W.Bush’un en ağır suçlamaları, hatta "Suriye’ye saldırının gün meselesi olduğu" izlenimi veren sözleri sonucu içine düştüğü yalnızlıktan, Türkiye’nin uzattığı dostane el sayesinde kurtuldu.
Türkiye-Suriye ilişkilerinin geçmişinde iyi sayfalar bulmak maalesef zor. Örneğin PKK’nın uzun süre Suriye kontrolü altındaki Bekaa vadisinde yuvalanmış olması, PKK’nın çocuk katili liderini uzun yıllar topraklarında koruması, Türkiye’den toprak talep eden söylemler üretmesi, Türkiye’yi müşkül duruma düşürecek herkese ve her politikaya destek vermesi, unutmakta zorlandığımız olgulardır.
Bu olumsuzlukları giderebilmek için merhum Turgut Özal da çok uğraştı. Hatta Dicle, Fırat nehrinden Suriye’ye saniyede 500 metreküp su bırakma taahhüdü karşılığı PKK’ya verdikleri desteği çekmeleri için Hafız Esad’ı ikna ettiğini sandı. Ama geriye sadece Suriye’ye yapılmış taahhüt kaldı.
Şimdi PKK’ya karşı Suriye ile ortak operasyon yapabildiğimiz bir noktaya ulaştık.
Okuduklarımız gazetelerimizin mutad aşırı iyimserliklerini değil de gerçeği yansıtıyorsa, Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın, kendisiyle görüşmek için Şam’a gelen ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Bayan Nancy Pelosi’yi, "Türkiye’den çok önemli konuğum var. Onu uğurlamadan görüşemem" diyerek beklettiği bildiriliyor.
Nancy Pelosi, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Washington’a yaptığı ziyaret sırasında talep ettiği randevuyu kabul etmemişti. O olay anımsanırsa, Beşar Esad’ın jesti daha anlamlı hale gelir.
Tüm bunlarla biz iki ülke ilişkileri konusundaki "iyimserliğimizi" dile getirmek istiyoruz. Başka bir şey değil.
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2007
İLETİŞİM teknolojilerinin gelişmesi elbet çok yarar sağlıyor ama ister istemez sakıncalarını da yaşamımıza şuradan buradan bir delik bulup sokuveriyor. Çocuk pornosu konulu haberleri anımsarsınız.
Sadece o değil, fuhuş, intihara teşvik, uyuşturucu madde dahil bazı konularda toplumsal yapıyı korumayı amaçlayan önlem arayışı bir süredir tüm ülkeleri meşgul ediyor.
Lakin "elektronik ortamda işlenen suçların önlenmesi" için demokratik toplum yapısına uygun bir çözümün bulunabildiğini söyleyemiyoruz.
Dahası bu önemli konu gazetelerde pek de yer almıyor.
Oysa karşımızda koskoca bir sanal dünya var.
Çeşitli kaynaklar değişik rakamlar veriyor olsalar da örneğin 1 milyar internet kullanıcısının oluşturduğu bir hacimden söz ediyoruz. Dünyada 110 milyon kadar web sitesi olduğu biliniyor. Sadece YouTube isimli sitedeki 100 milyon adet hareketli, sesli görüntü, birkaç tuş darbesiyle ulaşılacak kadar herkesin dünyasına yakın bir yerde bulunuyor.
Gelelim Türkiye’ye... Sırf Türkiye’de kaydedilmiş web sitesi sayısının 100 bin kadar olduğu, bunlara yurtdışında kaydedilmişleri de ekleyince sayının 600 bini bulduğu bildiriliyor. İnternet (uzmanlar onun yerine bilişim ağı denilmesini istiyorlar) kullanıcılarımızın sayısının 20 milyon kadar olduğu ileri sürülüyor.
İşte bu büyük dünyanın halen içinde bulunduğu başıboşluktan veya diğer ifadeyle keşmekeşten kurtulması gerekli. Lakin bugüne kadar sağlıklı yani demokratik bir toplum yaşamının gereklerine uygun ve tatmin edici bir çözüm üretilemedi.
Ama ihtiyaç ortada olduğu için belli ki hükümet de bir çözüm aramış. Nitekim Ulaştırma Bakanlığı tarafından hazırlanan ve Meclis’e gönderilen bir yasa tasarısı bugünlerde TBMM Adalet Komisyonu’nda tartışılıyor.
Tamam... İhtiyaç ortada ama o ihtiyacı karşılamak için getirilen öneri, doğru bir öneri mi yoksa sakıncası ondan beklenen yarardan daha büyük bir öneri mi?
Tasarıyı bulduk. Konunun uzmanlarıyla konuştuk. Sonunda o kanıya vardık ki, bugünkü iktidar, düpedüz zaptiye mantığıyla bir çözüm üretmeye kalkışmış.
Daha doğrusu çözüm ararken, Batı demokrasileri gibi "özgürlükçü" yaklaşımı değil, kendi vatandaşlarının belli başlı web sitelerine ulaşmasını engelleyen Çin Halk Cumhuriyeti ve İran gibi ülkelerin tuttuğu yolu benimsemiş.
Tutmuş Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı adıyla yeni bir kurum oluşturmuş. Bu kuruma veya onun başvurusuyla yargıca, yukarıda sakıncalı sayılabileceğinden söz ettiğimiz yayınlara ulaşmayı engelleme yetkisi tanınmış. Yani düpedüz bir sansür kurumu meydana getirmek istenmiş.
Ayrıntıya yeri gelince girmek koşuluyla soralım:
Programında "Sansür ve benzeri kavramların tanımı (...) tamamen sivil inisiyatif tarafından belirlenecek ve önlemler de yine siyasi iradenin dışında alınacaktır" diyen yoksa başka bir AKP miydi?
Yazının Devamını Oku 3 Nisan 2007
DANIŞTAY 8’inci Dairesi’nin geçen yıl kamuoyunu hayli meşgul eden meşhur "Kırmızı sokak" genelgesini esastan iptal ettiğini öğrenince belki siz de, "İyi ki laik cumhuriyetin temel değerlerini koruyan birkaç kurumumuz hálá var ve görevlerini yapıyorlar" demişsinizdir. Aslında Danıştay bu genelgenin uygulanmasını tam bir yıl önce, yani 1 Nisan 2006 tarihinde durdurmuştu. Şimdi konunun esastan değerlendirilmesi sonunda varılan karar ortaya çıktı.
"Kırmızı sokak" genelgesi, anımsayacağınız gibi Kasım 2005 sonlarında öğrenildi. Genelgeyi İçişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı’na Vekáleten bakan Zekeriya Şarbak imzalamıştı.
Genelge tüm belediyelerle il genel meclislerinin kendi yetki alanları içinde, "içkili yer bölgelerini yeniden tespit etmesini" istiyordu.
Görüntüde her şey normaldi. Çünkü yeni bir yönetmelik çıkmıştı ve genelge onun uygulanmasına ilişkin yön gösteriyordu.
Dahası gerekçe de hazırdı. Nitekim hemen "Şehir içindeki içkili yerlerin sebep olduğu gürültüden ve içkili insanların diğerlerinin huzurunu kaçıran hareketlerinden aileleri vs.yi korumak" türü bahaneler dile getirildi.
Ve gayretli bazı belediyelerle kamu kurumlarının bağnaz yöneticileri hemen fırsat bu fırsat diyerek harekete geçti. Örneğin Ankara Büyükşehir ile Konya’daki Büyükşehir ve ilçe belediye tesislerinde içki servisine son verildi. Tokat’taki öğretmen evinde, Amasya’daki DSİ tesislerinde içki yasağı kondu. Denizli Belediyesi "içkili yerleri şehir dışına çıkarma" kararı aldı.
Neyse ki Adalet ve Kalkınma Partili başkanların bulunduğu Antalya’da, İstanbul’da bu çağdışı kafa egemen olamadı. Ama AKP elindeki birçok belediye, hemen bulundukları yörenin üstüne, "burada yaşam yok" perdesini çektiler.
Hepimiz biliyoruz ki konunun özü "içkili yer" değil. "İçkili yer" bahane... Asıl mesele "Senin yaşam şeklini beğenmiyorum. Onu bana uydurmaya mecbursun" dayatması.
Dayatma da "din" adına yapılıyor ama laik bir devlette bunu "din" gerekçesiyle ortaya koyunca sistemin duvarına çarpıldığı için başka gerekçeler bulmak gerekiyor. Çünkü hálá laik cumhuriyetten öç alma kavgası sürdürülüyor.
Nitekim son günlerde İstanbul kamuoyunda çok tartışılan iki konu var. Kültür Bakanlığı aklını Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’ne taktı. Onu yıkıp yerine "çok amaçlı bir yeni kültür merkezi yapılacak"mış.
Büyükşehir Belediyesi de Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nu yıkmaktan ve yerine daha iyisini yapmaktan söz ediyor.
"Peki ne yapacaksanız onu ortaya koyun da sonra konuşalım" deyince doyurucu bir yanıt alamıyorsunuz. Çünkü muhtemelen gerçek niyet buna izin vermiyor.
Gerçek niyeti öğrenemeyince de insanın aklına ister istemez soru işaretleri geliyor. Hani 1996-97’de "Taksim’e cami yapıp İstanbul’u bir kere daha fethetmek" iddiası vardı.
"Onu yapamadık ama bunu yıkarız" türü bir düşünce gerilerde rol oynamış olmasın...
Yazının Devamını Oku 1 Nisan 2007
İNGİLTERE ile İran arasında 23 Mart gününden beri sürüp gelen ihtilafın özündeki gerçeği şu anda bilme olanağımız yok: İran bilindiği gibi o gün bir İngiliz devriye botunun, Şattül Arap’ın Basra Körfezi’ne döküldüğü yere yakın bir noktada kendi karasularına girdiğini ileri sürüyor.
Bottaki 15 İngiliz askerini o nedenle esir alıp götürdüğünü bildiriyor.
İngilizlerin iddiasına göre, söz konusu bottaki askerler İran karasularına girmemişlermiş. Tam tersine Irak karasularındaki bir ticari geminin Irak’a kaçak mal getirip getirmediğini kontrol amacıyla oradalarmış. O nedenle İranlılar ortada bir sınır ihlali yokken 15 askeri esir alıp götürmüşlermiş.
İhtilafın hikáyesi en basit ve kısa şekliyle bu.
Ama o gündenberi cereyan edenler, aslında "Bir yanlışlık olmuş. Askerlerimize talimat veririz, bir daha bu tür yanlışlıklara meydan vermezler" türü bir yazışmayla çözülebilecek krizin giderek dallanıp budaklandığını gösteriyor.
Önce biliyorsunuz İngiltere, "İran’la sizin ilişkileriniz iyi görünüyor" diyerek Türkiye’nin devreye girmesini istedi.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile Başbakan Tayyip Erdoğan gerçekten İran’la temas kurdular. Derhal hem İran Dışişleri Bakanı, hem de Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad ile görüştüler.
Hatta Başbakan Erdoğan, kendisinin Ahmedinejad’la yaptığı görüşme sırasında, esirler arasındaki tek kadın askerin salıverilmesini istediğini, bu talebinin olumlu karşılandığını o sırada bulunduğu Riyad’dan tüm dünyaya müjdeledi.
Biz de "Oh... Oh! Hükümetimiz yeni bir diplomatik zafer daha (!) kazandı" diye mutlu olduk.
Lakin işler tersine döndü. Çünkü İran televizyonlarının, ellerinde bulunan İngiliz askerlerinin görüntülerini yayımlaması, özellikle de hanım askerin saçlarının örttürülmesi, İngiliz kamuoyunun kanına dokundu.
Öyle ya... Koskoca kraliçenin tebaasının böyle, ne de olsa aşağılanmış gibi sergilenmesi kabul edilebilir bir durum değildi.
(Dikkat edin... Başlarına çuval geçirme filan da yok.)
Nitekim aynı kafada olan Avrupa Birliği ülkelerinin Dışişleri Bakanları da "İngiltere’yi desteklediklerini" bildirdiler.
İyi de... Desteklenmesi gereken İngiltere mi olmalıydı "haklı olan" mı?
Eğer İngiliz askerlerinin gerçekten Irak karasularında iken esir alındıklarını iddia ediyorsanız, elbet İngiltere’yi desteklemelisiniz.
Ama eğer ondan emin değilseniz ve hatta İran’ın haklı olduğunu biliyorsanız o desteğin anlamı ve yeri ne?
Bilirsiniz, kediyi korkutup kaçırmak kolaydır. Ama eğer bir köşeye sıkıştırır da üstüne gitmeye devam ederseniz, birden kaplanlaşıverir ve üstünüze atladığı gibi pençesini geçirir.
Maalesef Batı dünyasının bir süredir İran konusunda izlediği politikalar da öyle.
Üstelik o kadar önyargılı ve tek taraflı hareket ediyorlar ki, bizi bile Mahmud Ahmedinejad’a "aferin" demek zorunda bırakıyorlar.
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2007
BASINA açık olmasa da Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın Harp Akademileri’nde yaptığı konuşma, daha bir süre tartışılacak galiba. Önce belirtelim:
Sayın Başkan bu tür konuşmalarda, gazetecilere ayaküstü verdiği yanıtlardakinden çok daha başarılı oluyor.
Çünkü, ölçülü ve dikkatli bir üslubun avantajlarından yararlanıyor.
Büyükanıt’ın "Kimse bize Anayasa’yı hatırlatmasın" şeklindeki uyarısı, "askerin zamanı gelince görevini yapmak zorunda olduğunu" anımsatması, böyle dikkatle söylenmiş "altı çizilecek" ifadelerdir.
Büyükanıt’ın bu sözlerinin anlamını kavrayabilmek için kanımızca 2 Ekim 2006 tarihinde yine Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmaya bir göz atmak doğru olur. Çünkü Silahlı Kuvvetler’in böyle özel önem verdiği mesajların daha öncekilerle tutarlılık içinde olmasına ve bir bütün teşkil etmesine dikkat ettiği bilinir.
Büyükanıt sözünü ettiğimiz konuşmada;
"Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün yalnız şahsı değil, düşünce sistemi, Cumhuriyet rejimimizin temel nitelikleri ağır bir saldırı altında değil midir? Her fırsatı Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmak için kullananlar kimlerdir? Toplumsal yapımızı bozarak insanımızı çağdışı bir görünüme sokmak isteyenler yok mudur? Bu sorulara ’Hayır, Türkiye’de bunlar yoktur’ diyebiliyor musunuz? Eğer diyemiyorsanız, Türkiye’de irtica tehdidi vardır ve bu tehdide karşı her türlü önlem alınmalıdır" diyordu.
Hepimiz biliyoruz ki Büyükanıt’ın o sözleri de Yargıtay başkanlarının her yıl 6 Eylül günü yeni Adli Yıl’ı açarken yaptığı konuşma gibi, gerçekleri ifade etmekle kaldı. Bir başka deyişle duyuldu, okundu ama o gerçekleri olumlu yönde değiştirecek hiçbir şey yapılmadı.
Oysa Büyükanıt’ın basına kapalı olan son konuşmasında "askerin, zamanı gelince görevini yapmak zorunda olduğuna" ilişkin sözlerinin temeli de -yanılmıyorsak- ondan önce yaptığı bir başka konuşmada ifadesini bulmuştu. Büyükanıt o konuşmada, "Anayasamızın temel ilkelerini korumanın, siyaset yapmak değil, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin asli görevinin gereğini yerine getirmek" olduğunu açık bir şekilde vurgulamıştı.
Bu uyarıların bazı zihinlerde ne gibi çağrışımlar yapacağını elbet biliyoruz. Bu çağrışımların hiçbiri kanımızca onlara, Anayasal sistemle ve devletin temel ilkelerinin gereği ile kavga etme hak ve yetkisini vermez. Tam tersine, bugünkü iktidarın kuruluş günlerinde resmen ifade edildiği gibi, Anayasal sistemi korumaya öncelik veren bir siyasi çizgi izlendiği takdirde, ne Büyükanıt’ın bu tür uyarılarda bulunmasına lüzum kalır ne de ülkede bir huzursuzluk olur.
Ama hem "aklımdakini yapacağım" yani "Cumhuriyetin temel değerlerini yok sayacağım hem de bana kimse ses çıkarmasın" diyen biri çıkarsa onun öğrenmesinde yarar olan şey çok açıktır:
Türkiye Cumhuriyeti, sözünü ettiğimiz temel ilkeleri ne pahasına olursa olsun korur. Bunun için hukuk dışına çıkmaya gerek de olmaz. Çünkü yapılması gereken sadece aynen içinde bulunduğumuz dönemde de olduğu gibi, "işletilmeyen" yasaları işletmekten ibarettir.
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2007
MERHUM Turgut Özal’a hayranlık duyanlar bildiğiniz gibi kendisini "vizyon sahibi" bir devlet adamı olarak nitelendirirler.<br><br>Özal elbette son derece zeki bir insandı, ama aldığı bazı kararlar onun zekásından da vizyonundan da şüphe etmeyi gerektirecek kadar yanlış olurdu. İçimizden "iyi niyetinden" kuşku ihtimali de geçmiyor değil, ama dile getirmiyoruz.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın 16 Mart 2007 günü İstanbul’daki Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmanın özeti dünkü Radikal Gazetesi’nde vardı. Bugünkü Hürriyet’te de aynı konuda bir haber bulacaksınız.
Bu özetlerden anladığımıza göre Büyükanıt, Türkiye’nin güvenliği konusundaki görüşlerini açıklarken, "Bugün karşımızda bulunan birçok sorunun (temelinde yatan gerçeğin O.E.), geçmişin yanlış çözümleri olduğunu kabul etmemiz gerektiğine inanıyorum. 1991 yılında Irak’ta 36’ncı paraleli çizip, ona destek vererek, Kuzey Irak’ta bugünü yarattığımız bir gerçektir. Kendi yaptığımız hataları başkasına yükleme şansımız yoktur" demiş.
Büyükanıt’ın sözleri altına sadece imzamızı değil, kalıbımızı da basarız.
Anımsayacağınız gibi Türkiye’ye Amerikan, İngiliz ve Fransız hava kuvvetlerine mensup savaş uçakları konuşlandırarak Irak’ın 36’ncı paralel üstünde kalan kısmına Saddam Hüseyin’in müdahale etmesini önlemek Turgut Özal’ın fikriydi. Merhum "Ben dedim ABD kabul etti" diye de övünürdü.
Özal’ın gerekçesi bu suretle Kuzey Irak’taki Kürt halkın Türkiye’ye sığınmasını önlemekti.
Bu çok yanlış kararı kamuoyuna hazmettirmek için bir de, "Çekiç Güç’e izin verdiğimiz için Kuzey Irak’a zaman zaman yaptığımız askeri müdahalelere ABD ses çıkarmıyor" deniyordu.
Ama Özal’ın önerisi üzerine kurulan Çekiç Güç bizim değil Kuzey Irak’taki Kürtlerin ve özellikle PKK’nın işine yaradı.
İleri görüşlülüğümüzün (!?) derecesini anlatabilmek için bir başka gerçeği daha anımsatalım:
O tarihlerde Mesut Barzani ile Celal Talabani birbirinin can düşmanı idi. Hatta Barzani, 1996 Eylül’ünde Talabani’nin Kürdistan Yurtseverler Birliği denen gücünü ezip geçmiş, Erbil ve Süleymaniye’yi de kontrol altına almıştı.
Onları Ankara’ya çağırarak barıştıran ve bugün Türkiye’ye karşı işbirliği yapmalarının temel koşullarını hazırlayan da biz olduk.
Yukarıda bu dönemden en zararlı bizim çıktığımızı, en kárlı çıkanın da PKK olduğunu söylemiştik.
PKK bir yandan bozulmuş Irak ordusunun depolarını soyarak, öte yandan da sözde Saddam’a karşı kendilerini savunsunlar diye ABD tarafından Kürt halka dağıtılan silahları alarak tüm eksiğini giderdi.
Böylece hem mücadele ettiğimiz terör örgütünü hem de onunla aslında dayanışma içinde olan Kuzey Irak’taki Kürtçü hareketi biz güçlendirdik.
Şimdi aynen Büyükanıt’ın demek istediği gibi kendi ahmaklığımızın bedelini ödüyoruz.
Arada bir Amerikalılara kızıp duruyoruz. İyi de... Ne hakkımız var ki?
Yazının Devamını Oku