29 Mart 2007
FATİH Çekirge, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın gezisini izlemek için gittiği Riyad’dan, son ayların en çok yanıt aranan sorusuna ışık tutacak ilk işaret fişeğini dün attı: Çekirge, "eğer olursa" kaydıyla bildiriyor ama aslında Tayyip Erdoğan’ın hem cumhurbaşkanı olmayı aklına koyduğunu, hem de Çankaya Köşkü’ne çıkınca görevini nasıl bir anlayışla yapacağını söylüyor.
Başbakan’ın en yakınlarına atfen verilen bilgilere göre Başbakan, kamuoyunda sürüp gelen ve "papatya falına" dönüşen tartışmalardan rahatsızmış.
Tamam... Onun kolayı var... Hemen "16 Nisan’ı beklemeden açıklıyorum... Ben Cumhurbaşkanlığı’na adaylığımı koyacağım" dersiniz veya bir yetkilinize bunu söyletirsiniz, olur biter. Aynen Sayın Başbakan gibi, "Kim aday olacaksa çıksın ortaya da onu konuşalım" diyen kamuoyu da rahatlar.
Hem o zaman çok daha iyi bir aşamaya gireriz. Aynen Sayın Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanı seçilmesi ardından DYP liderliğine soyunan Tansu Çiller ve öteki adaylar hakkında yazdığımız gibi, şimdi de yeni adayların kişiliklerinden yaşam anlayışlarına; bilgi birikimlerinden devlet deneyimlerine; siyasi geçmişlerinden mal varlıklarına; talip oldukları görev için yeterli olup olmadıklarından sosyal ilişkilerine kadar her şeyi gündeme getirip tartışma olanağı buluruz.
Kamuoyu ve özellikle milletimiz de yarın öbür gün "Başkomutan" sıfatını taşıyacak, milli birliğimizi ve devletimizi temsil edecek makama talip olan kişiyi tanır.
Aksi halde o makama "seçerek" değil, kur’a torbasından "isim çekerek" birini getirmiş gibi, eksik ve yanlış bir metotla sonuç alırız.
Çekirge’nin haberinden, Sayın Erdoğan’ın "Cumhurbaşkanı olursa" görevini, "Türkiye’yi normalleştirici" bir anlayışla yapacağını, "uluslararası ilişkilerde aktif" rol üstleneceğini ve bir de "toplumsal mutabakat arayan" ve -yanlış anlamadıysak- "merkezi" temsil eden bir cumhurbaşkanı modeli ortaya koyacağını anladık.
Haberden onu anladık ama "Türkiye’yi normalleştirme projesi" ile "merkezin cumhurbaşkanı" modelinin neyi ifade ettiğini kendi kendimize bir türlü izah edemedik.
Sayın Erdoğan’ın hükümet kurduğu zaman "Tüm ulusun hükümeti" olma sözü verdiğini de anımsıyoruz, yetkilerini kullanmaya başladığı andan bugüne kadar insanları "bizden olanlar, ötekiler" diye ayırdığını da... O deneyim ışığında bugünkü mesaja nasıl inanacağız? Bu bir.
İkincisi, Erdoğan’ın çevresindekiler, Cumhurbaşkanı olursa neden "Anayasa’nın 103’üncü maddesindeki yeminin gereklerini tam olarak yerine getireceğini" değil de, kimsenin merak etmediği hususları, örneğin aktif bir cumhurbaşkanı mı olacak, durağan bir kişilik mi sergileyecek sorusunu yanıtlıyorlar, doğrusu anlaşılmıyor.
Yoksa o yemin metninin, "Anayasa’ya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve devrimlerine, ve laik Cumhuriyet’e bağlı kalma" taahhüdü içeren cümlelerinin anımsatılması "Adalet ve Kalkınma Partisi tabanını rahatsız" eder diye mi düşünüyorlar?
Yazının Devamını Oku 28 Mart 2007
BELKİ sekiz, belki de on yıl önceydi. Konrad Adenauer Vakfı’nın çağrısı üzerine Antalya’da bir sempozyumdaydık. Temel konu yanılmıyorsak "Kemalizm ve demokrasi" idi.<br><br>Almanya’dan ve Türkiye’den birçok akademisyen ve gazetecinin katıldığı sempozyumda bir Alman gazeteci, "Abdullah Öcalan’a ’Bay’ demenin suç sayıldığı bir ülkede ifade özgürlüğünden söz edilebilir mi?" deyince: "Öcalan’a ’Bay’ demenin suç olduğunu söylemek bu ülkeye hakaret etmektir. Sizi ya somut örnek göstermeye veya özür dilemeye davet ediyorum" türü bir çıkışla susturmuştuk.
Şimdi o gazeteciyi bulup özür dilemek ihtiyacını duyuyoruz. Çünkü -Abdullah Öcalan gibi, gözümüzde en aşağılık bir çocuk katilinden daha düşük düzeydeki kişiden söz ederken- ağzından "Sayın" kelimesi çıkanlar hakkında savcıların soruşturma açtığı, yargıçların en az 6 ay hapis cezası verdiği bir ülkede yaşıyoruz.
Yasalara saygı nedeniyle somut örnekten söz edecek değiliz. Ama anlamadığımız bir şey var:
Birinden söz ederken "Sayın" demek onu "övmek" midir?
"Sayın" deyiminin geçmişini geçenlerde Altan Öymen hikayeleriyle, rahmetli Örsan Öymen’in bir yazısından aktardığı alıntılarla uzun uzun anlattı. O vesileyle tazelenen hafızamız da bize "Sayın" deyiminin Türkçe’nin arı bir dile dönüşmesi çabaları sırasında ortaya atılan ama nedense bir türlü tam olarak benimsenemeyen "Bay" ve "Bayan" yerine dilimize girdiğini anımsattı.
Sayınız ki bazılarının anlayışına göre "Bay" veya "Bayan" yerine değil de "Muhterem" kelimesi yerine kullanılıyor olsun...
Benim gözümde "alçak" olan biri, sizin gözünüzde "muhterem" ise öyledir. Buna ben nasıl müdahale edebilirim ve sizin gözünüzde o ismin muhterem olmasını nasıl "suç" sayabilirim.
Bazıları diyorlar ki: "O suçu ve suçluyu övme" fiilidir. Bu nedenle bir suç oluşturur.
Biz de diyoruz ki, orada suçu veya suçluyu övmeden çok, "bu bir suçtur" diyerek "ifade özgürlüğüne müdahale" edildiği gerçeği vardır.
Nitekim bizim gibi düşünen bir dostumuz bir anısını anlattı:
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Başkanı merhum Abdullah Baştürk’ün yargılandığı bir Sıkıyönetim Mahkemesi’nde, Baştürk’ün avukatı, "Sayın Baştürk’ün..." diyerek söze başlayınca askeri yargıç:
"Sen kime Sayın diyorsun!? Bir daha o kelimeyi kullanırsan seni mahkemeden atarım!" diyerek avukatı azarlamış.
Bu örnekler bize, hem biraz fazla alıngan olduğumuzu hem de enerjimizi boşu boşuna böyle incir çekirdeğini doldurmayan şeylere harcadığımızı düşündürüyor.
Aynen eski DEP milletvekili Leyla Zana’nın, biri bizdeki bebek katili olmak üzere kendisine üç adet lider seçtiğine ilişkin sözlerine gösterilen tepkiler gibi...
Tepki göstererek Leyla Zana’yı ve sözlerini önemli hale getirdiğinizi görmüyor musunuz?
Demokrasiyi hazmetmek bu kadar mı zor?
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2007
GALİBA herkes doğrunun yarısını söylüyor. O yüzden de gerçeğin bütün resmi ortaya çıkıncaya kadar birbirimizin saçını başını yoluyoruz.<br><br>Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ile görünürde Adalet Bakanlığı arasındaki gerilimden söz edenlerin çoğu aynen böyle yapıyor. Yargıtay’da boş 23 üyelik ile Danıştay’da boş 9 üyelik için seçim yapmak isteyen HSYK’nın, Adalet Bakanlığı tarafından engellenmesinden doğan gerilimi biliyorsunuz.
Bakanlık seçimi engelliyor; çünkü sorun, el altından HSYK’ya yapılan "Bizim vereceğimiz 5 ismi Yargıtay üyeliğine seçerseniz, gündeme ’seçim’ maddesini koyarız" pazarlığına HSYK’nın "hayır" demesinden çıkıyor.
Önceki gün İstanbul’da "Adalet Bakanı ne yapmış da yargıyı siyasallaştırmış?" diyen Adalet Bakanı Cemil Çiçek, böyle bir "kontenjan talebi"nin söz konusu olmadığını söylemedikçe veya yaptığının "yargı bağımsızlığı ile bağdaştığını" savunmadıkça "yargıyı siyasallaştırma" suçlamasına hedef olmak durumundadır.
Bakanı savunan kalemler, "Mayıs ayı başında Yargıtay Başsavcısı’nın görev süresi bitiyor. Sayın Ahmet Necdet Sezer’in, Çankaya’dan ayrılmadan (16 Mayıs’ta görevini devretmesi gerekiyor) yeni Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nı ataması gerekecek. Yeni Yargıtay üyelerinin hemen seçilmesini isteyenler, başsavcılık seçiminde kendi taraftarlarının kazanması için seçimde ısrar ediyorlar" diyorlar.
Bu görüşte gerçek payı olabilir diye düşündük. Ancak yasaya bakınca gördük ki durum farklı. Çünkü Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı için Cumhurbaşkanı’nın önüne 5 isim konuyor. Cumhurbaşkanı bu beş isim içinde kendi anlayışına uygun bir adayı bugün de bulabilir.
"Yasaya göre Bölge Adliye Mahkemeleri (İstinaf Mahkemeleri) 1 Haziran’da kurulacakmış. O nedenle Yargıtay’da yeni 23 üye seçimine gerek yok"muş.
Gerek yok idiyse Bakanlık neden el altından "Bizim vereceğimiz 5 ismi seçin" demiş?
Kaldı ki soruşturunca öğrendik ki, İstinaf Mahkemelerinin 1 Haziran 2007 tarihinde faaliyete geçmesi imkánsızdır. Çünkü bunların hemen hiçbirinin henüz binaları bile yoktur. Onlara ayrılan 14 bin yargıç kadrosunun 9 binine atama yapılmıştır ama 5 bin kadro henüz boştur. Sadece onlar değil Zabıt Kátibi, Mübaşir gibi kadroları bile boş bulunmaktadır. Yargıtay Birinci Başkanı Osman Aslan’ın 6 Eylül 2006 günü yeni Adli Yılı açarken "İstinaf Mahkemelerinin açılışının 2010 yılına ertelenmesini" istemesinin nedeni de budur. O nedenle 23 yargıç halen Yargıtay için önemlidir.
Son bir nokta... Deniyor ki, "O üyelikler Mart 2006’dan beri boş. HSYK eğer iyi niyetli olsaydı, seçimi daha önce yapardı."
Dahası... Sayın Bakan "seçim" maddesini ilk defa HSYK’nın 11 Ekim 2006 tarihli gündemine koymuş. HSYK’ya yeni seçilen ve ilk olarak o gün toplantıya katılan üye, "Ben henüz kimlerin aday olduğunu bile bilmiyorum. Lütfen erteleyelim" deyince konu geri bırakılmış. Yani "seçimi önce savsaklayıp sonra bastırmak" söz konusu bile olmamış.
Hele bir iddia var ki, kargalar güler... Buna göre "HSYK kadrolaşmak istiyor"muş.
Sayınız ki HSYK bir şekilde "kadrolaştı". Yargıçlar kadrolaşırsa liyakat öne çıkar. Kötü mü?
Yazının Devamını Oku 25 Mart 2007
İLGİLENENLERİ heyecanlandırıp "aferin" almak için sızdırılmış bir haber mi, yoksa samimi bir isteğin ifadesi mi, henüz bilmiyoruz. Şimdi bilmiyoruz ama önümüzdeki aylarda hep birlikte göreceğiz.
Arkadaşımız Nuray Babacan’ın Ankara’dan verdiği bir haberden söz ediyoruz.
Buna göre Başbakan, "Siyasi Etik Yasa önerisiyle ilgili çalışmaların hızlandırılması talimatını" vermiş.
Ona buna "talimat verme" lafının Tansu Çiller’in Başbakanlığı döneminde başladığını, aslında çok kaba ve ham bir ifade tarzı olduğunu belirttikten sonra konuya dönelim:
Arkadaşımızın bildirdiğine göre, önümüzdeki seçimde kazanan milletvekillerine "etik eğitimi" verilecekmiş. Örneğin milletvekillerine, "kabul edebilecekleri hediyeye getirilen sınırlamalar, tayin, torpil ve iş takibi gibi konulardaki yasaklar" anlatılacakmış.
Yasa önerisine göre "milletvekillerinin eş ve çocukları da mal beyanında bulunacak"mış.
Önemli bir hüküm daha getiriliyormuş. Buna göre "vatandaşlar, Etik Komisyonu’na bir dilekçe ile başvurarak, istediği milletvekilinin mal beyanını görebilecek"miş. Buna karşılık milletvekilleri de, "iftiraya uğradım" diye, TBMM Etik Komisyonu’na başvurabilecekmiş.
En önemlisi, bu öneri önümüzdeki milletvekili seçiminden önce yasalaştırılacakmış.
Yukarıda yine bir "aferin" almak için mi bu haberin sızdırıldığını boşuna söylemedik.
Bu konuya ilgi duyanlar, anımsarlar... Geçen yıl yani 5 Nisan 2006 tarihinde Adalet Bakanı Cemil Çiçek "siyasi etik" konusuyla "seçimlerde yapılacak harcamaları" denetleme olanağı veren yasa önerilerini kamuoyuna açıklamış ve "bunları en kısa zamanda yasalaştıracaklarını" bildirmişti.
Keza kamudaki hırsızların koruyucusu olan ve "mal bildirimlerinin gizli kalmasını" emreden yasayı da değiştirerek "mal bildirimlerini açık hale getireceklerini" de söylemişti.
Bakan açıkladı. Önerilerle ilgili eleştiriler yapıldı. Ama bir senedir bir türlü bu tasarılar yasalaştırılmadı. Daha doğrusu iktidarın gönlü elvermedi.
Şimdi "seçimden önce" yasalaştıracaklarını bildiriyorlar.
Biz yine de "iyi" diyoruz ama anlaşılan "seçim malzemesi" yapacaklar.
Babacan’ın aktardığı önerinin içeriğinde eleştirilecek çok şey var ama. Bugün yer kalmadığı için onlara sonra değiniriz. Ancak yine de birkaç nokta önemli:
"Hızlandırıldığı" bildirilen önerinin kapsamı belli değil. Yani "etik" davranışı sırf milletvekillerinden bekler de örneğin belediye başkanlarını, il genel meclisi ve belediye meclisi üyelerini, ayrıca siyasi partilerin ilçe, il yöneticileriyle merkez yöneticilerini kapsam dışında tutarsanız, elinizde Nasreddin Hoca’nın "üç tarafında duvar olmayan, dördüncündeki kapıda kilit bulunan türbesi" gibi bir eser üretmiş olursunuz. Ona siz "etik yasası" diyebilirsiniz ama bir başkasına daha dedirtebilir misiniz, emin değiliz.
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2007
BU konuyu bu kadar uzun süre yazmak aklımızdan geçmiyordu. Ama "yargı bağımsızlığını gerçekleştirme" vaadiyle halktan oy isteyip, yargının bugünkü hak ve yetkilerini dahi ona çok gören bir iktidar gerçeğiyle karşılaşmak bizi zorladı. Bir kısım okuyucularımız bu kadar uzatmamızı yadırgamış olabilir. Aslında "sütun yazarlığı"nın gelenekleri de buna pek uygun değildir. O nedenle bir açıklama yapmaya ihtiyaç var:
Konu ne benim ne de sizin konunuz. Konu, aslında "iktidar sarhoşluğu" ile malul olmasalar ve tüm iktidar sarhoşları gibi, "bu dünya sonuna kadar bize kalacak" sanmasalar kabul edecekler ki, asıl Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) mensuplarına yardım etmeye çalışıyoruz...
Onlar değil miydi geçmiş yıllarda, "siyasi iktidarın zulmü"nden yakınanlar?
Zulüm sadece keyfiliğin hüküm sürdüğü yerde olur. Keyfiliğin düşmanı "hukuk"tur, "bağımsız yargı"dır.
"Bir şiir okuduğu için hapsedildiğini" ileri süren, bunu içine sindiremediğini haykıran kimdi?
Bu şikayetlerin temelinde yatan "bağımsız yargı, iyi işleyen bir hukuk devleti" isteği değil miydi?
Meğer pek de öyle değilmiş. Aslında, "İktidara ben gelirsem, tüm devleti benimle aynı zihniyette olanların eline teslim edeyim. Bağımsız kurum ve kuruluş bırakmayayım" diye düşünürmüş.
Seçimi kazandığı gün kamuoyunun karşısına geçip de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin tüm insanlarımıza karşı eşit ve adil davranacağını, kimseyi dışlamayan bir iktidar olacaklarını söylerken hiç de samimi değilmiş.
Şimdi kendilerinden olmayan herkesi dışlayarak ülkeyi yönetiyorlar.
Çankaya ile kavgalılar. Üniversite ile kavgalılar. YÖK’e karşı sürdürdükleri mücadelenin temelinde bu yatıyor. Askerle -inkar etseler de- kavgalılar. Yargı ile kavgalılar. Medya ile kavgalılar. Çünkü kendi arzularına aykırı bir görüş, bir karar, bir uygulama görünce tahammül edemiyorlar.
Böyle bir anlayışın, yargının zaten bir kırıntı düzeyine inmiş bağımsızlığını da kökünden yok etmesine müsaade edilebilir mi?
Biz bu filmi eski yıllarda gördüğümüz için başkalarına göre daha duyarlı davranıyoruz.
O tarihlerde yani 1950-60 arasındaki iktidar da aynen AKP gibi, yargıyı "kullanmak" isterdi. Gerçi arada yürekli, dürüst, gerçek hukukçu kimliğine layık yargıçlar çıkardı ama iktidardakiler çoğunca yargıyı bir "zulüm aracı" olarak kullanırlardı. Örneğin Ankara’da bir "Basın Mahkemesi Yargıcı" vardı. Kapısından giren, 1 sene 6 ay hapis, 6 bin 666 lira para cezası almadan çıkamazdı.
O günlere tekrar dönmek istemiyoruz. "Adalet"in bir gün kendilerine de lazım olacağını unutmasınlar diye yırtınıyoruz. Başka derdimiz yok.
Not: Yargıya yapılan tasalluta Barolar Birliği’nin de adını vererek "tepki göstermemiş olmalarını" bu sütunda eleştirmiştik. Barolar Birliği, İstanbul ve İzmir Baroları konuyla ilgili açıklama yaptıklarını ancak basında bunların yer almadığını ifade ettiler. Keza Yargıçlar ve Savcılar Birliği yetkilileri de televizyon ve radyo programlarına katılarak yargı bağımsızlığını koruma mücadelesi verdiklerini bildirdiler. Okuyucuların takdirine sunuyoruz. O.E.
Yazının Devamını Oku 23 Mart 2007
HÁKİMLER ve Savcılar Yüksek Kurulu, (HSYK) dünkü toplantıya da katılmayan -böylece kurulun toplanmasını engelleyen- Adalet Bakanlığı Müsteşarı Fahri Kasırga hakkında Yargıtay Birinci Başkanlığı’na "suç duyurusu" yapmaya karar vermiş ve bu amaçla bir de tutanak düzenlemiş. Anlaşılan HSYK üyeleri, müsteşarın, "Anayasal bir organın görev yapmasını engelleyerek suç işlediğini" ileri sürecekler.
Bugünkü iktidar sayesinde "müsteşar" tipi hayli değişti. Örnekleri bilirsiniz:
Başbakanlıkta bu devletin temel ilkelerine karşı olduğunu ilan eden bir müsteşar var.
Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki müsteşarın yasalara aykırı işlemleri nedeniyle "hapis cezası" alması, artık haber değeri taşımayan olağan bir olay haline geldi.
Gümrüklere bakan Devlet Bakanlığı’ndaki müsteşar vekili suçlamalar nedeniyle görevden ayrıldı.
Sağlık Bakanlığı’nda benzeri bir durum var.
Şimdi bir de Adalet Bakanlığı Müsteşarı’nı yargı huzuruna çıkmış, "Suçum yok hákim bey!" derken görürsek anlaşılan şaşmayacağız.
Neyse o konunun bir başka tarafı. Bizi ilgilendiren -birkaç gündür ısrarla yazdığımız için konuyu tekrar özetleyecek değiliz- "HSYK’nın adalet tarihimizde -yanılmıyorsak- ilk defa gördüğümüz, verdiği yargı bağımsızlığı mücadelesine kimlerin ne kadar destekte bulunduğu?" sorusu.
Biliyorsunuz bizim avukatlar, haktan hukuktan söz açılınca ilamaşallah mangalda kül bırakmazlar.
Lakin bireysel ortamda "hak", "hukuk" ve "adalet" savaşçısı olan avukatlarımız nedense "yargının bağımsızlığı" konusunda başlayan bu onurlu kavgaya hiç ilgi göstermiyorlar. O nedenle ne seslerini duyuyoruz, ne de tepkilerini...
Haklı olarak "Adaletin bir unsuru yargıç, ötekisi savcı, üçüncüsü de avukattır" diyenler neredeler?
Yargıcın baskı altına alınabildiği bir sistem içinde yapılan avukatlığa avukatlık denebilir mi? O olsa olsa bir tür hokkabazlıktır yahut da en iyimser tanımlamayla "dosya takipçiliği"dir.
Onca yıl hukuk okuyan, hukuk yiyip hukuk içen ve sayıları yanılmıyorsak 80 binden fazla olan avukatlar da bu kavgaya sahip çıkmazsa kim çıkacak?
Barolar nerede? Barolar birliği nerede?
Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) adıyla kurulan ve tüzüğüne göre "yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığını ve yargıç güvencesini" amaç edinen derneğin bu konudaki barutu bir atımlık mıydı?
Hadi onlar seslerini çıkarmadılar diyelim, peki ama bunca üniversitenin hukuk fakültelerinde öğrencilerine, "yargı bağımsızlığı, hukuk devletinin temelidir" diyen Anayasa hocaları neredeler?
Bağımsız yargıya sahip çıkmak bu kadar zor veya riskli bir şey mi?
Geri kalmışlığı yoksul bir köyden geçerken, kirli bir bakkal dükkánından bir şey alırken, dört yerine iki ayaklıların trafikte cirit attığı bir ülkede araba kullanırken hissetmek insana normal geliyor da... Hukuk öğrenimi görmüş aydınlar da hukuka sahip çıkmazsa ona ne diyeceğini bilemiyor.
Yazının Devamını Oku 22 Mart 2007
BİR ilkeyi savunmak için bin defa yazsanız yeridir. Ama bir kişiyi veya bir konuyu ikide bir gündeme getirmek, bizim sevdiğimiz bir gazetecilik uygulaması değildir. O nedenle, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) sonuçta "yargı bağımsızlığı" adına başlattığı mücadeleyi bugün de ele almamıza bakıp, "Galiba bu arkadaş Adalet Bakanlığı’na taktı" demeyin.
Derseniz haksızlık etmiş olursunuz. Çünkü "yargı bağımsızlığı" anayasal sistemin kendisi kadar önemlidir. Hukukun üstünlüğünün ve hukuk devleti olmanın temel koşulu da "bağımsız yargı"dır.
Konunun özüne girmeden belirtelim:
HYSK’nın, Yargıtay’da boşalmış 23, Danıştay’da boş olan 9 üyeyi seçmedikçe gündemine başka bir konu almamaya karar vermesi, yargı tarafından, yürekli ve onurlu bir "bağımsızlık" mücadelesi başlatıldığının ilanıdır.
En önemlisi de, yargı tarihimizde, bizzat yargı tarafından başlatılmış böyle bir mücadele örneği, -bildiğimiz yanlış değilse- yoktur.
Doğrusunu söylemek gerekirse "yargı" hep kendi mensuplarının -hadi ihanetine demeyelim- azizliğine uğramıştır. Çünkü onu temsil edecek noktaya gelenlerin pek çoğu (birkaç istisnayı saygıyla anıyoruz) yargıyı iktidara satmıştır. Bugün yaşanan kriz de 1981 tarihinde Adalet Bakanı olan eski Yargıtay Birinci Başkanı Cevdet Menteş’in, "yargı bağımsızlığını, 12 Eylül yönetiminin isteğine feda etmesi"nin sonucudur.
Nitekim Adalet Bakanı’nın, HSYK Başkanı sıfatını da taşıması o tarihte çıkan yasanın emridir. Adalet Bakanlığı Müsteşarı’nı söz konusu kurulun üyesi yapan o yasadır.
Adalet Bakanı’nın "Kurulu temsil ve Kurul adına beyanda bulunma yetkisi" ile donatıldığını bildiren o yasanın 9’uncu maddesidir.
"Kurul Adalet Bakanlığı’nda toplanır. Kurulun işleri Adalet Bakanlığı’nca yürütülür" diyerek HSYK’yı Adalet Bakanlığı’nın şemsiyesi ve etki alanı içine sokan aynı yasadır.
"Kurulun işlerini Adalet Bakanlığı’nın yürüteceğini" söyleyen hüküm, o kurula hizmet sunmak için değil, HSYK’yı Bakanlığın etkisi ve baskısı altına almaktan başka bir amaç gütmemektedir.
Esasen, "Kurul (...) üye tamsayısı ile toplanır" diyen hüküm, "Müsteşar istemedikçe Kurul hiçbir iş yapmasın" anlamına gelmektedir. Bunun da "yargı bağımsızlığı" ile bağdaştığını söylemek mümkün değildir.
HSYK’nın önceki günkü toplantısına katılmayan Sayın Müsteşarın, Yargıtay ve Danıştay üyeleri seçimini engellemesi o yüzden yargıya yapılmış çok ağır bir müdahaledir.
Keza Sayın Müsteşarın o gün bakanlıkta bulunmasına rağmen toplantıya katılmaması, üstelik Müsteşar Yardımcılarından birini kendi yerine görevlendirmemesi, bu eylemin hesaplı kitaplı bir yaklaşım ürünü olduğunu ortaya koymaktadır. O nedenle Sayın Müsteşar hakkında Avukat Sedat Vural’ın "suç duyurusu" yaptığı bilinmekte, HSYK’nın da aynı yola başvuracağı bildirilmektedir.
Yeri gelmişken belirtelim ki sahnede Müsteşar görünse bile tüm bunların birinci derecedeki sorumlusu Adalet Bakanı Cemil Çiçek’tir. Tabii o da Başbakan Tayyip Erdoğan’dan aldığı talimatı yerine getirmektedir.
Bizim meselemiz ise "yargı bağımsızlığı"nın bu kavgadan başarıyla çıkıp çıkmayacağıdır.
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2007
YARGIYI bağımsızlaştırmak vaadiyle vatandaştan oy isteyip iktidara gelen bir parti sözünü tutmazsa, elbet siz de eleştirirsiniz biz de... <br><br>Ama yargıya müdahale eden iktidara eğer bizzat yargı, üstelik alenen ve resmen: "Bu durum, sadece yargı bağımsızlığına karşı bir duruş, Yüksek Kurul’un faaliyetlerini engelleme, yargıya müdahale niteliği arz etmektedir" diyorsa -ki Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu adına aynen bu dendi- bir iktidar için bundan daha ağır bir mahkûmiyet düşünülemez.
Tabii zerre kadar utanması olan bir siyasi iktidardan söz ediyoruz.
Konuyu biliyorsunuz:
Yargıtay’da 23, Danıştay’da 6 üyelik boş. Yasalar bu üyeliklerin Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) tarafından 2 ay içinde doldurulmasını emrediyor. İktidar HSYK’nın Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) kafasına uygun isimler seçmesini istiyor ama HSYK’nın seçimde ona değil "liyakata" önem vereceğinden endişe ediyor. Bu yüzden HSYK’nın konuyu ele alıp görüşmesini engelliyor.
Engellemek için de elinde iki koz var. Biri HSYK gündemini Bakanlığın belirlemesi. Öteki de yasaya göre HSYK, ancak üyelerinin tamamının hazır olması halinde toplanabildiği için, Müsteşarın toplantıya girmemesi yolu.
Gündem meselesini engelleyemediler. Çünkü son toplantıda kurul kendi gündemini kendi belirledi ve 13 Mart tarihli toplantıda tuttu "20 Mart 2007 tarihinde seçim konusunu görüşmeye" karar verdi.
Bunun üzerine bakan dün Ankara’dan ayrıldı. Berlin’e gitti. Müsteşar da katılmayınca toplantı yapılamadı.
İşte yukarıdaki çok ağır suçlama, onun üzerine ve bizzat HSYK Başkan Vekili Mahmut Acar’ın ağzından çıktı.
Olayın bir boyutu AKP iktidarının "hak, adalet, hukuk tanımaz" tavrını tescil etmesi.
Bunlar "adalet"i sevmiyorlar ve güvenmiyorlar. Adaleti baskı altına almayı da o yüzden istiyorlar. Zaten yıllardır Meclis’te bekleyen bizzat Başbakan dahil birçok milletvekili hakkındaki "dokunulmazlık" dosyalarını da o yüzden ele almıyorlar. Çünkü "adaletten" korkuyorlar.
İkinci boyutu, HSYK’nın yapısı ve görevleriyle ilgili:
HSYK yasasının "Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu bağımsızdır" diyen üçüncü maddesinin eğer bir anlamı varsa, bu kurulun gündemini bakanlık neden belirlesin?
Kendi istediği konuyu görüşme iktidarı bile olmayan bir kurulun bağımsızlığından söz edilebilir mi? O nedenle önce bu saçmalığın -veya ona kapı açan hükmün- iptalini sağlamak gerek.
Üçüncü nokta, HSYK’nın "yargı bağımsızlığı" adına başlattığı bu yürekli ve onurlu mücadeleye tüm hukuk dünyamızın ve tüm kamuoyunun desteğini göstermesi gerek.
Bizim hukukçularımızın bağımsız adalete saygısı, Pakistan Cumhurbaşkanı Pervez Müşerref’in Yüksek Mahkeme Başkanı İftihar Muhammed Çaudri’yi haksız şekilde görevden almasını protesto için istifa eden yargıçlar ve Ravalpindi’de, Karaçi’de, Ketta’da, Peşaver’de, Lahor’da gösteri yürüyüşleri yapan Pakistanlı avukatlarınki kadar yok mu?
Yazının Devamını Oku