8 Ağustos 2007
TAYYİP Erdoğan’ın haline bakınca şimdiki çocuklar ne diyorlar bilmiyoruz ama bizim o çağlarımızda "Tarzan zor durumda" derdik. Gerçekten Tayyip Erdoğan seçimde kazandığı büyük zaferin keyfini sürmeye vakit bulamadan birbiriyle çelişen ve çözmek isterken problem de üreten bir sürü açmazla boğuşmak zorunda kaldı.
Tabii en çetrefil olanı da cumhurbaşkanlığı konusu...
Ortada hem Abdullah Gül’ü kamuoyu önünde "aday" göstermiş ve seçim meydanlarında "mağdur edildik" edebiyatı yapmış olma gerçeği, hem de değişen koşullarda o sözden geri dönme ihtiyacı var.
Gerçi Tayyip Erdoğan henüz "Gül’ün adaylığından vazgeçtik" demedi. Tam tersine, içinde bulunduğu sıkıntıdan kendisini kurtarma inceliğini göstermesini bekleyerek topu Gül’e attı. Gül’ün örneğin, "Seçimden sonraki koşullar benim adaylıkta ısrar etmemin doğru olmayacağını gösteriyor" türü bir demeçle yeni bir ismin önünü açmasını istedi.
Lakin günlerdir gördüğümüz gibi Gül buna hiç yanaşmadı. Hatta emrivaki yapmak istercesine tuttu bir basın toplantısı düzenledi. Orada "Meydanların sesine kulak vermeye mecburuz" dedi. Lafı, "Seçim sonuçları halkımızın benim adaylığımı desteklediğini gösteriyor"a getirdi. Elbet yarım ağızla da olsa bu konuda "Genel Başkanın belirleyici olduğuna" değindi. Ama her şey gösteriyordu ki Gül kendi adaylığının unutulmasına razı değildi. Bu nedenle "Ben hálá varım ve kararlıyım" mesajı vermekteydi.
Nitekim o tavrı bugüne kadar değişmedi.
Değişmediği için de Erdoğan’ın sıkıntısı bitmedi.
"Peki ama neden?" diyebilirsiniz. Çünkü bir öncekinden daha çok oy alarak iktidara gelmiş bir partinin lideri, eli daha güçlü -ve bir bakıma muhalefetin sesini de kısmaya muvaffak olmuş- iken niçin Gül’ün adaylığında ısrarlı olduğunu söylemesin?
Galiba bu sorunun yanıtı Başbakan Tayyip Erdoğan’la Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın 4 Mayıs 2007 öğleden sonra Dolmabahçe’deki Başbakanlık Ofisi’nde yaptıkları 2 saat 15 dakikalık görüşmede yatıyor.
Bu görüşmenin içeriğini bugüne kadar ne Erdoğan açıkladı ne de Büyükanıt. Tam tersine, iki taraf da "Birbirimize bu konuda söz verdik. Ne görüştüğümüzü kimseye açıklamayacağız" dedi. O nedenle görüşülenleri -Erdoğan’ın "kardeşim gibidir" diyecek kadar yakını olmasına rağmen- çok muhtemelen Abdullah Gül de bilmiyor olabilir.
İçerik gizli kalınca ister istemez insan zihni devreye giriyor. Olayların seyrine bakıp bilmecenin parçalarını yan yana getirip bir açıklama yapma zorunluğu doğuyor.
İşte o kayıtla diyoruz ki çok muhtemelen Başbakan Erdoğan, "Cumhurbaşkanı seçilecek kişinin aynı zamanda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Başkomutanı sıfatını da kazanacağını" ve "Büyük Atatürk’ün mevkiini işgal edeceğini" vurgulayan Yaşar Büyükanıt’ın dile getirdiği beklentilere hak vermiştir. Büyükanıt’a muhtemeldir ki "Duyarlığınızı anlıyorum. Bunun gereğini yapacağım" türü bir söz vermiştir. O sözün gereği, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de içine sindirebileceği bir ismin Cumhurbaşkanı seçilmesidir.
Bülent Arınç’ın dünkü basın toplantısında "Genel Başkan’ın elini rahatlatmanın, herkese düşen bir görev olduğunu" dile getirmesi de çok muhtemelen Gül’e, "adaylıktan çekil" mesajıdır.
O nedenle diyoruz ki, Çankaya resmindeki görüntü anlaşıldığına göre Abdullah Gül değildir.
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2007
CHP Genel Merkezi’nin, son seçim hezimetini ipe sapa gelmez gerekçelerle başkalarının üstüne yıkmaktan vazgeçip -hoş vazgeçip geçmedikleri henüz belli değil- "Nerede hata yaptık?" diyerek bir araştırma başlatacağı bildiriliyor. Anlaşılan incelemeye 1977 seçim sonuçlarından başlayacaklarmış.
O tarihten bu yana geçen 8 milletvekili genel seçimi sonuçlarını birbiriyle çeşitli açılardan karşılaştıracaklarmış.
Ciddi bir araştırma için sadece CHP örgütünün gözlemleri yeterli olmaz. Seçim kampanyası öncesinde veya kampanya sırasında CHP’ye destek veren sivil toplum örgütlerinden rapor istesinler. Keza bu çalışmaya katkıda bulanmak isteyenlere açık olduklarını duyursunlar. Bu çalışma nedeniyle verilecek bilgilerin parti disiplin soruşturması için kullanılmayacağını da baştan belirtsinler. Disiplin soruşturması isteyenlerin ayrı bir başvuru gerektiğini söylesinler. Böylece gerçeklerin açığa çıkmasını kolaylaştırsınlar.
CHP’nin daha önceki seçimler ardından bu tür -kapsamlı görünen- bir araştırma yaptırdığını anımsamıyoruz. O nedenle habere "Bu defa inşallah ders almışlardır" diyerek bakıyoruz.
Gerçi çalışma bitince ne gibi sonuçlara ulaştıklarını görürüz ama şimdiden kendi gözlemlerimizi söylemek istiyoruz:
CHP’deki ilk sorun, örgütü "parti içi iktidarını ele geçirmeye" koşullanmışlıktan çıkartıp "ülke iktidarını ele geçirmeye" koşullandırmaktır.
İkinci sorun, CHP örgütünü her gün, her an faal hale getirmek, kendi yöresinin her sorunuyla meşgul olan ve her sorun için çözüm üreten bir örgüte dönüştürmektir.
Bu bağlamda bir büyük kusur da Genel Merkez’e aittir. Örgütün sesine, önerilere kulak vermeyen, örgütün aday belirleme hakkını elinden alan bir Genel Merkez, bugünkü sonuçtan fazlasını bekleme hakkına sahip değildir.
Örgüt konusunda söylenecek daha çok şey var ama burada kesiyoruz.
Seçimlere gelince:
CHP yöneticilerinin hiç önemsemedikleri bir eleştiri var. CHP’nin yandaşları da karşıtları da ısrarla "Siz halktan kopuksunuz. Halkın ne, ne dediğine kulak veriyorsunuz ne de onunla diyalog kuruyorsunuz. Önce halkla diyalog kurmayı, onları adam yerine koymayı öğrenin" diyorlar.
Halkla diyalog, onun sorunlarını saptayıp çözümler üreterek ve o çözümlerin doğruluğuna halkı ikna ederek kurulur. Amirane tavırlarla değil, dostça ve içten yaklaşımla mümkün olur.
Bu CHP’de -ve hatta bütün CHP’lilerde- çok önemli bir tavır ve davranış değişikliği gerektiren bir gözlemdir. Nitekim CHP’nin sadece bu seçimde değil, -1973 ve 1977’de doğan hava hariç- yıllardır girdiği bütün seçimlerden yenik çıkmasının temel nedeni budur.
Halkın gündemi başka, kendi gündemi başka olan bir parti yenilgiye mahkûmdur.
Kaldı ki seçim, sadece kampanya başladıktan sonra yollara dökülüp kapıları çalmakla ve kahvehaneleri dolaşmakla kazanılmaz. O yetseydi CHP’nin bu son seçimden iyi bir sonuç alması gerekirdi. O nedenle söylüyoruz... CHP’liler "bir sonraki seçimi kazanmanın ilk koşulunun, son seçimin hemen ertesi sabah çalışmaya başlamakla ve her seçmen üzerinde tek tek çalışıp onu kazanmanın şart olduğunu öğrenmedikçe" bir yere varamazlar.
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2007
TBMM’nin 23’üncü yasama dönemi başladı ama seçimlerle ilgili tartışma bitmedi. Özellikle de CHP’nin yenilgisinin doğurduğu tartışmalar. Gerçi CHP Genel Merkezi’nin böyle bir sıkıntısı galiba yok. Anlaşılan "Merkez Yönetim Kurulu’nun raporu, Parti Meclisi’nde uzun tartışıldı.
Sonunda Genel Başkan Deniz Baykal’a Parti Meclisi’nin güven duyduğu 12’ye karşı 68 oyla tescil edildi. Böylece konu kapandı" diyorlar.
Hayır, kapanmadı. Daha doğrusu konu eğer şu anda partiyi yöneten kadronun yerinde kalıp kalmamasından ibaret olsaydı, "mesele bitmiştir" denebilirdi.
Oysa ortada Atatürk’ün kurduğu "laik Cumhuriyet"in kaderi var. Onun, "Ilımlı İslam Cumhuriyeti"ne dönüşüp dönüşmeyeceği veya dönüşüp dönüşmediği meselesi var.
Yoksa CHP’nin başında ister Ahmet olmuş ister Mehmet... Kime ne?
Bu dediklerimizi "abartılı" hatta "paranoyakça" bulanlar Türkiye’nin şu anda hangi noktada olduğuna ilişkin yazılanı, çizileni, hakkımızda deneni yakından izlesinler:
Avrupa Birliği Komisyonu Üyesi (AB Komiseri) Franco Frattini seçimin ardından ülkemizdeki "Laik azınlığın haklarının korunmasını" isterken, bizi nasıl gördüğünü söylemiş olmadı mı? Onun ardından AB’nin "Genişlemeden Sorumlu" Komiseri Olli Rehn, "Teokratik (Dini) devletler AB üyesi olamazlar" demek gereğini duymadı mı? Ortada böyle bir ihtimal yoksa, o lafı neden söyledi?
Bunların hepsi seçimden iki gün sonra söylenmiş sözler.
Dünkü gazetelerde de ABD’nin tanınmış diplomatlarından Richard Holbrooke’un Türkiye’yi artık "Ilımlı İslam Demokrasisi" olarak gördüğü ve Malezya ile aynı kefeye koyduğu bildiriliyordu.
Çağdaş uygarlığı yakalama iddiasıyla çıktığımız yolun neresindeyiz görüyor musunuz?
Yeri gelmişken anımsatalım:
Bundan yaklaşık 30 sene önce ülkemizde, "Türkiye ılımlı bir İslam ülkesi olmalı. Kemalizmi (Atatürkçülüğü) terk etmeli" diye kitaplar yazan CIA görevlisi Grahamm Fuller ile Paul Henze adında iki Amerikalı vardı. Türkiye’de örgütler kurdu(rdu)lar ve özellikle basınımızda müttefikler ürettiler. Her yere sızdılar. Bu seçimdeki sonuçlara bakınca eserleriyle iftihar ediyor olmalılar.
Onları mutlu edecek yazılardan biri de Birleşik Arap Emirlikleri’nde yayınlanan Haliç isimli gazetenin 29 Temmuz tarihli sayısında çıkmış. Radikal Gazetesi’nin aktardığına göre "liberal İslamcı" dedikleri Adalet ve Kalkınma Partisi’nin son seçim başarısından pek etkilenmişler. Eğer onlarda da "din, siyasi çıkmazlardan ayrıştırılabilse, kadın hakları verilse, düşünce özgürlüğü tanınsa" Türkiye’deki gibi "başarılı sonuç" alabilirlermiş.
O yazıyı yazan garip bilmiyor -veya bilse de korkudan diyemiyor- ki onların hepsinin temelinde yatan "laikliğin" kabulü, uygulanması ve korunmasıdır.
Bütün bunlar tamam da... CHP’nin başındakilere kendilerinin oradaki varlığının, laik Cumhuriyet’i korumaktan daha önemli olmadığını anlatmanın veya anlamayana öğretmenin yolu ne?
Yazının Devamını Oku 4 Ağustos 2007
HAKLARINI yemeyelim. CHP’nin Merkez Yönetim Kurulu adına önceki gün Parti Meclisi’ne sunulan raporda, seçim yenilgisinin CHP ile ilgili sebeplerinin ayrı bir inceleme konusu olarak ele alınacağı yazılıymış. Biz onu atlamışız. <br><br>Bu konuyu parti dışından, kendilerince güvenilir iki akademisyen inceleyip rapor verecekmiş. Frenkler böyle durumlarda "bağımsız bir kurul" oluştururlar. Resim o zaman daha iyi görünür. CHP de eğer böyle bir düşünceyle hareket ettiyse, kutlamak gerekir. Ama o görüntüyü verip kendi işinize gelecek rapor hazırlatmanız da mümkündür. Onu akıldan çıkarmayalım.
Gerçi bu "ayrı inceleme meselesini" atlamışız ama kendimize "Acaba atlamasaydık ne farkı olurdu?" diye sorduk.
Seçimdeki hezimetini -elbet her birinin içinde minimal düzeyde gerçekler de bulunan ama- genel olarak ipe sapa gelmez sebeplerle açıklayan bir parti yönetimi, dışarıdan isterse en ciddi, en objektif, en bilimsel rapor alsın, ne işe yarar?
O rapordan yararlanması gereken kafa aynı, kadro aynı olduktan sonra!
Kaldı ki, kendi kusurlarını görüp onları açık yüreklilikle ilan etmek yerine "Tarikatlar, ikinci cumhuriyetçiler ve belirli odaklar iktidarı desteklediler" bahanesine sığınmak "beyan-ı acz" (çaresizliğin itirafı) değil de nedir?
Cumhuriyeti kuran CHP eğer, kendilerini ikinci cumhuriyetçi sayan üç beş tane züttürük hayalperestin "medya üzerinde etkinliklerinin yüksek olduğunu" iddia edecek kadar miyoplaştıysa ona kim bel bağlar? Böyle bir CHP, kavgada yenik düşmeyi zaten kabullenmiş demektir.
CHP’nin ve Deniz Baykal’ın şimdi karşımıza geçip ne "tarikatlara" söz söylemeye, ne de "dinin en geniş anlamda siyasi amaçlarla kullanılmasından" şikayet etmeye hakkı vardır.
Bu sütunda Baykal’ı ve CHP’yi "laik cumhuriyete" yönelik saldırılar ve tarikatların toplumu kuşatma amaçlı faaliyetleri karşısında duyarlı olmaya çağıran sayısız yazımız çıktı. CHP hiçbirini önemsemedi ve hiçbir tepki göstermedi. En sonunda CHP’yi, "laikliği koruma görevini Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ihale ederek görevden kaçmakla" suçlamak zorunda kaldık.
Bize kızmak -belki de küfretmek- dışında CHP Merkez Yönetimi o konuda ne yaptı da şimdi "Tarikatlar bize engel oldu" diye yakınma hakkını kendinde görüyor?
Cumhuriyet mitinglerinin üstüne oturmak seçim kazanmaya yeter mi sandılar?
Bir bahaneleri de şu... "Yazılı ve görsel medyanın çok önemli bir bölümü iktidar partisinin propagandasına omuz vermiş" de CHP o yüzden oy alamamış.
Doğrudur. Medyanın önemli bir kısmının AKP’ye açık veya gizli destek verdiği iddiasına biz de katılırız. Ama CHP yönetimi oturup da bir gün olsun, "Acaba bize değil de onlara neden destek veriyorlar?" diye düşünüp sağlıklı bir yanıt ürettiğini söyleyebilir mi?
Son dört buçuk yıl boyunca Deniz Baykal başta olmak üzere CHP yönetiminden herhangi bir kişinin ağzını açıp da medya için bir tek iyi cümle söylediğini anımsayan var mı? Medyanın özgürlük kavgalarına CHP bir gün olsun destek verdiğini iddia edebilir mi?
Ne ektiniz de, ne biçmeyi bekliyorsunuz diye sormazlar mı adama?
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2007
CHP’nin 22 Temmuz seçimleri ardından topluca istifa eden -ama Genel Başkan tarafından göreve devam etmeleri istenen- Merkez Yönetim Kurulu, dün toplanan Parti Meclisi’ne, "seçim sonuçlarını AKP lehine etkileyen bazı temel faktörleri" anlatan bir rapor sunmuş. Özetleyelim:
2002’de AKP’ye destek veren "tarikatlar, ikinci cumhuriyetçiler ve belirli odaklar", 2007’de de iktidarın arkasında yer almışlar. Üstelik bu kez destekleri daha güçlü imiş.
Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da köşeye sıkıştırılan Kürt kökenli yurttaşlarımız bu defa AKP’yi desteklemişmiş. Çünkü iktidar onlara "kafa karıştırıcı" mesajlar vermiş ve onları aldatmışmış.
ABD ve AB, AKP’nin teslimiyetçi politikası nedeniyle bu partiyi desteklemişmiş.
Din faktörünün siyasileştirilmesi sonucu cami hocalarının önemli bir bölümü AKP propagandasında aktif rol üstlenmişlermiş.
Medya üzerinde etkinlikleri yüksek olan (!?) İkinci Cumhuriyetçiler adeta beyinleri yıkamışlarmış.
Merkez sağ (DYP-ANAVATAN birleşmesi) çökünce oraya gidecek oylar AKP’ye kaymışmış.
Yazılı ve görsel medyanın çok önemli bir bölümü, iktidarın propagandasına omuz vermişmiş.
Propagandanın yasak olduğu -son bir gün içinde- Tayyip Erdoğan’ın sesiyle yüz binlerce vatandaşımıza ulaşılarak, AKP propagandası seçim anına kadar sürdürülmüşmüş.
Sermaye kesimi sözcüleri ile medyanın önemli bölümü, iktidarın etki alanı içine çekilmişmiş.
Ekonomik istikrar bozulur diye endişe edenler AKP’yi desteklemişlermiş.
IMF de AKP’ye örtülü şekilde onay vermişmiş.
Kamu kaynakları ile bireysel yarar sağlama (Fak-Fuk-Fon eliyle malzeme dağıtma) operasyonlarına teslim olanlar AKP’yi desteklemişlermiş.
AKP güdümündeki tüm kamu kurumları (özel idareler, belediyeler) AKP’yi desteklemişlermiş.
Görüyorsunuz değil mi uğranılan hezimette meğer CHP’nin -özellikle CHP merkez yönetiminin- hiç ama hiç günahı yokmuş. Uğranılan hezimetin gerçek sorumlusu başkaları imiş.
Madem öyle idi, bu saygıdeğer CHP Merkez Yönetim Kurulu üyeleri seçimin ertesi günü neden topluca istifa etmek gereğini duymuştu? Öyle ya, günah ya tarikatların ya IMF’nin yahut da CHP’ye sempati duymayan medyanın zaten.
Gördüğünüz gibi CHP’nin Merkez Yönetim kadrosu hálá ayılabilmiş değil. Veya ayıldılar, kusurlarının ne olduğunu onlar da biliyorlar ama -mutad üzere- hepimizi enayi yerine koyarak koskocaman bir hezimeti bizlere hazmettireceklerini sanıyorlar.
Oysa yok öyle şey!
Bugün yer kalmadığı için yukarıda yazılı olan "seçimi kaybetme sebepleri"ne başka bir yazıda değinmek zorundayız. Ama şimdilik bizim değil, CHP Parti Meclisi üyesi Adil Özkol’un bu konuda bizzat hazırladığı rapordan kısa bir alıntı yapalım. Özkol özetle diyor ki, "Seçim sonuçları tam bir başarısızlıktır. Sayın Genel Başkan, seçim yenilgisinin baş sorumlusudur. Sayın Genel Başkan, ilk olağan kurultayda görevini bırakacağını kısa zaman içinde ilan etmelidir".
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2007
İKTİDAR partisinin ABD ile ilişkilerinde pek aktif rol oynadığı bilinen milletvekili Egemen Bağış’ın bile isyan ederek, Sunday Telegraph Gazetesi’ne celallenip, "ABD’nin, Türkiye’nin Washington ile çatışma pahasına olsa da Irak’ın kuzeyine girmeye hazır olduğunu anlaması gerektiğini" demesi üzerinden iki gün geçmeden yeni bir fiyasko ile karşı karşıya geldik. Washingon Post Gazetesi’nin, "derin devlet" destekli yazarı Robert Novak, "Üst düzey ABD yetkilileri, Türk meslektaşlarıyla birlikte PKK liderlerine yönelik ortak bir askeri harekát üzerinde görüşüyor. Operasyonda PKK liderleri yakalanacak" diye yazınca, PKK’yı hedef alan önemli bir plan daha bozuldu.
Şimdi PKK liderleri, ellerini kollarını sallayarak istediklerini yapmaya devam edebilirler.
Hoş bunda PKK liderleri yönünden yeni bir şey yok denebilir. Çünkü bu fiyaskoların artık sayısını bile anımsama olanağı kalmadı.
Daha doğrusu ortada "fiyasko"dan çok, ulusal bütünlüğünü korumaya çalışan Türk ulusunu, düpedüz aptal yerine koyan ve bu oyunu ısrarla sürdüren bir stratejik müttefikimiz (!) var.
Bize bunu gazete koleksiyonları söyletiyor. İsterseniz şöyle bir göz atalım:
ABD’nin Genelkurmay Başkanı’nın herhalde sözüne güvenilir, ciddi bir adam olması gerekir değil mi?
İşte o sıfatı taşıyan General Richard Myers aynı dönemde bizim Genelkurmay Başkanımız olan Hilmi Özkök’le, Mayıs 2003’ün ilk günlerinde yaptığı telefon görüşmesinde, Özkök’ün "PKK’lıların silahlarını neden almadıklarına" ilişkin sorusuna şu yanıtı vermiş:
"Merak etmeyin, PKK’yı da silahsızlandırıp etkisiz hale getireceğiz. Bununla ilgili planlama çalışmalarımız sürüyor. Hatta belki o zaman Türk askerinin Kuzey Irak’ta bulunmasına da ihtiyaç kalmayacak." (8 Mayıs 2003 Milliyet)
Bu ne önemli "planlama" olmalı ki aradan 4 yıldan fazla zaman geçti, hálá bitmedi.
Oysa Başkan Bush, Irak’ı istilaya karar verdikten 9 ay sonra operasyon dahil her şey bitmişti.
Bir başka alıntıyı da o tarihte Hürriyet’in Ankara Temsilcisi olan Sedat Ergin’in 26 Haziran 2004 tarihli sütunundan yapalım:
Ergin’in verdiği bilgiye göre Başkan Bush, 13 Mart 2003’te yani Irak savaşının başlamasından sadece bir hafta önce Başbakan Tayyip Erdoğan’a bir mektup göndererek "savaş sırasında Türk hava sahasını kullanmak istediklerini" bildirmiş. Aynı mektupta şunları söylemiş:
"Türkiye’nin Kuzey Irak’la ilgili hassasiyetlerini paylaşıyoruz. Kuzey Irak’ın teröristlerin yeniden Türkiye’ye saldırı düzenleyebilecekleri bir barınak olmasını önlemek için birlikte çalışacağız."
O nasıl çalışma idiyse hálá zerre kadar yararını görmedik. Dahası ABD güçlerinin PKK elindeki silahları toplamasından vazgeçtik, tam tersine bize karşı artık ABD silahları kullanılıyor.
Durum bu kadar açık olduğuna göre "gizli operasyon" planı basına sızdırılmasaydı şaşardık.
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2007
VAN 2. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Mesut Kundakçı’nın, seçim günü adliye binası bahçesine girmek isteyince kendisinden kimlik soran polis memuru dahil orada görev yapan 68 polis memurunu "ifadelerini almak üzere" bir hafta süreyle mahkeme kapısında beklettiğine ilişkin haberi okuyunca binlerce yargıç ve savcımızdan acaba kaçı "Helal olsun böyle hakime!" demiştir. Ve acaba kaçı, meslektaşlarını duygusal ve haksız bularak eleştirmiştir.
Sanmayınız ki bu yazıyı Van’daki olay nedeniyle yazıyoruz. Keşke o bir tek olay olsaydı, üstüne gitmeye değmezdi. Ne yazık ki "Sen kim oluyorsun da bana kimlik soruyorsun?" çalımı hákim ve savcılarımız arasında pek yaygın.
Gazete haberlerinde bu son olay hakkında tam bilgi verilmediği için hákim beyin hangi usul ve hangi kanuna dayanarak "ifadeleri alınmak üzere polislerin adliyeye gönderilmesini emrettiğini" doğrusu anlayamadık.
Hákim bey Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı sıfatıyla bu talimatı verdiyse, kitapta öyle bir yetki yok.
Yok eğer Van İl Seçim Kurulu Başkanı sıfatıyla hareket ettiyse, yasa "il seçim çevresi içinde seçimin düzenle yürütülmesini sağlamak için gereken bütün tedbirleri almak ve seçim işlerini denetlemek" görevini İl Seçim Kurulu’na vermiş ama "Başkan istediği kişiyi ertesi gün çağırır ifadesini alır" anlamına gelen hiçbir şey söylememiş.
Hákim bey kusura bakmazsa düpedüz keyfi davranmış. Bir başka deyişle bir yargıcın "adil" davranma, "tarafsız" olma gibi temel koşul ve işlevlerine aykırı hareket etmiş.
Böylece kime örnek oluşturmuş bilemiyoruz ama herhalde iyi bir yargıç örneği oluşturamamış.
Kaldı ki haberde bildirildiğine göre kendisinden kimlik soran polis görevini yapmış. Çünkü polisin eline, o gün adliye binasına girmesine izin verilenlerin listesi gönderilmiş. Polis de bahçeye girmek isteyen herkes gibi hákim beyin ismini o listede aramış. Nesi yanlış bunun?
Yanlış olan "Koskoca hákim beye kimlik sormak" olmalı...
Bu ne kadar büyük yanlıştır ki birkaç yıl önce, Fatih Adliyesi’nde görevli polis memurları Recep Memiş ile Mehmet Bakırtaş da otomobiliyle adliyenin otoparkına girmek isteyen Fatih 4. Asliye Hukuk Hákimi Orhan S.’yi tanımadılar diye başlarına gelmedik kalmamıştı. Daha açıkçası bu memurlar "hákime hakaret ve görevi suiistimal" suçlarından yargılanmış ve neticede 1’er yıl hapse mahkûm edilmişlerdi.
Başka örnek... Tunceli Emniyet Müdürlüğü’nün düzenlediği Polis Balosu’na davet edilmeyen Hákim Hilmi Tahir İ. ile Savcı İlker Ç. de oradaki emniyet müdürlerine "hadlerini öğretmek" için bir yolunu bulup Emniyet Müdür Yardımcısı Mürsel Genç ile Güvenlik Şube Müdürü Mustafa Serbest’in tutuklanmasına karar vermişlerdi. Bu konu o zaman Adalet Bakanı olan Hikmet Sami Türk ile İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ın başını çok ağrıtmıştı.
Muş havalimanında Hákim Önder B.’nin çantasını mutat güvenlik önlemi gereği aramaya kalktı diye hákim beyin orada görevli iki polis memurunun tutuklanması bir başka örnektir.
Tamam, hákimlerin ve savcıların saygınlığı önemlidir ama bizim bildiğimiz o saygınlık yaptıkları işlem ve verdikleri kararın hukuka uygunluğuyla oluşur, bu yollarla değil.
Yazının Devamını Oku 31 Temmuz 2007
ANIMSAYACAKSINIZ... Bundan 20 yıl kadar önce cebinize Türk pasaportunu koyunca Avrupa’nın -Sovyet bloku dışındaki- bütün ülkelerini, hiçbirinden vize almaksızın dolaşabilirdiniz.<br><br>Sonra Alman hükümeti "Türklere vize" koydu. Ve onu öteki tüm Avrupa ülkeleri izledi. Geçenlerde Alman hükümetinin -ve oradaki Türklerden büyük destek alan Sosyal Demokrat Parti’nin- gayretleriyle bir yasa kabul edildi. Temelde oradaki Türkleri hedef alan yasa, "Eşiniz Amerikalı yahut Japon ise Almanca bilmeden de gelip sizinle kalabilir ama eğer Türk ise bu hakkı yoktur. Ancak kendini ifade edecek düzeyde Almanca biliyorsa Almanya’ya girebilir" anlamına gelen hükümlerle çıktı. Ve bu ayrımcı hükümlerine rağmen yürürlüğe girdi.
Düşünün siz Türkiye’de böyle "ayrımcı" bir yasa çıksaydı ne kadar kıyamet kopardı. Nerdeyse 10 yaşındaki Avrupalılar bile bizi, "Bu ayrımcı yasalarla Avrupa Birliği’ne (AB) üye olamazsınız" diyerek azarlarlardı.
Gecikmeden Yunanistan devreye girdi.
Yunanistan da biliyorsunuz pek özgürlükçü (!) ve eşitlikçi (!) bir AB üyesidir. İhtimal o nedenle olacak, yaptıkları bu kriterlere uyar mı uymaz mı pek sorgulanmaz.
Nitekim orada da yeni bir yasa çıktı ve 19 Temmuz 2007 günü yürürlüğe girdi. Buna göre Yunanistan’da yayın yapan radyoların "konuşma"lı programlarında artık öncelikli (ya da ağırlıklı) olarak Yunanca kullanılacak. Yerel radyolar günde 24 saat yayın yapmaya mecbur olacaklar ve en az 60-100 bin Euro kuruluş sermayesi koymayan, "en az 5 kişi" çalıştırmayan istasyon kapatılacak.
Yunanistan biliyorsunuz "etnik" açıdan hayli türdeş bir ülkedir. Şimdi 11 milyon nüfusu var. Bunların yüzde 99’u "Rumca=Elence" konuşur. Zaten "din"le ilgili bilgiler de buna paraleldir. Çünkü nüfusun yüzde 98’i Ortodoks, sadece yüzde 1.3’ü -en iyimser rakamlarla yaklaşık 140 bin kişi- Müslüman/Türk’tür.
Gördüğünüz gibi bu 100 bin küsur insanın kendi diliyle radyo yayınlarını dinlemesine bile "demokrasinin beşiği" (!?) Yunanistan tahammül edemiyor.
Bir bunu görün, bir de Türkiye’ye buna benzer nedenlerle yapılan baskıları anımsayın.
Daha önce değindiğimiz eşitsizliklere, örneğin Yunanistan’daki Müslümanların camilerini yapmalarına izin verilmemesine, müftülerini onların değil hükümetin belirlemesine girmiyoruz. Bunların AB standartlarıyla ve özellikle Kopenhag kriterleri ile nasıl telif edilebildiğini de sormuyoruz.
Olayın tüm o boyutlarını bir kenara bırakın... "İletişim özgürlüğü" açısından da böyle bir düzenlemenin bir cinayet kadar ağır suç oluşturduğunu vurgulamak zorundayız...
Hani artık "insan hakları ve özgürlükler evrensel değerdir" deniyor ya... O nedenle Yunanistan’da kabul edilen bu yeni yasanın, "yayın yapmak mali teminat şartına bağlanamaz" diyen ilk ve temel koşula da uymadığını söylüyoruz. Çünkü ancak en az 60 bin Euro’su olanlar, kitlelere hitap etme özgürlüğüne sahiptir anlamına geliyor bu yasa...
Yasanın evrensel açıdan ayıp teşkil etmesi, AB kriterlerine aykırı olması bir yana, bizi ilgilendiren öteki tarafı, şu anda Batı Trakya’da yayın yapan 6 radyonun bu yasa sonucu kapanmak zorunda kalması ihtimalidir. Çünkü onlar "eti ne budu ne?" diyebileceğiniz türden olanaksızlıklara rağmen halka hizmet sunarken bu yasayla belleri kırılmaktadır.
Yazının Devamını Oku