SEÇİMLERDEN sonra yorum yapmak pek de sevimli bir iş değildir. Futbol maçlarından sonra spor yazarları nasıl maçı kaybeden takımın üstüne çıkıp tepine tepine döverlerse seçim sonuçları ortaya çıkınca siyaset yorumcuları da üç aşağı beş yukarı aynı şeyi yaparlar.
Aynı kalemler, kazanan parti için de olağanüstü bonkörce övgüler düzerler.
Hemen söyleyelim... Bunda ayıplanacak bir şey de yoktur. Çünkü olayın tabiatı yenilene vur abalıya hesabı saldırmayı, kazananı da gerekçe bulup övmeyi tabii kılar.
Bu genel değerlendirmeyi yaptıktan sonra izninizle biz de kendi düşüncelerimizi yazalım:
Tartışılmayacak kadar açık olan gerçek, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) bu seçimden büyük bir zaferle -hatta lider Tayyip Erdoğan’ın da tahmininden büyük bir zaferle- çıkmış olmasıdır.
Bu noktada bize düşen tüm olgun demokrasilerde olduğu gibi, "ülkeyi önümüzdeki dört/beş yıl boyunca yönetme yetkisini alan iktidarı, politikalarını uygulamada -ülkenin ve rejimin temel değerleriyle oynamadıkça- rahat bırakmak"tır.
Yanlış bir anlamaya meydan vermemek için hemen ekleyelim:
İktidarı rahat bırakmak, onu eleştirmemek demek değildir. Yanlışlarını söylememek değildir. Ama o politikalara karşı yıkıcı, engelleyici tertiplere girmemektir.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, seçimi kazanan parti lideri sıfatıyla önceki akşam AKP balkonundan halka yaptığı konuşmada verdiği mesajlar bu açıdan yüreklendiricidir. Çünkü Erdoğan, "Hepimizi birleştiren ortak değer ve hedeflerimiz var. Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan cumhuriyetimizi daha da yükseklere taşıyacağız. Milletimizin değerlerinden ve cumhuriyetimizin temel niteliklerinden asla taviz vermeyeceğiz" diyerek kendini taahhüt altına sokmaktadır.
Ancak burada bir noktayı anımsatmak gerekir:
Hafızalarda Tayyip Erdoğan’ın 3 Kasım 2002 seçimini kazandığı gece söylediği buna çok benzeyen sözlerin izleri hálá tazeliğini korumaktadır.
Gördüğümüz bir başka gerçek de şu ki, geçen seçimde -yani 2002’de- Doğru Yol Partisi ile Anavatan Partisi’nin oylarını alarak merkez sağa oturan AKP bu son seçimde yerini pekiştirdi. Gösterdiği adaylar ve kampanya sırasındaki söylemleriyle de merkez sağdan daha sağa kaymak gibi bir eğilimi olmadığı izlenimi verdi.
Bu değerlendirmemizin yanlış olup olmadığını önümüzdeki aylarda göreceğiz. Ancak eğer yanılmıyorsak bunun Cumhuriyetimizin temel değerleri açısından umut verici bir durum olacağını şimdiden söyleyebiliriz.
Merkez sağa yerleşen bir partiyi oradan kaldırabilmenin hiç de kolay olmadığını, 1950’den bu yana geçen siyasi hayatımız çok açık şekilde ortaya koymaktadır.
Ne var ki bu şans önce Turgut Özal’ın ANAP’ı, sonra da Süleyman Demirel’in Doğru Yol Partisi’ni "Cumhurbaşkanı" olmak uğruna bırakmaları sonucu elden kaçırılmıştır.
Hele AKP, bu seçimle daha da netleşen "kitle partisi" niteliğini koruduğu sürece ANAP’lılar ile eski Doğru Yol şimdiki adıyla Demokrat Parti kadrolarının işi çok daha zordur.