Oktay Ekşi

Erdoğan’a yakışmadı...

17 Ağustos 2007
BİR kısım iktidar yalakalarının "türban"ı savunmak için başvurdukları üçüncü sınıf demagojiye son bir, bir buçuk senedir orada burada rastlıyorduk ama doğrusunu isterseniz bir gün Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da aynı malzemeyi kullanacağını hiç beklemiyorduk. Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkması ihtimali bildiğiniz gibi bir süredir akıllara, "Türkiye Cumhurbaşkanı’nın eşinin ’türbanlı’ olması Büyük Atatürk’ün kurduğu çağdaş ve modern laik cumhuriyete yakışır mı?" sorusunu getiriyordu.

Daha doğrusu eşi türbanlı bir cumhurbaşkanının temsil ettiği devlete "laik cumhuriyet" denir mi, yoksa ABD’li diplomat Richard Holbrook’un ifadesiyle "Ilımlı İslam demokrasisi" mi demek gerekir sorusuydu tartışılan...

Sayın Başbakan önceki gün yaptığı basın toplantısında, "türban"la ilgili soruya, "Bir bayan nasıl başını açma hakkına sahipse, diğeri başını örtme hakkına sahiptir. Buna kimse müdahale edemez. Cumhuriyetin ilk Cumhurbaşkanı Atatürk’ün eşine, annesine bak. Eğer örnek alacaksan Atatürk’ün eşi nasıl giyiniyor, buna bakarsın, bu da size bir ders olur" yanıtını verdi.

Bir hikáye vardır. Bektaşi onu dinleyince, "A oğlum," demiş, "ben bu hikáyenin neresini düzelteyim? Söylediğin Peygamber Hazret-i Süleyman değil, Hazret-i İbrahim olacak. Kurban etmeye kızını değil oğlunu adamış. Oğlunun adı İsrafil değil İsmail. İsmail’in canını kurtarmak için gelen meleğin adı Azrail değil Cebrail... Gökten inen kurban keçi değil koyun..."

Başbakan Erdoğan’
ın söyledikleri de öyle...

Türkiye’de kimse Anadolu’daki milyonlarca kadınımızın başını örtmesine de bir şey söylemiyor, başını örtme şekline de... İtiraz edilen "siyasi bir simge" haline gelen "türban"dan ibaret. Tıpkı bir tarihte İtalya’da Mussolini taraftarlarının giydiği "kara gömlek" gibi...

İkincisi, Atatürk’ün ne annesi Zübeyde Hanım’ın "türbanı" vardı ne de eşi Latife Hanım’ın... Onların kullandığı aynen yukarıda dediğimiz gibi yani Anadolu’da bugün de görülen "başörtüsü" idi.

Üçüncüsü... Zübeyde Hanım’ın vefat ettiği tarih 14 Ocak 1923’tür. Atatürk’ün Latife Hanım’la evlendiği tarih 29 Ocak 1923; boşandığı tarih 11 Ağustos 1925 idi. Atatürk’ün şapka devriminin tarihi 29 Kasım 1925. Daha sonraki kıyafet devriminin tarihi ise 3 Aralık 1934...

Tarihi gerçekler bu kadar açık olduğuna göre hangi izan sahibi "Atatürk’ün annesi ve eşi de devrimler sonrasında bile türbanlıydı" anlamına gelecek bir laf edebilir?

Kaldı ki Sayın Başbakan’ın "Madem Atatürk’ün eşi şapka ve kıyafet devrimlerinden önce başörtüsü takıyorlardı, o halde şimdiki cumhurbaşkanının eşi de -ona kıyasen- türban takabilir" mantığı eğer yerinde ise onu biraz daha geliştirmek mümkündür. Örneğin "Birinci Cumhurbaşkanımız Atatürk 1928’e kadar eski yazıyı kullanıyordu. Eğer Atatürk eski yazıyı kullanmakta sakınca görmediyse, bizim de şimdi eski yazıya dönmemizde bir sakınca yoktur" denebilir.

Eğer orada kalmak istemezseniz Anayasa’nın 174’üncü maddesinde yazılı olan öteki "devrim yasaları"nı da aynı mantıkla pazara sürüp, onların getirdiği kavram, kurum ve kuralları çöpe atabilirsiniz.

Hoş bu mantık ve bu gidiş başka bir yere varacağımızı da söylemiyor ya!
Yazının Devamını Oku

Gül’e birkaç soru...

16 Ağustos 2007
HENÜZ seçilmemiş cumhurbaşkanına karşı çıkmak, kafa bulandırmak gibi bir niyetimiz yok. Ama cumhurbaşkanı adayı Sayın Abdullah Gül’ün önceki gün, kamuoyundaki bazı kuşkuları ortadan kaldırmak amacıyla yaptığı basın toplantısında söyledikleri tam tersine bizim kafamızda yeni sorular yarattı. Sayın Gül ne demişti?

Özetle tekrarlamak gerekirse "Türkiye Cumhuriyeti Anayasası bizim kılavuzumuz olacaktır"; "Laikliğin korunması temel ilkelerimden birisidir. Hiç kimsenin bu konuda kaygı duymasına gerek yoktur."; "Tam bir tarafsızlık içinde bütün vatandaşlarımı kucaklayacağım" dedi.

Onunla kalmadı, "Anayasa’nın ilk dört maddesindeki vazgeçilmez ilkeleri gayet iyi bildiğini" söyledikten sonra, 2’nci maddedeki "Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir" ibaresini okuyarak, "Bu ilkeleri korumak ve güçlendirmek temel hedefim olacaktır" dedi.

Bunlar ilk bakışta insana hoş gelen, yürek ferahlatan sözler. O nedenle işe "iyi başladığı" izlenimi bırakıyor. Özellikle "Laikliğin korunması temel ilkelerimden birisidir" sözü önemli.

Lakin bir nokta var:

Sayın Gül’ün eski TBMM Başkanı Bülent Arınç gibi, "Laiklik Anayasamızda tanımlanmış değildir. O nedenle tanımlanması gerekir" diye mi düşündüğünü yoksa Sayın Tayyip Erdoğan gibi, "Anayasa’nın 24’üncü maddesinin (Laikliği sadece din ve vicdan özgürlüğü şeklinde ifade eden, devlet ile din kurumu ilişkilerini görmezden gelen) gerekçesi bizim laiklik anlayışımızı ifade eder" mi dediğini bilmiyoruz.

Unutmayalım... Bir zamanlar Necmettin Erbakan bile laikliğe hepimizden fazla sahip çıkıyormuş gibi görünüyor, hatta kafa karıştırmak için "Biz Avrupa’daki gibi bir laiklik istiyoruz" diyordu. Kafa karıştırmasının nedeni, Avrupa’daki "kilise"lerin artık devleti ele geçirme kavgası vermediğini, buna karşılık İslam ülkelerinde -Türkiye’de de- hálá bu mücadelenin sürüp gittiğini yok saymasıydı. Gerçek şu ki Sayın Gül’ün 20 Şubat 1997 tarihli Hürriyet’te kendisinin de "Amerikan tipi laikliği benimsediğini" ifade eden sözleri var.

O nedenle Gül, "hangi anlayışın laikliğini" koruyacağını söylüyorsa onu bilmeye ihtiyaç var.

İkincisi... Sayın Gül "Anayasa’nın ilk dört maddesini" gayet iyi bildiğini söylüyor ama 2’nci maddeyi, orada sadece "demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti"nden söz ediliyormuş gibi okuyor. Oysa aynı maddede "devletin değişmez ilkesi" olarak, hem "Atatürk milliyetçiliğine" hem de "Anayasa’nın Başlangıç’ta belirtilen ilkelerine" bağlı olmaktan söz ediliyor.

Aslında sadece Gül’ün değil, dikkat ederseniz Sayın Başbakan’ın ve "Anayasa uzmanı" sayılan AKP’lilerin de ağzından bu 2’nci madde böyle "eksik" şekilde çıkıyor.

Merak ediyoruz Anayasa’nın Başlangıç kısmının verdiği bir rahatsızlık mı var? Orada Anayasa’nın, örneğin "Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun (Atatürk’ün) inkılap ve ilkeleri doğrultusunda" yorumlanıp uygulanmasını isteyen sözleri mi fazla görünüyor? Özellikle 2’nci maddenin "Atatürk milliyetçiliğine" vurgu yapan sözleri neden görmezden geliniyor?
Yazının Devamını Oku

Çankaya ve Gül...

15 Ağustos 2007
DIŞİŞLERİ Bakanı Abdullah Gül’ün önümüzdeki ikinci hafta dolmadan 11. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Çankaya’ya çıkacağına artık kesin gözüyle bakabiliriz.<br><br>"Cumhurbaşkanlığı" makamının kime emanet edileceği Türkiye’de hemen her zaman büyük bir sorun olmuş, ancak ciddi gerilimlerden sonra çözülebilmiştir. Büyük Atatürk’ten sonra İsmet İnönü’nün seçilmesi, Cevdet Sunay’dan sonra Fahri Korutürk’ün seçilmesi, Korutürk’ten sonra kimsenin seçilememesi; Kenan Evren’den sonra Turgut Özal’ın seçilmesi, Ahmet Necdet Sezer’den sonra sırf bu nedenle erken seçime gidilmesi, siyasi kültürümüzün henüz bu konuları serin kanla çözecek olgunluğa ulaşmadığının kanıtıdır.

Nitekim "Uzlaşmama gerek yok" inadıyla "Madem öyle, ben de seçtirmem" inadı Türkiye’ye en az 5 sıcak aya patladı.

Şimdi artık kavganın değil "milletin dediği" yönde çözüm aşamasına geldik.

Beğensek de beğenmesek de millet, kendisine cumhurbaşkanı olarak Abdullah Gül’ü layık gördü.

Bundan böyle Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasının "meşruiyet dışı" bir tarafı varsa, onu konuşalım. Eğer yoksa susalım ve o gerçeği kabul edelim.

Demokrasilerde ve hukuk devletinde mesele bu kadar basittir.

Bu satırları yazan kimse olarak Abdullah Gül’ün iyi bir cumhurbaşkanı olmasını dileriz. Ama dürüstçe söyleyelim ki bu sonuçtan -şahsen- memnun değiliz. Çünkü Sayın Gül’ün kısa süren Başbakanlığı dönemindeki hızlı "kadrolaşma" çabalarını unutamıyoruz. Sayın Gül o zaman da AKP’lilerin değil Türkiye’nin Başbakanı idi. Ama Başbakan iken o çapı, o dirayeti, o tarafsızlığı ve kendisinden beklenen devlet adamı gradosunu gösteremedi.

Tam tersine, devamlı surette gülen, yumuşak ve dikkatli bir üslupla düşüncelerini anlatan ama o sırada olabildiğince boş ve yuvarlak laf eden; bir konuda görüş söylerken her zaman iki kapıyı açık bırakan; "kararlılık" gerektiren sorunların karşısında bocalayan bir Abdullah Gül’le yaşadık. Emanet ettiğimiz dış politikamızda, Abdullah Gül tarafından ilan edilip de silinmemiş hiçbir kırmızı çizgi nerdeyse kalmadı.

Bunlardan daha da önemlisini Deniz Baykal dile getirdi. Sayın Gül’ün siyasi geçmişinin zihinlerde yarattığı kuşkuya işaret etti. "Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanının Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesiyle problemi olması uygun değildir" dedi. Gül’ü "Bir ideolojik iç çemberin bilinçli bir üyesi" olarak tanımladı. Bununla yanılmıyorsak Gül’ün, Cumhuriyet’le hesaplaşmaktan vazgeçmeyen tarikat ve cemaatlerle yakınlığını kastetti.

Gül’ün Refah Partisi ve Fazilet Partisi milletvekili sıfatıyla Meclis’te olduğu dönemlerde "demokrasiye" bağlılık ifade eden çok konuşması vardır ama Cumhuriyet’in temel felsefesini benimsediğini gösteren -protokol sözleri hariç- örnek bulmak yanılmıyorsak mümkün değildir.

Yarın öbür gün seçim bitip de Çankaya’ya çıktığı andan itibaren gözler Gül’ün üzerinde olacaktır. Sayın Gül’ün Cumhuriyet’in temel felsefesi karşısında tarafsız olmak gibi bir lüksü yoktur. Çünkü orada oturan kişi ya o felsefeyi benimseyerek orada kalır veya bırakır gider.
Yazının Devamını Oku

Doğru söze ne denir?

14 Ağustos 2007
DENİZ Baykal’ı ister sevin, ister sevmeyin. Dediği doğru mu ona bakın. Örneğin CNN Türk’te dün söylediklerine kulak verin. Özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle bir kısmı "dinci" olmak üzere bazı gazetelerde yazılıp çizilenleri kastederek iki noktaya dikkat çekiyor. O bağlamda ne diyor?

"Türkiye’de Silahlı Kuvvetler’e haddinin bildirilmesi gerektiği gibi bir yaklaşımın ortaya çıktığını görüyorum. TSK’ya tepki, doğrudan müdahale yapıldığı dönemlerde bile bu düzeyde olmamıştır. Türkiye gibi bir ülkede Silahlı Kuvvetler’in saygın, güvenilir ve değerli bir kurum olarak varlığını sürdürmesinde fayda vardır."

Keşke son cümlesini "çok fayda vardır" diyerek bitirmiş olsaydı. Ama öyle de böyle de olsa sonuç değişmez. Çünkü ortada "ulus-devlet"i güçsüzleştirmek için yırtınan -Özdemir İnce’nin ifadesiyle- bir kısmı "dışarıdan kumandalı neoliberal" bir takımla, suret-i haktan (iyi niyetliymiş gibi) görünerek Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmaya çalışan din bezirganlarının yürüttüğü bir kampanya var.

Kampanyanın dış ve iç ortakları maşallah gemi azıya almışçasına saldırı halindeler. Sanki onlar "Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesini" değil, "demokrasiyi" savunmak için yırtınıyorlarmış da demokrasiye karşı olan güçler onları engellemek istiyormuş gibi...

Demokrasi misyoneri geçinen bu klanın mensupları, özendikleri demokrasilerde o ülkenin silahlı kuvvetlerine gösterilen saygı ile kendi saygısız tavırlarını mukayese etseler, yaptıklarının ne kadar abes olduğunu -umarız- anlarlar.

Daha açık söyleyelim:

Silahlı Kuvvetler’in siyasete karışmamasını istemek başkadır. O talebi biz de destekleriz. Ama o görüntü altında Silahlı Kuvvetler’e karşı saygısızlık etmek başkadır. Biz işte onun karşısındayız.

Karşısında olmayı, bu vatanın bir evladı olmanın bize verdiği en önemli görevlerden biri saydığımız için karşısındayız. Çünkü -Süleyman Demirel’in zaman zaman söylediği gibi- "Bu milletin bir tek ordusu vardır". Bir zamanlar onu maceraya sürüklemeye çalışan ama şimdi ona çemkirenlerin de en son güvencesi işte o ordudur.

Baykal dün bir de Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi halinde ülkemizin bürüneceği görüntüyü gerçekçi bir şekilde ifade ediyor ve:

"Cumhurbaşkanı seçilmesi halinde, bir süre sonra Türkiye’nin siyasi dengesi şu anda olduğundan daha hızlı bir biçimde değişmeye başlar. Türkiye, dini kimliği ağır basan, ulusal duyarlılıkları ihmal edilen, Kuzey Irak’ta PKK sorunu karşısında gereken duyarlılığı sergilemeyen bir siyaset çizgisinde, dış güçlerin oyuncağı haline daha kolayca dönüşür"
diyordu.

Yer kalmadığı için -bizce Dışişleri Bakanı olarak maalesef çok başarısız olan- Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’nın dış ilişkilerimizde bize neye patlayacağına ilişkin bir şey yazmıyoruz. Ama özellikle Türkiye’nin "Dini kimliği ağır basan, ulusal duyarlılıkları ihmal edilen" bir ülke haline dönüşmesinden endişe ederiz.

Hele bir de "renksiz Anayasa" devrimi (!) gerçekleşirse, bugünkü Türkiye’yi bile arayacağımız günlerin pek de uzağımızda olmadığını görürüz.
Yazının Devamını Oku

Meclis’te ne giymeli?

12 Ağustos 2007
BİZİM basın gerilimli günler içinde yaşamaya hem alışkın hem de bayılır. Eğer gerilim yoksa ne yapacağını şaşırır. <br><br>Meclis Başkanı seçimi gürültüsüz patırtısız, üstelik pek de medeni bir işleyişle bitince en azından birkaç gün sürmesi gereken heyecan bitiverdi. Cumhurbaşkanlığı seçimine henüz zaman var. Aday(lar) belli değil. Yeni kabine için de Başbakan Tayyip Erdoğan’ın temaslara başlamadığı biliniyor.

O zaman gazetelerin elinde Meclis Başkanlık Divanı üyelerinin kıyafetleri ile bir çete operasyonunun öne çıkan ismi Tuğba Özay’dan başka malzeme kalmadı.

Tuğba Özay’la ilgililer nasıl olsa meşgul olur. Biz ötekine bakalım.

Öteki dediğimiz konu bazılarına önemsiz görünür. Biz ise önemseriz.

Önemseriz, çünkü Meclislerin geleneklerine bağlı olmakla o gelenekleri geliştirmeyi beceren kurumlar olması gerektiğini düşünürüz.

Kıyafet konusu da Meclis geleneklerinin önemli bir parçasıdır.

Bizim gibi düşünmeyenlerin başında eski TBMM Başkanı -dostumuz- Hüsamettin Cindoruk gelir. Kendisi hayli zarif bir salon adamıdır. Nerede ne giyileceğini bilir. Ama nedense bu konuda "popülist"tir. Neyse ki TBMM Başkanı iken "Genel Kurul’u yöneten Başkan’ın frak yerine koyu renk elbise giymesi" yolundaki önerisi kabul edilmiş değildir.

Şimdi basınımız, "Başkanvekili seçilen bayan milletvekilleri Genel Kurul’u yönetirken ne giymeli?" sorusunu tartışıp duruyor.

Kimine sorarsanız, "Hanımlar da frak giymeli" imiş. Kimi "smokin" benzeri bir kıyafet arıyor.

İyi ki kimse "Erkeklerin frak giydiği mekánlarda hanımlar uzun etek (gece kıyafeti) giyerler" demedi. Yoksa Meclis Genel Kurulu’nu karnavala çevirirdik.

Lafı tamamlamak için söyleyelim:

Emekli Büyükelçi eski Protokol Genel Müdürü -dostumuz- Oktay Aksoy’un dediği gibi beyaz bluz veya gömlek üzerine siyah tayyör etek giyen Bayan Başkan, ayrıca papyon kravat takmak gibi bir saçmalık yapmadan Meclis görüşmelerini pekálá yönetebilir. Papyon kravatı garson hanımkızlar takar.

Erkek başkanvekillerinin frak giyeceğinden söz edince onun da hemen çözülüverdiğini zannetmeyin. Çünkü orada da çoğu kez yanlış veya cehalet sırıtıveriyor. Örneğin, önceki gün yeni TBMM Başkanı Sayın Köksal Toptan’ın yeni diktirdiği frakın provası yapılırken çekilen fotoğrafı gördük. "Başbakan’a da biz elbise yaparız" diye böbürlenen firmanın giydirdiği frakın yakasında siyah papyon vardı. Böylece Sayın Köksal Toptan’ı "şef garson" kılığına soktuklarını anlaşılan bilmiyorlardı. Aslında ciddi ve zarif bir insan olan Köksal Toptan yanlışı ihtimal kendisi fark etti de kamuoyu karşısına öyle çıkmadı.

Hoş Sayın Toptan’ın frakını dikenler için söylediğimizin beş beterini Çankaya Köşkü’nün protokol yetkilileri Cumhurbaşkanı iken önce merhum Turgut Özal’a, sonra da Sayın Süleyman Demirel’e yaptılar. İkisine de siyah papyon kravat taktırıp frak giydirdiler ve o şekilde çekilmiş fotoğraflarını çerçeveletip asılmak üzere devlet dairelerine gönderdiler.

Ayıbı fark eden etti, etmeyen yuttu. Neyse ki bir aşamada o fotoğraflar kaldırıldı.
Yazının Devamını Oku

Saydamlıktan neden korkuyoruz?

11 Ağustos 2007
BİZDE kamu yetkisi kendisine tanınmış insanların ortak bir özelliği var. Onlardan bir şey sorarsanız veya bir açıklama isterseniz hemen tepki gösterirler. Önce, "Sen kim oluyorsun da bana bunları soruyorsun?" derler veya demeye getirirler.

Sonra, "Ben en az senin kadar namusluyum"la devam edilir.

Baktık dün basın toplantısı yapan Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Muammer Aydın da aynı üslupla konuşmuş. Sayın Başkan, "Seçim işlemlerine gölge düşürülmesini asla kabul etmiyorum. Elinde belge olan varsa gelsin, biz de ona göre araştıralım. Ama öyle farazilerle bu iddialar ortaya atılmasın. Seçim adil, dürüst ve tarafsız bir şekilde yapılmıştır" demiş.

Oysa ortada ne Yüksek Seçim Kurulu’nu, "seçimlerde hile yapmakla" suçlayan var ne de "ilan edilen seçim sonuçları gerçeğe aykırıdır" diyen... Denen çok basit:

Biz dahil bazı yazarlar diyor ki, "Yüksek Seçim Kurulu’nun son seçimde kullandığı SEÇSİS isimli yazılım programı 43 milyon seçmenin isimlerini tek tek içerecek kadar geniş bir kapasiteye sahip olduğuna ve isteyen seçmene, ’oy kullanacağın sandığın numarası şu, adresi de şudur’ gibi ayrıntılı bilgi verebildiğine göre, seçim sonuçlarını aynı sisteme koymaktan ve bunu sandık bazında internette yayımlamaktan niçin kaçınıyorsunuz?"

Duyulan şu... Bu konuda Yüksek Seçim Kurulu’nun verdiği bir "idari karar" varmış.

İdari kararlar gökten zembille inmiyor ya... Yanlışsa değiştirilir. Doğrusu uygulanır.

Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Muammer Aydın, "Haklısınız! Ortada bir suçlama, bir hile iddiası olmadan da bizim tüm seçim sonuçlarını -sandık sandık- açıklamamız, tüm kuşkuları ortadan kaldırır. O nedenle şu tarihten itibaren sonuçları Yüksek Seçim Kurulu’nun web sitesinde yayımlayacağız" demiyor. Onun yerine iletişim sisteminin çok iyi, orada çalışanların çok bilgili olduğunu, siyasi parti temsilcilerinin işlemleri izlediğini, yani zaten olması gerekenleri söylüyor.

Kimse "öyle olmadı" demiyor ki!

Tekrar ediyoruz. Çorum’un bilmem ne mahallesindeki şu sayılı sandıkta oy kullanan ve o gün sayım bittikten sonra ilan edilen sonuçların, Yüksek Seçim Kurulu tarafından yayımlananlarla uyumlu olup olmadığını merak eden seçmeni tatmin edecek kadar açık yani saydam olmaktan söz ediliyor.

Sayın Aydın bu kadar basit, bu kadar masum, üstelik demokratik talebi neden anlamak istemiyor?

Başkan Muammer Aydın bu dediğimize engel teşkil eden herhangi bir teknik, idari veya hukuki bir gerekçe ileri sürmediğine/süremediğine göre, sonuçları yayımlamamanın sebebi ne olabilir?

Yoksa Başkan’ın da kuşkulu olduğu birtakım hususlar, aşamalar var da onu kamuoyu ile paylaşmaktan mı çekiniyor?

Eğer seçim sonuçlarıyla ilgili işlemlerde bir yanlışlık, hile yahut başka bir bozukluk olsa, siyasi partiler şimdiye kadar çoktaan ayağa kalkarlarmış.

Siyasi partiler ya "uyuyor"sa... Nitekim 1977 seçimlerinde nasıl uyuduklarının örneğini birkaç gün önce bu sütunda bir kere daha yazdık.

Demokrasinin vesayet rejimi olmadığını birbirimize kaç bininci defa söyleyeceğiz.
Yazının Devamını Oku

Oy vermenin de bedeli var

10 Ağustos 2007
ANKARA’nın Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in bugüne kadar kamuoyuna yutturmayı başardığı "keramet"in bir palavradan ibaret olduğu nihayet ortaya çıktı. Melih Gökçek’e 28 Mart 2004 tarihli yerel seçimde 901 bin oy veren, böylece onu yüzde 55 oranında oyla destekleyen Ankaralılar bu olaydan dileriz gerekli dersi almışlardır.

Eğer almazlarsa, unutmasınlar ki gelecek dönemde de böyle bir su sıkıntısı yaşamaları mukadderdir. O zaman artık Melih Gökçek’in ayrıca tavsiyede bulunmasına gerek kalmadan Ankara’yı terk etmeleri ve "Analarının, babalarının yanına gidip 2 ay tatil yapmaları" kaçınılmaz olacaktır.

Tabii Gökçek’in ifadesiyle "Cenab-ı Allah diler de bir anda susuzluğu bitirirse" o başka!

Ankaralıların yaşanan sıkıntıdan ders alıp almadıklarını görmek için 2009 yılının mart ayına kadar beklemek gerek.

Ama su sıkıntısı o kadar sabırlı değil... Her gün yaşanıyor. Bir salgın hastalık patlayacak diye herkes korku içinde bekleşiyor. Hastanelerde su sıkıntısı yüzünden acil olanlar dışındaki ameliyatların ertelendiği bildiriliyor.

Kısaca yaşananlar, Melih Gökçek’in ne kadar basiretsiz bir Belediye Başkanı olduğunu tüm Ankaralılara her dakika söyletiyor.

Olaylar, felaketler vardır, tabiattan gelir. Önleyemezsiniz. Tek çare o ihtimale karşı hazırlıklı olmanız ve zararı en aza indirecek önlemleri almanızdır.

Olaylar, felaketler vardır, tamamen insan kusuru sonucu olur. Bazen kasıt ama çoğu kez idraksizlik ya da basiretsizlik en önemli nedenidir.

Ankara’nın yaşadığı su sıkıntısı ikinci kategorinin somut örneğidir. Nitekim haberlerden anlıyoruz ki bu tarihte yani 2007 yılında Ankara’nın ciddi bir su sıkıntısı ile karşı karşıya kalacağı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü tarafından 17 Haziran 2004 tarihinde Belediye’ye yazılmış. Gerede sistemi dedikleri bir proje çerçevesinde Ankara’ya 173 milyon metreküp su getirilmesi önerilmiş. Bunun 238 milyon dolara mal olacağı bildirilmiş.

Ama her şeyi herkesten çok bilen ve her konuda en dáhiyane çözümler ürettiğine inanan Melih Gökçek bu projenin finansmanına katılmayı kabul etmemiş. Çünkü bu konuda iki kurumun yetkilileri arasında varılan mutabakat "Başkan Melih Gökçek’in bilgi ve direktifleri dışında" yapılmışmış.

Koskoca Gökçek’ten icazet almadan gider de bir projenin altına imza atarsanız, işte böyle olur:

Başkan reddeder. Herkes de haddini aşmamayı öğrenir.

Gerede sistemine para bulamayan Gökçek, Ankara’nın orasına burasına fıskıyeler, yapay şelaleler doldurmuş, elinin erdiği, gözünün gördüğü neresi varsa, oraya alt geçit, üst geçit yapmış... Süslemeydi, beslemeydi, ihmal etmemiş. Belediye’nin görev ve işlevleri arasına girsin girmesin, kaynakları ona buna dağıtmış. Hiç sakıncası yok.

Gökçek üstüne vazife olmayan şeylere burnunu sokar. Bakarsınız siyasi parti kurar. Bakarsınız emri altındaki Belediye personeline kukla partiler kurdurur. Ama bir Belediye Başkanı’nın ilk ve temel görevi olan halkın su ihtiyacını karşılamayı akıl edemez.

Buyursun ona oy veren Ankaralılar, şimdi Melih Gökçek’i sıkıp da suyunu içsinler.
Yazının Devamını Oku

Seçimde saydamlık...

9 Ağustos 2007
SON milletvekilleri genel seçimi sonuçlarının beklenenden çok hızlı bir şekilde alınması belli ki bazı zihinlerde sorular doğmasına yol açtı. Sorular aradan geçen iki haftayı aşkın zaman içinde ya yok olup gidecekti yahut da gündemde kalmaya devam edecekti.<br><br>İkincisi oldu. Buna belki de Yüksek Seçim Kurulu’nun tüm seçmen kayıtlarını dijital ortama aktardığını yeterince duyurmaması ve SEÇSİS isimli yazılım programı ve iletişim ağı sayesinde sonuçların alıştığımızdan çok daha çabuk alınabileceğini kamuoyuna önceden bildirmemesi yol açtı.

Sebep hangisi olsa fark etmez. Neticede Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Muammer Aydın dün bir açıklama, daha doğrusu "yalanlama" yayınlamaya kendini mecbur hissetti.

Deniyor ki seçim sonuçları ilçe seçim kurullarından il seçim kurullarına, oradan da Yüksek Seçim Kurulu’na bilgisayar bağlantılarıyla aktarıldı. Ama bu sırada devreye giren başka bir program rakamları değiştirdi. İlan edilen sonuçlar o yüzden seçmen iradesini yansıtmıyordu.

Muammer Aydın’ın dün verdiği yanıt hayli iddialı. Şöyle diyor:

"Kesinlikle öyle bir şey yok. Olamaz da zaten. Yazılımı Havelsan yaptı. Son derece ileri bir teknoloji kullanıldı. Kesinlikle teknik olarak, dışarıdan sisteme müdahale söz konusu olamaz."

Sayın Başkan ayrıca "uzmanlar" refakatinde cuma günü bir de basın toplantısı yapacakmış.

İyi eder. Ama meselenin uzmanla ilgisi bulunmayan yönü de var:

Başkanın tüm işlemlere güvenmesi güzel bir şey. Ama kamusal her işlemde saydamlık aranan çağımızda bu hiç de yeterli değil. Çünkü o güven sadece Sayın Başkanın ve Yüksek Kurul üyelerinin huzurlu olmalarını sağlar, başkalarının değil.

Öte yandan Türkiye’de seçimlerin genel çizgileriyle "sağlıklı" olduğu doğrudur. Bugüne kadar siyasi partilerden ciddi bir itiraz gelmemiş olması da son seçimin sağlıklı bir şekilde yürütüldüğünün göstergesidir denebilir.

Lakin siyasi partilerin itiraz etmemesi, her şeyin düzgün şekilde yürütüldüğünün kanıtı olamaz. Örneğin 1977 seçimlerindeki seçmen sayısının gerçek sayıdan 3 milyon fazla olduğu sonradan ortaya çıktığı ve -en azından bu sütunda- çok yazıldığı halde hiçbir siyasi partimiz bugüne kadar o olayın üstüne gitmek gereğini duymamıştır. Oysa o sayı seçim sonuçlarını altüst edecek kadar büyüktür.

O nedenle teknik kadronun vereceği bilgi yetmeyebilir. Ayrıca genel kamuoyunun ikna olmasını gerektiren başka çareler de olmalıdır. Bunun en basit yolu, her bir seçim sandığıyla ilgili sonuçları Yüksek Seçim Kurulu’nun www.ysk.gov.tr adresli sitesinde yayımlamaktır.

43 milyon seçmeni tek tek yazan ve sandık numarasına kadar gösteren bir sistem, bu bilgiyi de verebilmelidir.

Yüksek Seçim Kurulu bu kadar açık -saydam- olursa, kimse "Bizim sandıktan çıkan sonuçlar acaba başka yere giderken değişti mi?" kuşkusunu taşıyamaz. Taşısa da dinletemez.

O nedenle Yüksek Seçim Kurulu Başkanı cuma günü yapacağı basın toplantısında sandık sonuçlarını yayımlamaya neden yanaşmadıklarını açıklamalıdır.
Yazının Devamını Oku