Oktay Ekşi

Perspektif ayarı

11 Kasım 2007
ÜLKELER arasında dostluğu geliştirmek güzel. Onun gereğini yapmak doğru. İngiltere’den başlayan dış gezisini Türkiye’den geçerek tamamlamak isteyen Suudi Arabistan Kralı’nı burada en iyi şekilde ağırlamak da "konukseverliğimize" çok uygun bir davranış.

Hatta, Cumhurbaşkanı Gül’ün Kral’ı bizzat gidip Esenboğa’da karşılaması anlaşılır bir tutum.

Lakin olay orada bitmiyor ki... Nitekim yine ayarını kaçırdık:

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tuttu konuk Kral Abdullah Bin Abdülaziz El-Suud’a Türkiye Cumhuriyeti’nin bir sivile verebileceği en büyük nişanı, yani Devlet Şeref Madalyası’ takdim etti.

Sebep de Kral hazretlerinin "Cumhurbaşkanı seçilen Gül’ü tebrik edip kendi ülkesinin en yüksek nişanını vereceğinin" öğrenilmesi imiş. Türkiye olarak bu jeste karşılık vermek istenmiş.

İyi de, bu madalyanın ancak "Bakanlar Kurulu’nun teklifi" üzerine, "Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası (ölümsüzleşmesi), ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü, toplumun huzuru, birlik ve beraberliği için yurtiçinde ve yurtdışında üstün feragat, fedakárlık, başarı ve yararlık gösteren Türk ve yabancı uyruklu kişilere" verilebileceğini söyleyen yasayı yok saymaya kimin hakkı var?

Allah için söyleyin, şu saydığımız koşulların hiçbiri bu saygıdeğer konuk için geçerli mi?

"Daha önce aynı madalyayı alanların hepsi için bu kural gözetilmiş mi ki, şimdi laf ediyorsunuz" diyenleri duyar gibiyiz.

Yanlışın tekrarı, onu yanlış olmaktan çıkartıyor mu? Bizim yanıtımız da bu!

Hadi onu da sineye çekelim... Bugünkü Hürriyet’te bir fotoğraf var ki, görünce kahrolmamak mümkün değil. Anlatalım:

Fotoğraf Kral hazretlerinin Ankara Swissotel’deki "Kral Dairesi"nde çekilmiş. Başbakan Tayyip Erdoğan orada Kral tarafından kabul edilmişmiş. O sırada nasıl olduysa akıllarına Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le de görüşmek gelmiş. Gül’e -anlaşıldığına göre- "Buraya gelir misin?" demişler.

O da kalkmış Kral’ın oteldeki dairesine gitmiş.

Sonra Kral, Türkiye’nin Cumhurbaşkanı’nı sağına, Başbakan’ını soluna oturtup sanki Türkiye’de değil de Riyad’daki sarayında imiş gibi, bir fotoğraf çektirmişler. Kral’ın arkasındaki duvarda da Atatürk’ün değil, ya kendisinin veya bir önceki Kral’ın fotoğrafı asılı...

Böyle bir olay, iki üç samimi arkadaş arasında olur. Buluşurlar, tavla atarlar. Kimse bir şey demez.

Ama bir Cumhurbaşkanı kendi devletinin itibarını hiç düşünmeden tutar da yabancı bir ülke devlet başkanının ayağına gider mi?

Sayın Gül hálá, Cidde’deki İslam Kalkınma Bankası’nda ekonomist olarak çalıştığı günlerin etkisi altındaysa ve Kral’a o açıdan bakıyorsa, derhal bir perspektif ayarı yaptırsa iyi olur.

Belki kendisi farkında değil ama geçen ayın başında Strasbourg’da ziyaret ettiği Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanı Jean-Paul Costa ona "eshab-ı mesalih" (iş takibine gelmiş biri) muamelesi yapınca da biz rahatsızlık duymuştuk. Çünkü onu bilmiyoruz ama biz ulusal onurumuza önem veriyoruz.
Yazının Devamını Oku

DTP ne istiyor?

10 Kasım 2007
GERÇEKTE kendilerine oy veren seçmenlerin mi yoksa dağdaki PKK isimli örgütün mü sesi olduklarını hálá anlayamadığımız Demokratik Toplum Partisi (DTP), Türkiye’nin bazı meselelerine nasıl baktığına ilişkin belgeyi önceki günkü Büyük Kongre’de benimsedi.<br><br>Şimdi artık 26-28 Ekim 2007 tarihlerinde Diyarbakır’da görüşülen "Demokratik Toplum Kongresi Sonuç Bildirgesi"ne, bu açıdan "resmi belge" gözüyle bakabiliriz. Belgeye ve önceki gün partinin Genel Başkanlığı’na seçilen Nurettin Demirtaş’ın basına verdiği ilk demece bakarsanız, bu arkadaşların "Türkiye’nin sınırlarını değiştirmek" yani bu ülkeyi bölmek gibi bir amaçları yok. Sadece "özerklik" istiyorlar. Hem de, somut örnek üzerinden konuşmak gerekirse, "Bulgaristan’daki Türkler ne kadar özerk ise, o kadarını" talep ediyorlar.

Gördüğünüz gibi vitrine konan resimde insana "neden kabul etmeyelim?" dedirtecek bir süsleme, bir yumuşaklık olduğunu söylemek bile mümkün.

Biz Bulgaristan Anayasası’ incelemedik. O nedenle "Oradaki Türklere verilen haklar şöyle, burada sizin istedikleriniz böyle" deme durumunda -şimdilik- değiliz. Ama parti belgesi olarak kabul ettikleri metne bakınca, Bulgaristan’daki durum ne olursa olsun, burada kabul edilemeyecek istekler ortaya attıklarını söyleyebiliriz.

Bu arkadaşlar göre, Türkiye’de biri "Kürt" öteki de "Türk" olmak üzere iki halk yani iki ayrı "bütünlük" var.

Oysa bizim anlayışımıza göre Türkiye’de "iki ayrı bütünlük" yani "iki ayrı halk" değil, kimi Kürt, kimi Çerkez, kimi Gürcü vb. olmak üzere çeşitli etnik kökenlerden gelme bireylerin oluşturduğu bir tek halk var. Bunun adı da Türk milletidir.

Biz "demokratikleşme" denince, hangi kökenden gelirse gelsin, ne tür bir inanca sahip olursa olsun hiçbir ayrım yapmadan tüm bireylerimizin, gelişmiş bir demokrasideki bireyler kadar özgür olmasını anlıyoruz. Her bireyin kendi kültürünü, kendi anadilini korumasını, geliştirmesini, o amaçla örgütlenmesini ve devletin bu bağlamda onlara yardımcı olmasını anlıyoruz.

Onlar "demokratikleşme" deyince "Kürt halkının ulusal (!) toplumsal, kültürel, sosyal, ekonomik, siyasal ve en temel insani hakları" diye belirledikleri bir bloktan söz ediyorlar. Daha açıkçası, "Bayrak aynı bayrak olabilir, devlet dairesine verilecek dilekçenin Türkçe olması zorunluğuna da karşı değiliz. Ama dışişleri, maliye ve savunma konuları dışındaki her konuda Kürt halkı olarak biz karar verelim, biz uygulayalım istiyoruz" diyorlar.

Bunları istiyorlarmış ama istedikleri "federalizm ya da etnisiteye dayalı özerklik değil"miş. Onu söylüyorlar.

Oysa aslında inkar ederken ikrar ettiklerini görmüyorlar. Dahası, sadece Türkiye’de yaşayan Kürt kökenli insanlar için değil, "Ortadoğu’daki dört ülkeye dağılmış Kürt halkları" adına da talepler dile getiriyorlar. Kısaca, "Bugünkü koşullarda beraberiz ama yarın onlarla birlikte hareket edersek, şaşmayın" mesajı veriyorlar.

Biz "üniter" devlet diyoruz, onlar "Üniter (tekçi) devlet kriz nedenidir" diyorlar.

Sonra da "diyalog"dan dem vuruyorlar. Aynı "dili" konuşmadan diyalog olur mu?
Yazının Devamını Oku

Keşke kolay olsa...

9 Kasım 2007
BAŞKAN Bush kendisiyle görüşen Başbakan Erdoğan’a "PKK bizim de düşmanımızdır. O nedenle size, PKK’yı cezalandırmanıza yarayacak istihbarat vereceğiz" anlamında vaatte bulundu ya...<br><br>Bazılarının -özellikle AKP iktidarının akıl hocalığına soyunmuş kalemlerin- yazdıklarına bakarsanız, meselenin neredeyse tamamı halledilmiş sayılabilir. Hele bir de Mesud Barzani’nin kendisini bağlamayacak vaatlerde bulunmakla görevlendirdiği Neçirvan Barzani’nin sözlerini okuyunca bayıldılar.

Sebep... Neçirvan Barzani’nin, Erbil’de bir basın toplantısı düzenleyerek sözüne, "Erdoğan’ın, ’Bölgede istikrarsızlık kimsenin yararına olmaz’ demesini memnuniyetle karşılıyoruz. Türkiye için iyi komşu olmak istiyoruz" diye başlayıp, "(...) PKK Türkiye ve İran’da silahlı eylem yaptıktan sonra elini kolunu sallayarak Irak’a döneceğini zannediyorsa, buna kesinlikle izin vermeyeceğimizi bilmeli. (...) Bizim bölgemizden hiç kimse komşu ülkelere saldıramaz. (...) PKK hemen silah bırakmalı ve uzun bir ateşkes ilan edip siyasi sürece dahil olmalı. Yoksa büyük zarar görür, sonucuna katlanır" diyerek ilk defa ciddi birtakım şeyler yapacakları izlenimini vermiş olması.

Muğlak cümleleriyle bilinen bir yazar, "Kürt meselesini normalleştirmeden" söz ediyor. Bunun için Türkiye hemen "Barzani ve Irak Kürtleri ile yakınlaşma sağlamalı" imiş. Biz bunu yaparsak "PKK’nın Ortadoğu’da erimesine giden kapı açılır"mış.

Böylece Türkiye ile Barzani bir "çıkar bloku" oluştururmuş. Sonuçta PKK’yı zora sokmamız mümkün olurmuş.

Sonra da bir yandan "askeri tedbirler" öte yandan "af" yani "sopa ve havuç" politikasıyla bu işi halledermişiz.

Kağıt üstünde ne kadar kolay ve güzel görünüyor değil mi?

Bir başkası da bu konunun "PKK’dan intikam almak" ile "terörü bir daha boy vermeyecek biçimde bitirmek" şıkları arasında sıkışıp kaldığından dem vuruyor. Tavsiyesi olarak "terörün bitmesi" şıkkını öne sürüyor.

Önce yukarıdakinden başlayalım:

Barzani’lerin siciline bakan bir insan bunların sabah "ak" dediklerine akşam "kara" dediğinin bin tane örneğini bulur. O nedenle önce Neçirvan Barzani’nin, "neyi" temsil ettiğini ve sözlerinin kimi bağladığını bilmek gerekir. Ondan önce de bizzat Başbakan Erdoğan’ın "Barzani" yönetiminin "terör örgütüne destek vererek terör suçu işlediğini" ileri süren sözlerinin mürekkebinin henüz kurumadığını anımsatmakta yarar vardır.

Sayalım ki bu sayede ilişkilerimizde güller açıldı. Barzani oradaki PKK’lılara yardımı kesti.

Böylece Barzani’nin "Türkiye tarafından muhatap sayılmak" arzusu gerçekleşmiş olur. Ama iyi ilişki daha sonra kaç gün sürer? Barzani’nin sabıka kaydını yok mu sayalım?

Hele "sopa ve havuç" politikası kadar saçma bir şey olamaz. Havuç denen "af" ise kaç kere denendi ama hapishaneden çıkıp tekrar PKK’ya katılmak isteyenler dışında kimsenin işine yaramadı.

Devlet eğer devletse yasaları çiğneyenlere havuç değil, ceza verir. Bu gerçeği PKK’ya karşı bir "intikam" politikası izlenmesinden söz edenlerin de anlaması gerekir.
Yazının Devamını Oku

301 bir ayrıntıdır

8 Kasım 2007
DÖNDÜ dolaştı, Başbakan Tayyip Erdoğan’la o zamanki Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in "Ha değişti, ha değişecek" türü oyalamalarıyla yedi-sekiz aydır rafta bekletilen meşhur 301’inci madde, Avrupa Birliği Komisyonu tarafından yayımlanan yeni "İlerleme Raporu" ile tekrar karşımıza çıktı. Lafı dolandırmamışlar, kısaca "Türk Ceza Yasası’ndaki 301’nci madde ve benzer maddelerin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’yle (AİHS) uyumlu hale getirilmesi gerekiyor" demişler.

Raporun böyle çıkacağını haber almış olmalı ki yeni Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin de önce gün "çalışmaları tamamladıklarını" belirterek, "301’le ilgili beş altı öneri var. Bunlardan herhangi birinin, 301’in değişikliğinde kullanılabileceğini düşünüyorum. Hükümet tasarısı olarak önümüzdeki günlerde parlamentoya göndeririz. Ama henüz içeriğine karar vermiş değiliz" demiş.

Bu maddenin içeriğine yani nasıl düzenlenmesi gerektiğine yeri gelince değiniriz. Ama aslında bilmeliyiz ki, 301’inci maddeyi değiştirmenin, çok göze batan Hrant Dink davası, Orhan Pamuk ile Elif Şafak hakkında soruşturma açılmış olması gibi birkaç örneği engellemekten başka bir yararı olmaz. Bu da kozmetik bir yarardır. Yani problemin özüyle ilgili değildir.

Problemin özü, devletimizin gerçekten bir hukuk devleti olmayışıdır. Oraya gelince karşımıza ciddi engeller çıkmaktadır.

Ciddi engellerden birincisi bugünkü siyasi iktidarın (bugünkü hükümetin de diyebilirsiniz) kendisidir.

İktidar "hukuk devleti" kavramını benimseyip yaşama geçirmeye karar vermedikçe, ister 301’nci madde değiştirilsin, ister yeni Ceza Yasası’nın özellikle ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı öteki maddeleri yeni baştan yazılsın, sonuç fazla değişmez.

Oysa bugünkü iktidar sıra "yargı reformuna" gelince, örneğin yargıyı gerçekten bağımsız hale getirecek adımlar atması istenince çeşitli bahanelere sığınarak direnmektedir. Nitekim parti programında ve bu parti tarafından daha önce kurulmuş iki hükümet programında açıkça "yargının bağımsızlaştırılması gerektiği" ifade edildiği halde, 5 yılı aşan AKP iktidarı döneminde bu yönde dişe dokunacak hiçbir adım atılmış değildir. Esasen bugünkü hükümetin programında da böyle bir taahhüt yer almamaktadır.

Hükümetin bu tutumuna karşılık Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkiye Adalet Akademisi’nin yeni eğitim yılı açılış töreninde yaptığı konuşmada "Yargı bağımsızlığını güçlendirecek, adaletin zamanında tecelli etmesini sağlayacak (...) yargı reformuna ihtiyaç olduğunu" söylemekteydi.

Hükümetin tavrı bu olduğu için de İlerleme Raporu’nda en geniş yer verilen bölüm "Yargı Sistemi", "Yolsuzlukla Mücadele politikası"; "İnsan Hakları ve azınlıkların korunması"; "Sivil ve siyasal haklar" başlıklarını taşıyor.

Tabii o başlıkların altında önemli saptamalar var. Örneğin Türkiye’de "yolsuzluğun yaygın ve yolsuzlukla mücadeledeki ilerlemenin sınırlı olduğu" bildiriliyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin son bir yılda verdiği 330 ayrı kararla Türkiye’nin, "insan haklarını ihlal ettiğinin ortaya çıktığı" ifade ediliyor.

İfade özgürlüğü, işkence, kötü muamele gibi konulara gelince bugünkü iktidarın sicili o kadar bozuk ki, onlara ancak yeri geldikçe değinebiliriz. Çünkü o kadar yerimiz yok.
Yazının Devamını Oku

Washington’dan ne aldık?

7 Kasım 2007
BİZİM Cumhurbaşkanı veya Başbakan gibi etkili konumdaki insanların yurtdışına yaptıkları geziler bazen çok büyük ilgiyle izlenir. <br><br>Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Washington’a yaptığı gezi ve özellikle Başkan George W.Bush’la görüşmesi bunun tipik örneklerinden biriydi. Bu sütunu izleyenler bilir. Biz bu gezilere katılan meslektaşlarımızın verdiği haberlerin genellikle aşırı iyimser olduğunu bilir, söyleriz. Hele, buradaki meslektaşlarımızdan söz konusu lideri alkışlamak için alesta bekleyenlerin yorumlarını hiç önemsemeyiz. O yüzden o konuda dış basının ve özellikle söz konusu ülke basınının ne dediğine de bakarız.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Başkan Bush’la yaptığı görüşmeyi bu süzgeçlerden geçirdikten sonraki izlenimimizi söyleyelim:

Bu gezi gerçekten başarılı geçmiş görünüyor.

Başkan Bush’un da "PKK bizim düşmanımızdır" sözünden anlıyoruz ki, bu geziden önce Ankara’ya gelen Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın aynı yöndeki ifadesi, ağızdan öylesine kaçmış bir söz değildir. Belli ki ABD yönetimi bu konuda düşünüp taşınıp vardığı kararı açıklamaktadır.

Bununla birlikte ABD yönetimi, Türkiye’nin "Madem siz de teröre karşısınız ve madem Irak’taki egemen güç sizsiniz. O halde PKK’ya karşı fiilen mücadele edin" anlamındaki talebine olumlu yanıt vermemekte direndi. Direndi ama Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine girme ve PKK’ya mümkün olan en iyi dersi verme kararının önünü kapatmayacağını da söylemiş oldu.

Bunu nasıl söyledi derseniz... Kanıt ortada:

Türkiye’ye, "Eyleme dönüştürülebilir istihbarat vermeyi" taahhüt etmenin başka anlamı olamaz.

Bir nokta daha var:

ABD Başkanı’nın artık "Türkiye, Irak ve ABD’nin üçlü işbirliğinden" söz etmeyip -ki o zaten bir maskaralıktı- doğruca Türk ve ABD askerleri arasındaki işbirliği modelini öne sürmesi de ABD’nin bu konudaki yeni tavrının bir başka ve önemli boyutudur.

Böylece diyebiliriz ki Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine -özellikle PKK’ya- yönelik bir operasyon yapması önünde artık engel kalmadı.

Bu operasyondan ne gibi sonuçlar alınabilir sorusu günlerdir tartışılıyor. Biz ona girmeyeceğiz.

Ama itiraf edelim ki bizi düşündüren bazı boyutlar var. Örneğin bu operasyonun "sadece ABD’nin vereceği istihbaratla mı sınırlı olacağı" kanımızca önemli bir noktadır. Eğer böyle olursa Irak’ın kuzeyindeki PKK kamplarını değil, "ABD’nin uygun gördüğü noktaları" bombalar, geri döneriz. Onunla ne sonuç alacağımızı da biz bilmeyiz ama Allah bilir.

O nedenle kendi istihbarat ve ihtiyaçlarımıza göre bir -veya gerektiği kadar- operasyon yapmamızın mümkün olduğunu bilmeye ihtiyacımız var.

İkincisi... Bu operasyonun -terör örgütüne yataklık yaptığı bilinen o nedenle aynen terör örgütü gibi hedef teşkil etmesi gereken- Mesut Barzani’yi hedef almayacağı gelen haberlerden anlaşılmaktadır.

Eğer böyle bir sınırlama varsa, bu operasyon bizden çok Mesut Barzani’nin işine yaramayacak mıdır? Konunun bu boyutunu da hesap etmemiz gerekmez mi?
Yazının Devamını Oku

Bir törenin ardından

6 Kasım 2007
PEK çoğu İstanbullu olmak üzere Türkiye’nin dört bir tarafından gelen binlerce insan önceki gün, Sevinç İnönü’nün, "Güzel insan, canım eşim, güle güle" yazılı bir çelenkle ebediyete uğurladığı Erdal İnönü için önce camide, sonra Zincirlikuyu Mezarlığı’ndaydı.<br><br>Türkiye’nin -deyim yerindeyse- en itibarlı kabristanında... Ama daha kapısından girerken karşınıza Azrail Aleyhisselam adına tebligat memurluğu üstlenmişler gibi kocaman bir yazı çıkıyor:

"Bütün canlar ölümü tadacaktır!"

Aksini iddia eden mi var? Yaşam elbet ölümle noktalanan bir süreçtir. Bunu insanların gözüne sokmanın yararı ne? Bunu yazmanın psikolojik etkisi ne? İslam dininin, her karşılaştığın insanın gözüne yerli yersiz "ölümü" sok diyen bir emri mi var?

Bir dini sevimli kılan onu sevgi, coşku, mutluluk veren boyutlarıyla anımsamak ve yaşamak mı, yoksa her fırsatta ölümü ileri sürmek mi?

Biz "din" üzerine görüş ileri sürmeye kendimizi yetkili görmeyiz. Ama İslam alimlerinin konuya niçin bir de bu açıdan bakmadıklarını merak ederiz?

Zincirlikuyu’dayız. Binlerce insan daha cenaze kabristana girmeden, ebedi istirahatgáhı olarak ayrılan mezar çevresinde bekleşiyor.

Güvenlik amacıyla en az bin polis görevlendirilmiş. Yol gösteriyorlar. Ama güvenliği düşünenler, ailenin böyle bir günde tören düzenleme işiyle meşgul olamayacağını akıl etmemişler.

Nitekim az önce Teşvikiye Camii’nde yaşadığımız manzaranın çok daha düzensizi burada da var.

Teşvikiye’de hiç değilse "başsağlığı" dilemek için gelenlerin sıraya girmesini sağlayan bir kordon ve halı konmuş, ailenin yeri belirlenmiş, bu olayı izleyecek gazeteciler -özellikle kameramanlar- için platform yapılmıştı.

Burada o ihtiyacı düşünen hiç olmamış.

Herkes Erdal İnönü’ye sevgisini, saygısını göstermek isterken orada daha önce defnedilmiş insanların kabirleri aynı kişiler tarafından ayaklar altında çiğneniyor.

Ne aile için bir yer ayrılmış, ne medya düşünülmüş, ne dua okuyacak din adamları, ne de törene gelen halk hesaba katılmış.

Zaten bunları bugünküler değil, geride kalan 1400’den fazla sene zarfında yaşayan kuşaklar düşünmüş olmalı, kuralını koymalı, düzenini kurmalıydı. Bu cenaze törenlerini panayır karmaşasından kurtarmalıydı.

Biz bu dediğimizi her fırsatta dile getiririz. Çünkü bu kusurun, bu eksiğin dinde değil, bizde olduğunu düşünürüz. Şimdiki Diyanet İşleri Başkanımız da dahil olmak üzere yetkililere yüz yüze görüşmelerimizde kaç kere aktardığımız görüşlerimizdir bunlar.

Gerçekten, niçin Hıristiyanların, Musevilerin kabristanı bakımlı olur, ölüleri bir saygıyla uğurlanır da, sıra bizimkine gelince -eğer devlet töreni yapılmıyorsa- her şey karmaşa içinde yürür? Kabristanlarda bir ölüye saygı göstermek için bazen on, bazen yüz ölünün ahı alınır.

Hadi 1400 sene geride kaldı diyelim. Hiç değilse bundan sonrasını düzeltmek ve bu ulusun uygarlık düzeyine uygun hale getirmek mümkün değil mi?
Yazının Devamını Oku

Görünen köy

4 Kasım 2007
LAF ne güzel... Hem de dün "Genişletilmiş, Irak’a Komşu Ülkeler Konferansı" nedeniyle İstanbul’da bulunan Irak Başbakanı Nuri El Maliki’nin ağzından çıkıyor. Maliki, "Cani PKK yüzünden kardeş ilişkilerimiz bozulmasın" diyor.<br><br>Peki... Bozulmasın. Ama onun için gelip İstanbul’da PKK’ya "cani" demek yetmiyor. Kendi ülkende Başbakan olarak senin de yapman gereken şeyler var.

Örneğin "cani" dediğin örgütü cezalandırman gerek.

Söz bu noktaya gelince Maliki’nin ağzından çıkanlar şunlar:

"PKK’nın bütün bürolarının Irak topraklarında yasaklanması ve kapatılması yönünde karar verdik. Sıkı tedbirler aldık, bu örgüte kolaylık sağlanmasını önleyeceğiz. Kampları da tamamen kapatılacak ama üyeleri izlenecek. Bulundukları bölgelerde takip ediyoruz, edeceğiz. Havaalanlarında, sınırlarda her yerde onları takip edeceğiz. Ve topraklarımızın hiçbir komşu ülkeye saldırı için kullanılmasına izin vermeyeceğiz. Silah ve güç yerine diyalog kullanılmalı."

A canım kardeşim... Sırf bu iş için bizzat zat-ı aliniz Ankara’ya kaç kere geldiniz. Türk Dışişleri Bakanları kaç kere Bağdat’a gitti. Sonunda iki ülke arasında -pek de ne işe yaradığını kimsenin anlamadığı- bir "Mutabakat Belgesi" imzalandı.

Şimdi gelip İstanbul’da "cani" ilan ettiğiniz terör örgütü hakkında bugüne kadar kılınızı kıpırdatmadınız. Bizim de bunun farkında olmadığımızı düşündünüz. Şimdi gelip "PKK’nın bütün bürolarının Irak topraklarında yasaklanması ve kapatılması yönünde karar verdik" diyerek Türkiye Cumhuriyeti’ni tatmin edeceğini mi zannediyorsun?

Biz "PKK bürosu kapatma" hokkabazlığının ne anlama geldiğini bilmez miyiz? Gidin PKK’"terör örgütü" ilan eden Avrupa Birliği üyesi ülkelere, örneğin Almanya’ya, Belçika’ya, Hollanda’ya ve hatta İngiltere’ye... Öyle fazla derin araştırma yapmanıza lüzum olmadan "Burada PKK adına çalışan yerin adresi nedir?" diye orada yaşayan herhangi bir Türk vatandaşına sorun. Size ya hemen kesin bir adres verecek yahut "Bir dakika... Ben bilmiyorum ama bilen arkadaşlardan adresi alıp size veririm" diyerek on dakika sonra elinize istediğiniz bilgiyi tutuşturacaktır.

Bu kadar aleni olan bir soytarılığı o ülkelerin polisi bilmez mi?

Hepsi bilir ama mesele Türkiye’ye gelince mecbur kalmadıkça kıllarını kıpırdatmazlar.

Aynı şeyin Irak’ta da olmayacağını Maliki Bey taahhüt edebilir mi?

Hoş etmeye kalksa ne anlamı var ki?

Maliki’nin sözünün Başbakanlık makam odasından kaç adım öteye kadar geçtiğinin tartışıldığı bir ortamda "PKK’lıları takip ediyoruz. Topraklarımızın hiçbir komşu ülkeye saldırı için kullanılmasına izin vermeyeceğiz" demesi, sadece gönül avutur. Başka işe yaramaz.

"Peki ne olacak?" mı diyorsunuz.

Ya ABD yönetimi Türkiye’nin elini tutmaktan vazgeçecek yahut da Irak’ın kuzeyinde borusu öten Mesud Barzani’nin aklı başına gelecek ve PKK’yı orada yaşatmamak için kendine düşeni yapacaktır. Bunlardan biri olmazsa bedeli buradaki hükümet mi, oradaki Barzani mi yoksa dağdaki PKK mı ödeyecek, hep birlikte göreceğiz.
Yazının Devamını Oku

Beklenti

3 Kasım 2007
ORTADOĞU’da bölgesel bir güç olduğumuzu düşünüyoruz. Bugün İstanbul’da başlayacak olan genişletilmiş "Irak’a Komşu Ülkeler Dışişleri Bakanları Toplantısı" gibi aktivitelerle bunu göstermeye çalışıyoruz. Böyle bir konferanstan Türkiye’nin alabileceği sonuç nedir?

Olsa olsa Irak’ın toprak ve devlet olarak bütünlüğünün korunması için Konferans’a katılan devletlerden ortak bir karar çıkartmak olabilir.

Oysa Amlerikan Kongresi’nin artık Irak’ı biri Şii, ikincisi Arap ve üçüncüsü Kürt bölgesi olarak üç parçalı gördüğünü, aldıkları karardan biliyoruz. Bunu "Yine de Irak’ın bütünlüğünden yanayız" türü sözlerle yok saymaya kalkmak maalesef gerçeği ve olayların seyrinin Irak’ı resmen de parçalanmaya götüreceğini görmemezi engelleyemiyor. O nedenle Türkiye olarak şimdiden bu gerçeği göz önünde tutarak geleceğe bakmamız gerekiyor.

Hepsi iyi... İyi de bizim kendi durumumuz ne?

Dünkü haberlerde Türkiye’nin başındaki PKK belasının bu konferansın konusu haline getirilmemesini istediğimiz bildiriliyordu.

Türkiye’nin kendi söküğünü dikemeyen bir ülke gibi görünmesine izin vermemek, kimliğine de, konumuna da uygun düşer.

Öte yandan bu konferansın konusu olmasını istemesek de PKK yüzünden istikrarsızlaşacak bir Ortadoğu’nun herkesin başına büyük belalar açacağını, İstanbul’a gelen yabancı Dışişleri Bakanlarına anlatmanın en iyi fırsatını yakalamış olduğumuz da bir gerçek.

Bizim umudumuz hem bu fırsatın iyi değerlendirildiğini görmek hem de teröre karşı savaş konusunda bunca yıl Türkiye’yi oyalayan ABD’nin sadece "terörist" demekle kalmayıp artık "düşmanımız" diye nitelediği PKK’ya karşı, bir düşmana karşı ne yapılması gerekiyorsa onu yaptığına tanık olmaktır.

Irak’ın kuzeyine yapılması söz konusu askeri operasyonu önlemenin başka bir çaresini biz göremiyoruz.

Şiretliği yazarlık sanan kaleme not:

Yerin ve yüreğin varsa benim sadece 25 Nisan 1998 tarihli yazımı değil geçmişteki tüm yazılarımdan hangisini istersen yayımla da okuyucuların satılmamış bir kalem görsün. Bu bir.

Ben hiçbir yazımda bugüne kadar hiçbir kimseyi hedef göstermedim. Benim yüzümden kimse vurulmadı. Bunu bile bile iftira edene en azından ahlaksız derler. Bu iki.

Dediğin yazı resmi bir kaynaktan verilen bilgiye dayanıyordu. Orada Şemdin Sakık’ın "PKK’ya hizmet sunan gazeteciler var" dediği bildirilmekteydi. Ona dayanarak "PKK’ya hizmet sunan kim varsa alçaktır" dedim. Bugün de dayandığım bilgiye güvenirsem aynı şeyi söylerim. Bu üç.

Bilgi kaynağının bizi aldattığını öğrenince, bizi aldatanları lanetleyerek o olayın mağdurlarından, iki defa özür diledim. Zerre kadar dürüst bir insan olsan onu da yazarsın. Bu dört.

Demagoji yapma! Sana söylediklerimi yanıtla, örneğin "bu ulusla gurur duyduğunu" söyle, sonra konuş. Bu beş.

Bilim adamı olarak değerini, bilimsel verimin tartıldığı "Social Sicence Citation Index" terazisinde ölçtürdüm. Karşıma senin gibi bir SIFIR çıktı. Bu da altı. O.E.
Yazının Devamını Oku