30 Kasım 2007
GÖZÜMÜZ aydın... Herkes "bilgi çağına" doğru yol alırken biz, içinde demokrasinin "d" harfinin bulunmadığı, bilgiye erişimin engellendiği Çin Halk Cumhuriyeti’nin, Burma’nın, Suriye’nin, Suudi Arabistan’ın, Arap Emirlikleri’nin, Etiyopya’nın, Libya, Tacikistan ve benzeri 25 ülkenin bulunduğu ülkeler kampına doğru ilerliyoruz.
Çünkü "internet ortamında işlenen suçlarla mücadeleyi" amaçlayan 5651 sayılı yasanın 3 ve 8’inci maddeleri de 23 Kasım 2007 tarihinden itibaren uygulanmaya başladı.
Gerekçe o kadar masum ki siz de ben de hemen o gerekçeye bakınca "Ona bilgi denmez. Ona dense dense rezillik denir. O nedenle elbette o bilgiye erişim engellenmelidir. Üstelik o tür malzemeyi bilgi diye insanlığın önüne koyanı cezalandırmak gerekir" deriz.
Çünkü bizim aşağıda "yanlışlarını" ortaya koymaya çalışacağımız yasa örneğin "çocukların cinsel istismarını"; "fuhuşu", daha doğrusu bu suçların "internet aracılığıyla" işlenmesini önlemeye çalışıyor.
Onunla da kalmıyor. Yasadaki hükmü özetleyecek olursak, "İntihara yönlendirme"; "Uyuşturucu ve uyarıcı madde kullanılmasını kolaylaştırma"; "Sağlık için tehlikeli madde temini"; "Kumar oynanması için yer ve ikmal sağlama" amaçlı yılanların bilgisayarlarımıza erişmesini engellemeyi de amaçlıyor.
(İlginçtir... Mesela terörü, şiddeti, suçu teşvik eden yayınlara ses çıkarmıyor.)
Bir de "müstehcenliği" önlemeye önem veriyor.
Ancak bir çıplak insan heykeli görünce "Tükürürüm öyle sanatın içine" diyen kafanın veya "Bu (nü) resmi Gaziantep halkı kaldıramaz" diyen kafanın "müstehcenlik" anlayışını mı uygulayacaklar, yoksa çağdaş anlayışı mı? Onu görmek için uygulamayı beklemeye mecburuz.
Yukarıda dediğimiz gibi temel amaca karşı değiliz. Lakin konunun uzmanlarından Hasan Sınar’ın katıldığımız görüşüne göre, bu amacı gerçekleştirmek uğruna hukukun temel ilkeleri çiğneniyor. Öyle olunca biz de yasanın bu tür hükümlerine "evet" diyemiyoruz.
Çünkü yasa koyucu bir cinlik yapmış. Sanki internet üzerinden erişilebilen bilgilerden "suç" oluşturanların engellenmesi için karar verme yetkisi "yargıya" aitmiş gibi bir hüküm getirmiş. Orada "Erişimin engellenmesi kararı, soruşturma evresinde hákim, kovuşturma evresinde ise mahkeme tarafından verilir" demiş. Acele hallerde cumhuriyet savcısını da yetkili kılmış. Eğer buna itirazınız varsa "idari yargıya gidebilirsiniz" de demiş.
Ama bunu belli ki saf ve temiz vatandaşlarımız inansın diye söylemiş. Aslında bu konuda karar verme yetkisini, "Telekomünikasyon İletişim Başkanı" unvanını taşıyan bir bürokrata yani Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı bir memura bırakmış. Çünkü yasa, söz konusu bürokratın, hani şu yukarıda saydığımız türden suçlar var ya, bir internet yayınında bunların işlendiği konusunda "yeterli şüphe" duyması halinde -bu yayının yurtdışından geldiğini veya çocukların cinsel istismarı niteliğinde olduğunu yahut müstehcen sayılacağını ileri sürerek- şarteli indirebileceğini söylüyor. Üstelik bu emir mahkemenin kararından da ağır. Çünkü 24 saat zarfında yerine getirmeyene 100 bin YTL’ye kadar para cezası öngörülüyor.
Yargı yolunu ayrıntı düzeyine indiren bu anlayışı çağdaş buluyorsanız, buyurun yasa orada. Yoksa bu yasanın bizi yukarıda saydığımız despot ülkeler kategorisine soktuğunu görmeliyiz.
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2007
ANAYASA Mahkemesi basınımızın pek sevdiği deyimle, "Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün hukuki durumu ile ilgili tartışmalara son noktayı" koydu. Daha doğrusu bazı gazetelerimiz, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) lideri Tayyip Erdoğan’ın CHP’ye kızıp "Cumhurbaşkanını halk seçsin" demesiyle başlayan tartışmanın bittiğini sandılar.
Oysa bitmedi...
Neden bitmediğini anlatmak için önce geçmişi özetleyelim:
Hepimiz artık biliyoruz ki Türkiye’deki en zor şeylerden biri, yeni bir Cumhurbaşkanı seçmektir. Abdullah Gül’ün seçilmesiyle biten sürecin 13 Nisan 2007’de başlayıp 28 Ağustos 2007’de bitmesi, yani tam dörtbuçuk ayımızı alması bu yüzdendir.
Biliyorsunuz mesele "TBMM Genel Kurulu’nda seçim oylaması yapılacağı gün oturum, 184 milletvekiliyle mi, yoksa en az 367 milletvekiliyle mi açılmak gerekir?" tartışmasıyla başladı.
Yeni Cumhurbaşkanı’nı "Çoğunluğum var, ben seçerim" kafasıyla kamuoyuna dayatmaya kalkan AKP, dediğini yapamayacağını anlayınca erken seçime gitti. Ama o arada muhalefete tepki olsun diye Meclis’ten, "Cumhurbaşkanı’nı 5 yıllık süre için halk seçer" diyen bir Anayasa değişikliği geçirdi. Lakin o değişiklik de Onuncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından "halkoylamasına" sunuldu. Olay bu yönde gelişirken 22 Temmuz 2007 seçimini büyük çoğunlukla kazanan AKP, Onbirinci Cumhurbaşkanı’nı yürürlükte bulunan Anayasa hükmüne göre yani Meclis eliyle seçiverdi.
Ne var ki halkoylamasına sunulan yasa kabul edilirse hemen yürürlüğe girecek ve oradaki iki maddeye göre "Onbirinci" Cumhurbaşkanı’nı halkımızın seçmesi gerekecekti.
Aynı yere iki Onbirinci Cumhurbaşkanı seçilmesi ancak AKP iktidarının marifeti olabilirdi. Ama, mızrağın çuvala girmediği son dakikada kabul edildi. Ve henüz yürürlüğe girmemiş olan -çünkü halkoylaması süreci başlamış ama bitmemişti- yasada değişiklik yapılarak (Bu herhalde yasa yapma tarihinde bir ilktir) "Onbirinci" Cumhurbaşkanı’nın seçilmesini emreden hüküm metinden çıkartıldı.
İşte CHP buna itiraz etti. Yapılanın Anayasa’ya aykırı olduğunu ileri sürerek Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Lakin Yüksek Mahkeme başvuruyu reddetti. Böylece "Onbirinci Cumhurbaşkanı halen Köşk’te bulunan zat mıdır, yoksa halkoyuyla seçilmesi gereken kişi midir?" meselesi bitti.
O bitti ama tartışma bitmedi. Çünkü halkoylaması ile kabul edilen yasa, Cumhurbaşkanı’nın 5 yıl görev yapacağını, isterse ikinci bir dönem daha seçilebileceğini söylüyor. Yani ona bakarsak Sayın Abdullah Gül’ün görevi 28 Ağustos 2012’de bitecek.
Ama Gül’ün seçildiği tarihte yürürlükte olan Anayasa hükmü, "Cumhurbaşkanı görev süresinin 7 yıl olduğunu" söylüyor. Buna göre Gül’ün 28 Ağustos 2014’e kadar Çankaya’da olması gerekiyor. Bu görüşü savunanlar aynı tartışmanın Fransa’da da yapıldığını, neticede Jacques Chirac’ın 7 yıl görevde kaldığını anımsatıyor.
Gerçi "5 yıl" diyenlerin daha ağır bastığı izlenimi var. Var ama hukuk açıklık ister. Bu da yeni bir düzenlemeyle sağlanır. O yüzden Gül’ün görev süresini yasayla netleştirmek gerekir. Yoksa yumurta kapıya gelince konuyu ele alır, yine sorun yaşarız.
Yazının Devamını Oku 28 Kasım 2007
HEMEN herkes Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) kapatılması istemiyle Yargıtay Başsavcısı tarafından dava açılması üzerine tepki gösterdi. Örneğin TBMM Başkanı Köksal Toptan, daha haberin ilk duyulduğu gün "Parti kapatmaya karşı olduğunu" ilan etti. Eski TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk, "DTP’yi Meclis’te muhafaza etmek, demokrasi icabıdır" dedi.
DSP Genel Başkanı Zeki Sezer onları destekledi. Gerisini yazmayalım. Örnek çok.
İyi de... Hakkında dava açılan partinin sorumluları ne yapıyor, ne diyorlar?
Daha açık soralım... Onlar acaba DTP kapatılsın mı istiyorlar, açık kalmasına mı çalışıyorlar?
Dün en ağırbaşlısı diye bilinen DTP Grup Başkanı Mardin Milletvekili Ahmet Türk hem dokunulmazlıklarıyla ilgili işlemleri hem de DTP’nin kapatılmasıyla ilgili davayı kastederek:
"Bizim Meclis’te gözümüz yok. Linç politikası sürdürüldüğü müddetçe, inançlarımızı ifade edecek zemini bulamazsak, insanlarımızın oyuna saygı gösterilmezse, biz burada olmayız. Gerekirse cezaevinde de yatmasını biliriz.(...) dedi.
Ne diyor Ahmet Türk?
Siz bizi rahatsız edecek hiçbir işlem başlatmayacaksınız ama biz aklımıza geleni söyleyeceğiz. Gerekirse bu ülkenin Anayasal düzenini yok sayacağız. Bu ülkenin yasalarına göre ağır suç işlemiş insanları ve onların eylemlerini öveceğiz. Terör örgütünün sözcülüğünü yapacağız. Suçluyu masum gösterip görevini yapan güvenlik güçlerini suçlu ilan edeceğiz, ama siz sesinizi çıkarmayacaksınız.
Demokrasinin onlara göre kendi istediklerinin kabul edilmesinden başka tanımı yok.
Nitekim DTP’lilerin sorun yaratmayı amaçladığı izlenimi veren demeçleri son günlerde pek arttı. Örneğin DTP’li Tunceli Belediye Başkanı Songül Erol Abdil, PKK’lı kadın teröristleri ’özgürlük mücadelesinin öncüsü’ ilan etti.
Batman’ın DTP’li Belediye Başkanı Hüseyin Kalkan, düzenlediği basın toplantısında teröristlere övgüler yağdırdı. "Dağda yaşayan insanlarımız, ülkenin en onurlu insanlarıdır" dedi.
Türkiye terör örgütüne darbe vurmayı amaçlayan önlemler uygulandıkça sevinmesi gereken DTP, bundan huzursuzluk duyduğunu Diyarbakır’da 25 Kasım günü yaptığı mitingde ortaya koydu.
Tamam, hiçbir siyasi parti kapatılmasın... Nitekim sırf o amaçla Anayasa’da önce 1995’te sonra da 2001’de değişiklik yapıldı. Bir partinin kapatılması, onun "Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne (...) aykırı fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi’nce tespit edilmesi" koşuluna bağlandı. Koşulun gerçekleşmiş sayılması için de "Bu fiillerin o parti üyelerince yoğun şekilde işlendiği ve bu durumun o partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları(...)nca benimsenmesi" gerektiği vurgulandı.
DTP’liler daha ne istiyor? Maksatları dağa çıkmaksa yol açık. Yok bu ülkede ve demokratik hukuk devleti içinde yaşamak istiyorlarsa, tuttukları yol o yol değil.
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2007
KEŞKE Başbakan Tayyip Erdoğan kendisini -çok muhtemelen haklı olarak- kızdıran yalan yayınlardan söz ederken, bilmediği şeyleri söylemeye kalkmasaydı... O zaman biz de kendisini tekzip eden aşağıdaki gerçekleri ortaya dökmek zorunda kalmazdık.
Ama o noktaya gelmeden, Erdoğan’ın "gazetelerde (belki TV’lerde de) yayınlanan yalan haberlere" ilişkin şikáyetine değinelim. Erdoğan, Kızılcahamam’daki toplantıyı kapatırken;
"Terörle mücadele gibi hassas meseleler başta olmak üzere gerek yazılı, gerekse görsel medyamızda kaynağından doğrulanmamış hayali senaryoların hálá haber yapıldığını görüyoruz" demiş, medyayı ciddiyete davet etmiş.
Erdoğan’ın hangi haberlerden söz ettiğini bilmiyoruz. Ama medyamızda yer alan yalan yanlış ve eksik bilgiyle yazılmış haberlerden en az kendisi kadar şikáyetçi bir kişi olarak söyleyelim:
Bu şikáyetlerinizi götürebileceğiniz adres var... Bizzat yapmanıza gerek de yok. Maiyetinizdekilere emreder, şikáyetçi olduğunuz haberin Basın Konseyi tarafından incelenmesini istersiniz. Şikáyetiniz değerlendirilir ve sonuç kamuoyuna açıklanır. Bu kadar basit.
Ötekine yani "tiraj"a ilişkin sözlerine gelince... Erdoğan şöyle demiş:
(...) Halkımız bu yalan haberlere inanırsa kim kazanır, kim kaybeder. Siz daha fazla satacağınızı mı zannediyorsunuz? Hayır! Hep kaybediyorsunuz. 70 milyonluk Türkiye’de 3 milyon satıyorsa(nız) burada bir yanlışınız var. Bu yanlışın üzerinde durun. Yoksa bir gazetenin 15-20 milyon satması lazım. En fazla 600-700 bin satabiliyor. Böyle gazetecilik anlayışı da yok."
Asıl bilip bilmeden bu konuda ahkám kesmek yok!
Yıllardır biz "Türkiye’de tiraj düşük" diyenlere anlatmaya çalışırız ki, tiraj hesabı 70 milyon bazında değil, gazetelerin ulaşabildiği yaklaşık 40-45 milyon nüfus bazında yapılmak gerekir. Bizim düzeyimizdeki ülkelerde, tiraj o nüfusun yüzde 10’unu buluyorsa, iyi sayılır. Daha fazlası elbet istenir, ama promosyon vs. ile sağlanır.
Kaldı ki bizde günlük tiraj Başbakan’ın dediği gibi 3 milyon değil, 5 milyon 150 bin kadardır. Bir başka deyişle gazeteler "pazardaki" nüfusun yüzde 10’undan fazlası tarafından alınmaktadır.
Ama asıl somut bilgiyi 27 Haziran 2007 tarihli yazısında, Dünya Gazeteler Birliği’nin (WAN) son raporuna dayanarak Ertuğrul Özkök verdi. Oradan aktaralım:
"Yunanistan’da satılan gazete sayısı 550 bin.
Diyeceksiniz ki nüfusu kaç?
Nüfusu 10 milyon.
Bu rakamı en basitinden 7 ile çarparsanız 3.5 milyonun biraz üzerinde bir rakam elde ediyorsunuz ki, bu Türkiye’nin altında.
Ayrıca Yunanistan AB üyesi, fert başına düşen geliri 16 bin dolar.
Yunanistan öyle de İtalya, Fransa, İspanya gibi ülkelerde durum ne?
Oralarda da gazete satışları, Türkiye’nin çok üzerinde değil.
İtalya’da 5.5, Fransa’da 8, İspanya’da 5-6 milyon gazete satılıyor. Yani İngiltere, Almanya ve kuzey Avrupa ülkelerini bir kenara bırakırsanız, Türkiye’de gazete satışı çok iyi."
Sayın Başbakan günde 20 milyon satan gazeteyi nerede gördüyse bir de onu söylese de öğrensek.
Yazının Devamını Oku 25 Kasım 2007
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, altına imza atabileceğimiz düşüncelerle "Bir dakika! O öyle değil" demeye mecbur olduğumuz görüşleri bir araya getiren bir konuşmayı dün, başında bulunduğu partinin Kızılcahamam’da düzenlenen "Dokuzuncu İstişare ve Değerlendirme Toplantısı"nda yaptı.
Önce katıldıklarımıza değinelim. Başbakan; "Şiddet ve terörün düşmanı özgürlük ortamıdır. Öyleyse terörle mücadelede nihai sonucu temin etmek için çoğulcu demokrasiyi yaşatalım, özgürlük ortamını güçlendirelim diyorum" diyor.Bir kısım çevrelere, özellikle aşırı milliyetçilik içeren söylem sahiplerine, "Türkiye’ye yapacağınız en büyük kötülük menfi milliyetçilik söylemini sürdürmektir. Bölücü terör örgütünün hedefi birlik ve beraberliğimizi bozmaktır. Onların istediği budur zaten, buna fırsat verecek hiçbir söylem ve davranışı kabul edemeyiz" diyor.
"İçeride düşman aramak, vatandaşlarımızın bir bölümünü, ’şu ya da bu sebeple sadık olanlar, olmayanlar’ diye ayırmak birlik ve beraberliğimize zarar verir. Terör örgütünün de istediği zaten bu değil mi?" diyor.
"Atatürk’ün, bana göre en büyük başarısı etnik kökeni, dini, inancı ne olursa olsun milletimizin bütün fertlerini, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığında birleştirmiş olması(dır). Bu bağı muhakkak ve özenle korumak zorundayız" diyor.
"Bizim içeride düşmanlık diline değil, kardeşlik diline ihtiyacımız var. Eğer terör belasından kurtulacaksak bu, demokratik siyaseti çare kapısı olarak, hak arama kapısı olarak açık tutmakla mümkün olacaktır" diyor.
Yazının Devamını Oku 24 Kasım 2007
DAHA önce gerçeğe aykırı beyanlarından şikáyet etmiştik. Hukuka, yargıya saygısı olmadığına ilişkin örnekleri saymıştık. Gözünün "İmam Hatip Lisesi"nden başka bir şey görmediğini ileri sürmüştük. Saymadık ama Meclis’e getirmeyi tasarladığı yasa taslaklarının veya yürürlüğe koymaya kalktığı yönetmeliklerin pek çoğunun kısa sürede çıkmaza saplandığını söylemiştik.
Yetmemiş... Resmi sıfatı Milli Eğitim Bakanı olan Hüseyin Çelik’in en az 15 yıldır sadece bizim bile 40-50 kere değindiğimiz "tarikat" bağlantılı öğrenci yurtlarından hiç haberi yokmuş.
Bizzat kendisinin CHP Sinop milletvekili Engin Altay’ın "(...) Yazılı ve görsel basında yer aldığı şekliyle belirli bir cemaat ve tarikatla doğrudan ya da dolaylı bağlantısı olan yurt var mıdır?" şeklindeki "yazılı soru önergesi"ne verdiği yanıttan anlıyoruz bunu.
Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin tüm eğitim politikalarından sorumlu olan Bakan Hüseyin Çelik yanıtında şöyle demiş:
"Soruya konu durumun olduğuna ilişkin (yani ülkemizde cemaat ve tarikat yurdu bulunup bulunmadığı hususunda) Bakanlığımıza intikal eden herhangi bir bilgi bulunmamaktadır."
Pardon! Türkiye’de tarikat yurdu var mı yok mu bilmiyormuş, ama bakanlıktaki kayıtlardan anlaşıldığına göre "özel ortaöğretim yurtlarının sayısı toplam 1882" imiş. Bunların 1481’i dernekler, diğerleri de vakıf, şirket veya şahıslar tarafından işletiliyormuş.
Onlar anlaşılan hep faal haldeymiş. Yalnız "1 özel yükseköğretim öğrenci yurdu süresiz olarak kapatılmış"mış.
Buyurun... Bu öğretim yılı başında kendisine 16 milyon 817 bin çocuğumuzu emanet ettiğimiz zat söylüyor bunu.
Oysa sözü edilen tarikat yurtlarının mülki amirlikler tarafından etkin şekilde denetlenmesini engellemek için yönetmelik değiştiren bakan da Hüseyin Çelik’ten başkası değildir. Bugün söz konusu yurtlar üzerinde devletin zerre kadar denetim yetkisi kaldıysa, onu da Danıştay’ın söz konusu değişikliği iptal etmesine borçluyuz.
Bakan Hüseyin Çelik bilmiyormuş, görmüyormuş gibi yapsa da -bunun ne kadar dürüst bir tavır olduğunu sizin takdirinize bırakıyoruz- gerçek şu ki söz konusu 1882 özel yurdun en az 1800’ü tamamen tarikat ve cemaat yurdudur.
Kaç defa yazdık ki bu yurtlara Anadolu’nun ortaöğretim çağındaki yoksul fakat çalışkan çocukları alınır. Görüntüdeki amaç onların okuyup adam olmalarına katkıda bulunmaktır. Kısaca kimsenin "hayır" demeyeceği bir amaç söz konusudur. Ama asıl amaç o yurdu işleten cemaat ve tarikat için taraftar -hatta militan- yetiştirmektir.
Aynı şey, üniversite çağındaki öğrenciler için açılan "abi" (ağabey), "abla" denetimli evler için de geçerlidir. "Mazbut" bir muhitte, öğrenimlerine devam ediyor diye aileler bu tür evlere üstelik para da vermekte, ama sonra evladını bir cemaatin müridi olarak teslim almaktadır.
Uyumayalım! Türkiye’nin geleceğine hükmedecek nesiller böyle yetişmektedir.
Bunlardan Hüseyin Çelik’in haberi yoktur. Çünkü zaten bunun böyle olmasını isteyen de odur.
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2007
BUGÜN bu sütunda Ordu var. Ama bu Ordu’nun üniformalısı, silahlısı değil. Bu da onun kadar bizim olan öteki "Ordu". Bu saygınlığını, bağımsızlığımızın simgesi olmaktan almıyor. Bu Ordu, sevimliliğine, kültürel aktivitelerine, fındığına, insanına, doğasına güveniyor. Kendisini meşhur elementler tablosundaki "oksijen"le simgeliyor. "O"nun tepesine bir küçücük bulut, sağ alt tarafına da "2" adet molekül koymuş. Onunla tanınmak istiyor.
Bugün işte o Ordu’dayız.
Ordu bugün "il" olarak 87 yaşını tamamladı. Ama 87 yılın gerektirdiği kadar gelişmedi veya gelişemedi. Zaten biz de o yüzden yani Ordu’nun ekonomik ve sosyal gelişmesine çözüm arayanlara katkıda bulunmak için Ordu’ya geldik.
Sadece Ordu için değil, Anadolu’nun "Biz de kalkınacağız" diye ayağa kalkmış öteki illeri için de Doğan Medya Holding bugüne kadar "Anadolu’daki Avrupa" başlıklı 20 toplantı düzenlemişti. Ordu’da yapılanla sayı 21’i buldu.
Aslında bu toplantı 18 Ekim 2007 tarihinde yapılacaktı. Bineceğimiz uçağın arıza yapması toplantının ertelenmesine sebep oldu. Belki de o erteleme işe yaradı. Çünkü Ordu bu yeni toplantıyla kendisinden ikinci defa söz ettirdi.
Nitekim ertelenen birinci toplantı dolayısıyla bu sütunda çıkan yazıda:
"Ordu sağlıklı bir patlayışla büyümek istiyor ama onu engelleyen çemberleri bir türlü kıramıyor. Öncelikle Ordu’dan kazanan ama kazandığını Ordu dışında harcayan işadamları yüzünden büyüyemiyor. Ordu’da hálá bir liman olmaması yüzünden büyüyemiyor. Karadeniz’i Orta Anadolu üzerinden Akdeniz’e bağlayacak olan Ordu-Sivas-İskenderun yolunun önemini hálá kavrayamamış olan Karayolları Genel Müdürlüğü’nün vizyonsuzluğu yüzünden büyüyemiyor. Limanı, yolu olmayan Ordu üretse de çevredeki pazarlara ulaşamıyor. O yüzden bir tek fındığa, biraz da bala bağımlı yaşamaya mecbur ve mahkûm oluyor.
Bu gerçekler Ordu’yu 81 il içinde sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyi sıralamasında bazı sene 62’nciliğe, bazı sene 61’inciliğe çiviliyor" demiştik.
Maalesef göstergeler yukarıda sözünü ettiğimiz gerçeğin değişmesi için çok büyük ve çok ciddi bir seferberliğe ihtiyaç olduğunu söylüyor.
Bu seferberliğin iki hedefi olmalı. Birincisi Ordu’yu "fındığa" bağımlı olmaktan kurtarmayı hedeflemeli. Gerçi "fındık" Ordu’nun hálá "her şeyi". O kadar ki 2001 rakamlarına göre, tüm bitkisel üretiminin yüzde 92’sini fındık oluşturuyor. Fındık bu kadar egemen olunca Ordu başka bir şey üretmiyor. O da Ordu’yu "fındık üretiminin iyi olduğu yıllar" ile "düşük olduğu yıllar" parantezine hapsediyor.
İkincisi Ordu’nun farklılıklarını ön plana çıkarmayı hedeflemeli. Onu "marka"laştırmalı. Bu "bal" ile olur, "yayla"ları ön plana alan "turizm"le olabilir. Ordu’nun "kültürel aktivitelerini" daha da güçlendirmekle olabilir. Ama asıl, Ordu’nun sadece işadamını, zenginini, okumuşunu değil, olabildiğince geniş bir şekilde tüm bireylerini "Ordu’yu kalkındırma seferberliğine" ortak etmekle olabilir. Yoksa, daha önce de denendiği gibi, biz söyler, biz dinleriz. Aynı yerde sayarız.
Yazının Devamını Oku 22 Kasım 2007
OLAYLAR hızlanınca PKK’dan panik sesleri gelmeye başladı. Cemil Bayık isimli şerir, "Bizi teslim almak için hepsi -Talabani, Barzani dahil- el ele verdi" diye konuşuyor. PKK’nın uzantısı olduğu iddiasıyla hakkında dava açılan Demokratik Toplum Partisi (DTP) belli ki gelişmelerin zoruyla karşı açılımlar sergiliyor. DTP’nin TBMM Grup Başkanı, Mardin milletvekili Ahmet Türk, "PKK’ya silah bıraktırmak" için fedakárlık yapmaya hazır olduklarını söyledi. DTP grubunda konuşan Türk, "PKK’ya silah bıraktırma süreci, ortaklaşacağımız bir proje kamuoyunun, basının ve siyasi partilerin desteğiyle de elbette, pozitif bir sonuç doğurabilir" dedi.
Bütün bunlar hükümetin -biz dahil- her çevreden yükselen eleştirilere rağmen, bildiği yolda yürüdüğü takdirde sonuç alacağı izlenimini veriyor.
Dileriz öyle olur. Olur ama biz bu takdirde yani askeri operasyona lüzum kalmadan çözüm sağlandığı takdirde, bu kimin işine yarar, kimi üzer ona bakmak istiyoruz.
Sayalım ki PKK aynen Cemil Bayık’ın dediği gibi teslim olmak -veya silah bırakmak- zorunda kaldı.
Biz bunun yüzde yüz silah bırakma veya teslim olma sonucu vereceğini sanmıyoruz. Tıpkı IRA olayındaki gibi bir kısım PKK’lılar silah bırakmaz. Ama onlar biraz debelenseler de sonuç alamayacaklarını görür ve çok muhtemelen PKK’nın İran’daki uzantısı PJAK’a katılırlar. Oradaki PJAK’ın güçlenmesi İran’ı rahatsız eder. Bu da ABD’yi mutlu eder.
Demek ki PKK’nın tasfiye edilmesinden Türkiye gibi ABD de kazançlı çıkar. Bu bir.
İkincisi, bu durumdan asıl "Kürt" etnik kökenini ön plana alarak politika yapan ama şiddete karşı olan Abdülmelik Fırat Başkanlığındaki Hak ve Özgürlükler Partisi (Hak-Par) ile Şerafettin Elçi Başkanlığındaki Katılımcı Demokrasi Partisi (KADEP) gibi, halen marjinal görünen partiler memnun olur. Ama asıl önemlisi kapatılması istenen DTP sevinir. Çünkü dağ başındaki PKK’dan ve baş şerir Abdullah Öcalan’dan emir alarak politika yaptıkları tartışması biter. İpotekten kurtulurlar. Kendi politikalarını kendi organlarının aldığı kararla belirleyecek noktaya gelirler.
Demek ki PKK’nın bitmesi öncelikle ve özellikle DTP’yi özgürleştirir.
Onunla kalmaz, Türkiye’ye karşı PKK’yı savunuyor görünen hatta "Kürtlerin en büyük liderliğine" oynayan Mesut Barzani ile rol arkadaşı Celal Talabani de çok sevinir.
Barzani Irak’ın kuzeyindeki iktidarının PKK isimli bir eli silahlı güç tarafından sınırlandırılmasını elbet istemez. PKK yüzünden Türkiye’nin yapacağı bir askeri operasyonun halen bir çadır tiyatrosu gibi görünen yönetimini de darmadağın edebileceğini herhalde görüyordur.
Söylemeye lüzum yok ki bir yandan bizimle bir olup PKK’ya "terör örgütü" diyen ama öte yandan PKK’nın kendi ülkelerindeki faaliyetlerine göz yuman Avrupa’lı dostlarımız da çok sevinirler.
Peki hiç üzülen olmaz mı?
Olur... Abdullah Öcalan, Cemil Bayık, Murat Karayılan, Zübeyir Aydar, Leyla Zana, Hatip Dicle gibi isimler elbet üzülür. Ama onların hatırı için PKK’yı yaşatmaya değmez.
Yazının Devamını Oku