21 Kasım 2007
DENİZ Baykal doğru söylüyor. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ağzında bakla var. Onu çıkarmadıkça ne Irak’ın kuzeyine yönelik operasyonun niçin geciktiğini anlayabileceğiz, ne de Başkan Bush’la yaptığı görüşmenin kamuoyuna açıklanmamış taraflarını çözebileceğiz. Şimdi belli olanları özetlemeye çalışalım:
Başbakan dün kendi partisinin TBMM Meclis grubunda "Siyasetçiden aklı selim beklenir. Bizden duygusallık kimse beklemesin" diyor, gerekli her kesimle istişare ettiklerini söylüyordu.
Bu sözleri esas alırsak, sadece askeri değil, siyasi, diplomatik altyapıyı hazırlamadan bir operasyon beklememek gerektiği sonucuna varırız.
Diplomatik altyapının tamam olduğu söylenebilir. Artık "Sınırlarınızın ötesine dönük operasyon yapmayın" diyen hemen hemen kalmadı. Son olarak Avrupa Birliği İlerleme Raporu’nda PKK şiddetle kınandı. Komisyonun görüşünü dile getiren genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn de "Biz Türkiye’nin terörle mücadelesini ve kaçınılmazsa ölçülü olması kaydıyla askeri bir sınır ötesi operasyonu destekliyoruz" dedi.
Bu çabaların sonuçları da somut olarak ortaya çıkmaya başladı. Her fırsatta Türkiye’ye -deyim yerindeyse- "posta koymaya" meraklı Mesud Barzani sesini kesti. Onun yerine sözcüsü, yardımcısı, başbakanı gibi sıfatlar taşıyan yakınları "operasyon sadece PKK’yı hedef aldığı takdirde Türkiye’ye tepki göstermeyecekleri" anlamına gelen laflar gevelemeye başladılar. PKK’nın lojistik desteğini kesecek önlemler aldıklarını ve bunun göstermelik olmadığını da yine kendileri söyledi.
Oysa 15-20 gün önce "Türkiye’ye bir kedi bile vermeyiz" diyorlardı.
Bu bildiklerimiz elbet yeterli değil. Ama elimizdeki verilere bakarak PKK’nın etrafındaki çemberin kapanmakta olduğunu söyleyebiliriz. Bunu elbet PKK’nın lider kadrosu da biliyor olmalı.
İçeride de PKK ve yandaşları için durumun parlak olmadığı belli. Bu bağlamda Yargıtay Baş Savcılığı’nın, PKK’ya "terör örgütü" diyemeyen Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) kapatılması isteğiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurması -bu partinin kapatılmasının açık kalmasından daha sakıncalı sonuçlar doğuracağı iddialarına rağmen- PKK açısından olumsuz bir gelişmedir.
İşte tam bu aşamada Başbakan’ın ağzında bakla olduğunu gösteren sözleri dikkati çekiyor. Bunun altında ne olduğu bilinmese de PKK’lılara dönük olarak "dağı değil şehiri seçmelerini" isteyen sözler söylemesi, bir zamanlar Turgut Özal’ın yaptığı gibi bir açılımı düşündüğünü gösteriyor.
Aslında siyaset, yasanın belirlediği suçları işlememiş herkese açık olduğuna göre bu sözlerden Başbakan’ın bundan dört yıl önce çıkan ama işe yaramayan "eve dönüş yasası" türü bir formül ardında olduğu sonucuna varılabilir.
Ancak bir noktayı vurgulamakta yarar var:
Adam öldürmüş, suç işlemiş insanların bu eylemlerini yok sayıp onlara siyaset kapısını açmaya bu ülkede kimsenin gücü yetmez. Bir tek şartla:
Eğer PKK’nın yönetim kadrosu -ateşkes ilan etmekten söz etmiyoruz- "silah bırakma" kararı alır, bunu inandırıcı bir şekilde ortaya koyarsa, gerisi gelebilir.
Ne var ki şimdilik durumun o olgunluğa ulaşmadığı da bir gerçektir.
Yazının Devamını Oku 20 Kasım 2007
GENELKURMAY Başkanlığı, İç Hizmet Yönetmeliği’nde kendi inisiyatifiyle yapılan bir değişikliğin yarattığı tepkiyi görünce, önceki gün geri adım attı.<br><br>Attığı geri adım yeterli mi değil mi, tartışılır. Bize kalırsa yeterli değil. Onu baştan söyleyelim. Ama yine de olumlu yöndeki her tavır desteklenmelidir. Tahmin edeceğiniz gibi "emekli subayların (özellikle paşaların) terörle mücadele konusunda yaptıkları yayınlarla verdikleri demeçler yasaklandı" başlığıyla yayınlanan haberlerin dayandığı değişiklikten söz ediyoruz.
Dünkü gazetelerde Genelkurmay Başkanlığı’nın konuyla ilgili basın açıklaması vardı. Buna göre "emekli generallere konuşma yasağı getirildiğini" ifade eden haberler tamamen gerçek dışıymış.
Yönetmeliğin 664’üncü maddesinin değiştirilen "ç" bendi, "kişilerin fikirlerini beyan etme özgürlüğünü kısıtlamayı değil; Türk Silahlı Kuvvetleri’nde var olan silah arkadaşlığı ve ahde vefa geleneğini korumayı amaçlamakta" imiş.
Keza, "yapılan değişiklik, esas itibarıyla emekli askeri personele kesinlikle genel bir kısıtlama içermemekte" imiş. Böyle deniyor. Gerekçe olarak da "emekli subay ve generallerin ordu ile ilişkileri kalmamış kişiler" olduğu, "Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu kişiler üzerinde bir tasarruf imkánı bulunmadığı" ileri sürülüyor.
Aslında yönetmeliğin 4/a bendine de bir ekleme yapılmış. Orada ister emekli ister muvazzaf olsun, orduevi gibi tesislere gidenlerin bu mekánlarda "Siyasi konuşma yapmaları, siyasi telkin ve öneride bulunmaları, yasal ve yasadışı kurulmuş bulunan siyasi amaçlı parti, kuruluş, dernek ve örgütlerden herhangi biri hakkında propaganda yapmaları" halinde söz konusu tesislerden yararlanmalarının önleneceği de belirtilmiş.
Eğer yasaklama bu çerçevede bırakılsaydı, kimse bir şey demezdi. Ama değişiklik onunla kalmamış. Dışarıda yapılan konuşma veya yapılan yayın da kapsam içine alınmış. Nitekim amacın bu olduğu, Genelkurmay’ın açıklamasında da görülüyor. Çünkü orada, "(...) Muvazzaflık döneminde alınan görevler ve sahip olunan bilgiler hakkında saptırılmış veya gerçek dışı beyanlarda bulunan" kişilerin "Türk Silahlı Kuvvetleri’nden uzak tutulmaları, doğal bir kurumsal korunma tedbiri" olduğu savunuluyor.
Görüldüğü gibi "değişiklik" öyle "ahde vefa" vb. bir amaçla değil, düpedüz "muvazzaflık döneminde alınan görevler ve sahip olunan bilgiler hakkında" konuşanları susturmak için yapılmış. Bunun da "kişilerin fikirlerini beyan etme özgürlüğünü kısıtlamak"tan başka bir sonucu olmaz.
Bizim Genelkurmay’a anlatmak istediğimiz şu:
Son zamanlarda Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmayı amaçlayan aşağılık bir kampanyanın sürdürüldüğü doğrudur. Buna karşı mücadele etmenin gerekliliği ve meşruluğu da tartışılmaz. Ama mücadele yanlış metotlarla -örneğin özgürlükçülüğe ve saydamlığa ters önlemlerle- yapılamaz.
Lütfen açık olun. Hiç değilse Genelkurmay Başkanlığı’nın sitesine örneğin Türk Silahlı Kuvvetleri’yle ilgili yasaları, yönetmelikleri koyun. İşe yarayan bir sözcülük kurumu oluşturun. Göstermelik şeffaflıkla, gazetecilere şirin görünmekle bir yere varılmayacağını kabul edin. Bu bile yeter.
Yazının Devamını Oku 18 Kasım 2007
UZUNCA bir süredir CHP’nin içinin kaynadığını hepimiz biliyorduk da, neyin ne zaman patlayacağını tahminde zorlanıyorduk. Nitekim son (22 Temmuz) genel seçimin ardından yapılan ilk Parti Meclisi toplantısında aralarında eski milletvekilleri Gülsün Bilgehan’ın, Kemal Kumkumoğlu’nun, Prof. Dr. Mustafa Özyurt’un da bulunduğu 12 üye Deniz Baykal’ı istifaya davet edip sonunda güvensizlik oyu verdiler.
Onu geçen dönem TBMM’deki CHP Meclis Grup Başkanvekili olan Samsun Milletvekili Prof. Dr. Haluk Koç’un Genel Merkez’e karşı çıkışı izledi.
Koç’un ardından eski Genel Sekreter Yardımcısı İzmir Milletvekili Prof. Dr. Oğuz Oyan’ın isyan sesleri duyuldu.
Ve son olarak da Deniz Baykal’ın son belki 10-15 yıldır en yakın iki kurmayından biri olan Genel Başkan Yardımcısı ve Ankara Milletvekili Eşref Erdem, partideki bütün görevlerinden ayrıldı.
Tabii bütün bunlar durup dururken olmadı.
Hepimiz biliyoruz ki asıl sebep, başta Deniz Baykal ile yakın arkadaşları Eşref Erdem ve Genel Sekreter Önder Sav’ın parti içi demokrasiyi sıfıra indiren, siyasi mücadeleyi "hangi örgütte kimin taraftarları bir üst kongreye delege seçildi" konusuna indirgeyen, "örgütün başındakiler Önder Sav’dan mı Eşref Erdem’den mi yana?" kavgasını siyaset sayan anlayıştır.
Deniz Baykal taa 1970’li yıllardan beri siyaseti böyle anladığı, bu zeminde yürüttüğü için kendisine tabii görünen bu durum, maalesef CHP’yi bugünkü haline getirmişti.
O nedenle başta Eşref Erdem olmak üzere, bugün Baykal’a isyan edenlerin hemen tamamı, aslında kendi metotlarının ve kendilerinin desteklediği politikaların şimdi kendilerine zarar vermesinden davacıdırlar.
Nitekim şimdi, "Parti ile ilgili ciddi kaygılarım var" diyen, partisinin "sosyal demokrasinin vazgeçilmez asli gücü olan emeğe yeterince sahip çıkmadığından" dem vuran, "yüzeysel, konjonktürel politikaların CHP’ye güvenin zedelenmesine yol açtığını" söyleyen, "CHP giderek sınıfsal kimliğinden ve sol ideolojisinden uzaklaşmış, sağ bir kuşatmanın etkisine girmiştir" diyen Eşref Erdem’in sözlerinin inandırıcılığı sıfırdır.
Sıfırdır, çünkü Deniz Baykal’ın Alperenlerin piri (bilge kişisi) Edebali’nin "devlet yönetimi felsefesi"ne sahip çıktığı günlerde Eşref Erdem oradaydı. Baykal’ın siyasi İslam’ı hoşgörüyle karşıladığı dönemlerde, sosyal demokrasiyi ve hatta laikliği unuttuğu tarihlerde, partiyi Turgut Özal gibi "dört eğilime" açtığı sırada Eşref Erdem tüm bu politikaların ortağıydı.
Şimdi haktan hukuktan söz eden Eşref Erdem, parti tüzüğü çiğnenip iller, ilçeler görevden alınırken, sırf kurultay kazanmak için tüzüğün "istisnaen üye yazmaya" izin veren hükmüne dayanarak 13 bin küsur isim bir defada partiye üye yapılırken itiraz etmemişti.
TBMM’de idareci üyeliğe ve CHP Grup Başkanvekilliği’ne kendi adaylarını seçtiremeyince kızmak, Çankaya CHP İlçe Başkanı Mustafa Yıldırım’ın görevden alınmasını engelleyemeyince ayağa kalkıp "Parti politikaları yanlıştı, o yüzden ayrılıyorum" demek, Eşref Erdem’i aklıyor mu?
Yazının Devamını Oku 17 Kasım 2007
BELİRGİN bir gerçek var. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yeni bir "gel-git"i karşısındayız. Gel-git dediğimiz birbiriyle tamamen çelişen politikalardan bazen birini, bazen de onun tam zıddını savunması... Son olarak Çek Cumhuriyeti’ne gitmeden önce havaalanında gazetecilere, PKK terörü konusunda son zamanlardaki söyleminin tersi görüşler ifade etti. Tuttu:
"Şu anda (...) sınır ötesi herhangi bir operasyon söz konusu değildir. Bu operasyonlarda tavrımız her şeyden önce burada silahların bırakılmasına yöneliktir(...)" dedi.
Ve tabii aklı olan herkes, "Ne oluyor? Başbakan teröre ödün kapısını bir kere daha mı açıyor?" sorusunu telaffuz etmeye başladı.
Oysa bundan tam bir gün önce, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) Merkez Yürütme Kurulu toplantısında (sınır ötesi) "Operasyona çok yakınız (...) Sıcak istihbarat geldiğinde zaten bunun bekletmesi olmaz, gereği yapılır" diyen de kendisiydi. Hatta Başkan Bush’la Washington’da yaptığı görüşmenin ayrıntısına girdiği ve arkadaşlarına:
"Bush, PKK’nın Türkiye, Irak ve ABD’nin ortak düşmanı olduğunu söyledi. Düşman nedir? Düşman, ortadan kaldırılması gerekli olan bir unsurdur. Öyleyse ortadan kaldırılması gerekli olan unsura karşı da bu mücadele sürecektir" diye ilave ettiği basına yansımıştı.
Şimdi ne görüyoruz?
Tüm gürültü patırtının amacı "silahların bırakılması" imiş.
Demek ki yarın PKK adına bir açıklama yapılsa ve "silahları bırakıyoruz" dese yani cinayet işleyen kişi gidip de karakola, "Ben karımı öldürdüm. Buyurun bu silahımı alın" diyerek teslim olsa onun hakkında işlem yapılmasına gerek kalmayacakmış gibi bir yaklaşım söz konusu.
PKK’nın silahları bırakması elbet iyi olur. Bu amacı sağlayacak politikalar izlenmesine de kimse karşı çıkmaz. Ama onun ardından ne geleceğini de bilmek lazım.
Bu amaca ulaşmak için pazarlık mı yapılacak?
Örneğin teröristlere af mı çıkarılacak?
Bunu 2003 yılında denediğimizi, "eve dönüş" adı altında -üstelik Anayasa’ya aykırı olarak- bir af yasası çıkarttığımızı ama sonunda bundan sadece hapisteki PKK’lıların yararlanıp tekrar dağa çıktıklarını unuttuk mu?
Kısaca merakımız şu... O kapı açılınca nerede durulur?
Başbakan’ın yakın arkadaşı ve AKP’nin Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın dünkü Vatan gazetesindeki sözlerini esas alacak olursak, mesele yok. Çünkü Sayın Fırat bu sözlerle Başbakan’ın, PKK’ya "ya silahı bırakıp teslim olacaklarını yahut öldürülerek ellerindeki silahın etkisiz hale getireleceğini" söylemek istediğini ileri sürüyor.
Şu gerçeği kabul etmedikçe ne PKK’ya ödün sayılacak bir şey yapılabilir, ne de onun sözcüleri muhatap alınabilir:
Ülkesi ve ulusu ile bölünmez bir bütün olan Türkiye’yi kabul ediyor, bireysel bazda tüm insanlarımızın eşit, özgür ve mutlu olmasına evet diyorsanız, buyurun, yoksa sonucuna katlanın.
Yazının Devamını Oku 16 Kasım 2007
BİZ bir "imtiyazlılar ülkesiyiz" ya... Milletvekili imtiyazlıdır; vali imtiyazlıdır; gazeteci imtiyazlıdır; yargıç imtiyazlıdır; savcı imtiyazlıdır; polis imtiyazlıdır; asker imtiyazlıdır... Kısaca, sokaktaki insanımız yahut tarlasındaki köylümüz hariç bu ülkede herkes imtiyazlıdır. İmtiyazlı insan bu kadar çok olduğu için de bir türlü "demokrasimizi" istediğimiz demokrasi, "hukuk devletini" de özlediğimiz hukuk devleti noktasına getiremiyoruz.
Çünkü o zaman gücü gücü yetene kuralı devreye giriyor. Bedelini de geri kalmışlıktan kurtulamayarak hepimiz ödüyoruz.
Bu kadar lafı dün gördüğümüz bir yargı kararı söyletti.
Kararda adı geçen kişi çok yakınımız olduğu için adını saklı tutup olayı özetleyeceğiz. Sonunda siz karar verin, biz "imtiyazlı" bir toplum olmanın sıkıntısını çekiyor muyuz, çekmiyor muyuz?
Dostumuz gazeteci bir yazı yazar. Yazı, Yargıtay Ceza dairelerinden birinin başkanının, duruşmaya türbanlı olarak gelen bir kadını "başını açtıktan sonra duruşma salonuna alacağını" söyleyerek dışarı çıkardığına ilişkin haberi konu alır. Dostumuz, mahkeme salonunun "kamusal alan" sayılmasını ve sanığın duruşmaya alınmamasını eleştirir. Yazısında kimsenin adını vermez. Hatta haberde sözü edilen daireyi bile anmaz. Bu tür tavırların toplumu gereksiz yere gerdiğini, çünkü karşı eğilimdeki insanlarda bir intikam hissi yarattığını dile getirir. Sonunda "tazminata" mahkûm edilmesinin gerekçesi olarak gösterilen şu satırları yazar:
"Tartıştığımız bu ajandayı (türbanın kamusal alanda giyilip giyilmeyeceği konusunu) bize, kendinden başka kimseyi düşünmeyen, egoist bir azınlık empoze ediyor. Çünkü bu azınlığın tek gıdası, düşmanca kamplara ayrılmış bir Türkiye. Bu Türkiye’yi sömürerek yaşayabiliyorlar. Bizler de toplumu geren bütün olaylara, bu azınlığın empoze ettiği psikolojiyle giriyoruz."
Yazının sonraki bölümünde bir zamanlar üniversiteye genç kızların türbanla girmesinin hoşgörüyle karşılanmasına rağmen sonra bunun engellendiği, giderek mahkeme salonlarının da kapatılmasının "insana mantıksız gelen bir gerekçeye" dayandığı vurgulanıyor.
Bu görüşlere katılabilirsiniz, katılmayabilirsiniz. Nitekim biz o tarihte kendi sütunumuzda aynı konuya değinirken, "kamusal alan-türban" tartışmasında "savunma hakkını" üstün gördüğümüzü yazmışız. "Türbanlı sanığın dışarı çıkarılmasını" eleştirmişiz. "Savunma hakkı engellenerek adalet dağıtılamaz" demişiz.
Lakin sanığı dışarı çıkartan yüksek yargıç, bu eleştiriyi "kişilik haklarına yönelik haksız bir saldırı" saymış. Sözünü ettiğimiz yazar aleyhine dava açmış. Ondan 10 bin YTL tazminat istemiş. Lakin konuya bakan Asliye Hukuk Mahkemesi yazıda somut olarak belli bir yargıçtan söz edilmediğini, yargıya veya yargıca hakaret kastı bulunmadığını belirtmiş. "Bu yazı, basının eleştiri yapma, ilgilileri uyarma görevi ile tam olarak örtüşmektedir" gerekçesiyle "davayı red" etmiş.
Ama davacı Yüksek Yargıç, "Bana bu yapılır mı?" anlayışıyla "Yargıtay"a başvurmuş. Neticede Yargıtay’ın ilgili dairesi yazıda geçen "inadına davranan, inadına zihniyet, ülkeye kötülük yapan, egoizm, fanatik, hayat karartan" gibi, davacıya değil bir yazının hedef aldığı zihniyete yönelik sözleri "hukuka aykırı" bularak dostumuzun 10 bin YTL tazminat ödemesine hükmetmiş. Bu karar sonraki aşamalardan da geçip kesinleşmiş.
Şimdi soralım... Bu karar sizce "Biz burada adalet dağıtırız" mı diyor, "Biz imtiyazlıyız" mı?
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2007
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ü, şahsen yakından tanımasak da, siyaset dünyasına adım attığı tarihten beri biliriz. Gülüşünün, tevazuunun tabii mi yapmacık mı olduğuna hálá karar vermiş değiliz. Ama en azından karşı görüşü dinleme terbiyesi almış bir kişi olduğunu düşünürüz. Onun sonucu olarak da eleştirilere hoşgörüyle, anlayışla bakmasını bekleriz.
Oysa Suudi Arabistan Kralı Abdullah Bin Abdülaziz El-Suud’un kaldığı otele gitmesiyle ilgili eleştirileri hálá hazmedememiş görünüyor. Bunu, haberlerine güvendiğimiz meslektaşlarımızdan Muharrem Sarıkaya’nın dünkü Sabah Gazetesi’nde çıkan yazısından anlıyoruz. Sarıkaya’nın verdiği bilgiye göre Gül, son günlerde kendisiyle görüşen Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) yöneticilerine "basın ve muhalefetten gelen tepkilere çok üzüldüğünü" söylemiş. "Türkiye’nin son dönemde bölgenin aktif ve sözü geçen bir ülkesi haline geldiğini" vurgulamış. Daha sonra;
"Kral Abdullah’ı uğurlamak ve anlaşmaya imzayı koymak için Swissotel’e giderken Başbakan’ın (Erdoğan) da orada olacağını bilmiyordum. Tesadüf oldu. Hatta, otele gittiğimde Kral aşağı kadar inip beni karşıladı. (...) Son dönemde Türkiye’yi ziyaret edenlere bir bakın. Bunlar görülmüyor; bazı şeylere takılınıp kalınıyor. Bunlara üzülüyorum" demiş.
Sayın Gül’e anımsatalım ki, "Türkiye’nin son dönemde bölgenin aktif ve sözü geçen bir ülkesi haline geldiği" şeklindeki sözlerin hemen hemen aynı, özellikle son 60 sene boyunca tüm iktidar sahipleri tarafından en az bin kere kullanılmıştır. Bu artık kulak verilen bir söz değildir.
Onu geçelim... Sayın Gül’ün "Kral’ın resmi ziyaret programında" bulunmayan bir ziyaret için Kral’ın ayağına gitmesinin yanlışlığı yetmiyormuş gibi o sırada Başbakan Erdoğan’ın da Kral’ın huzurunda olduğuna dair kendisine bilgi verilmemiş olması, ikinci bir skandaldır.
Olayın hazin tarafı, bu suretle Kral hazretlerinin devletimizi ayağına getirmiş olmasıdır.
Son zamanlarda Türkiye’ye gelip gidenlerin artmasına gelince... Bu ne kadar ne ifade eder? Bize kalırsa ölçüt ziyaretin sayısı değil, ülkemize ve insanlığa sağlayacağı yararın ne olduğudur. Sayın Cumhurbaşkanı konuya bir de bu açıdan bakarsa, sanırız daha doğru olur.
Kral’ın kendisini karşılamasını önemseyen Gül’ün sözleri, bize merhum Turgut Özal’dan 1986 veya 88’de Hindistan’a yaptığı ziyaret sırasında duyduklarımızı anımsattı. Bombay’a inince Bölge Valisi’nin havaalanında karşılamasını pek önemseyen sözler söylemesi üzerine Özal’a, "Efendim siz Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı’sınız. Bölge valisi elbet sizi havaalanında karşılayacak" deyince, "Oktay Bey öyle demeyin. Ben Başbakan Yardımcısı iken (1980-82 arasında) Suudi Arabistan’a gidince Veliaht Abdullah bin Abdülaziz (şimdiki Kral) bizi kabul etmeden önce üç gün bekletti. Görüyorsunuz itibarımız şimdi nasıl yükselmiş ki gelip havaalanında karşılıyorlar" yanıtını verdi.
Anladık ki kafalarımız aynı dili konuşmuyor. Başka konuya geçtik.
Not: Yargıtay 1. Ceza Dairesi Onursal Başkanı Ramazan Yaman Taşan, 27 Ekim 2007 tarihli yazımızda kendisinin söz konusu daire başkanlığına 51’inci turda seçildiğini yazdığımızı, oysa birinci turda seçildiğini bildirdi, bu yanlışlığın düzeltilmesini istedi. Arzusunu yerine getiriyoruz. O.E.
Yazının Devamını Oku 14 Kasım 2007
BU gidişle belli ki siyasi otorite bir yolunu bulup ikide bir "yayım yasağı" getirecek ve biz yani okuyucuya, radyo ve televizyon izleyicisine "gerçekleri duyurmak" sorumluluğunu üstlenenler de ikide bir bu engele rağmen görevimizi nasıl yapabileceğimizi tartışacağız. Son olarak biliyorsunuz Van Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı’na bağlı Askeri Mahkeme, Hakkári’nin Dağlıca köyünde 12 askerimizin şehit düşmesiyle ilgili soruşturmanın selameti için tüm medya organlarına, yani gazete, radyo, TV ne varsa hepsine "yayım yasağı" koydu.
Tebliğ edilen yasaklama kararında "Soruşturma konusu olay(ın), Devletin birliğini bozmaya, Devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmını Devlet idaresinden ayırmaya matuf" olduğu belirtiliyor. Sonra da:
"Kamu düzeni, kamu güveni ve toprak bütünlüğünün korunması, gizli kalması gereken bilgilerin açıklanmasının önlenmesi, Yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması ve kamuoyunda soruşturmaya konu olayla ilgili yanlış anlamalara sebebiyet verilmemesi amacıyla; soruşturmaya konu olayla ilgili olarak yazılı ve görsel basın ve medya kuruluşlarına TC. Anayasası’nın 13. ve 28. maddeleri ile Basın Kanunu’nun 3. maddesi gereğince yayın yapma yasağı getirilmesinin gerekli görüldüğü kanaatine varılmıştır" deniyor.
Şimdi izninizle bu gerekçelerin dayandığı yasa hükümlerinde ne dendiğine bakalım:
Anayasa’nın 13’üncü maddesi özgürlüklerin ancak "Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine" uyularak kısıtlanabileceğini söylüyor. Oysa buradaki tasarrufun ne "Anayasa’nın sözüne ve ruhuna uygunluğundan" söz edilebilir ne de "demokratik toplum düzeninin (...) gereklerine ve ölçülülük ilkesine" uyulduğu savunulabilir. Bu bir.
İkincisi, Anayasa’nın 28’inci maddesi "yayım yasağı" konulmasını sadece bir tek sebeple mümkün görmüş. Yetkililere, "Yargılama görevinin amacına uygun olarak yerine getirilmesi için" yayım yasağı konabileceğini bildirmiş. Onun sınırlarının da "kanunla belirtilmesini" emretmiş. Bunun dışında hiç bir olay için "yayım yasağı konamaz" demiş. Daha ne desin?
Gerçi aynı maddenin öngördüğü başka önlemler de var. Örneğin "Devletin güvenliği, ülkenin bölünmez bütünlüğü ya da ayaklanma veya isyana teşvik" gibi durum varsa yahut "devlete ait gizli bilgiler birileri tarafından basılıyor veya başkalarına veriliyorsa" sadece, "bu tür yayınların toplatılmasını" ve eylemin hesabının sonra sorulmasını emretmiş. Kısaca orada da "yayım yasağı" konulmasına izin vermemiş.
Basın Yasası’nın 3’üncü maddesine gelince, o da, (basın özgürlüğünün) "Milli güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği ve toprak bütünlüğünün korunması, Devlet sırlarının açıklanmasının veya suç işlenmesinin önlenmesi, yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması amacıyla" sınırlanabileceğini bildirmiş ama bunun için "yayım yasağı" konulabileceğini söylememiş.
Bu sözlerimiz, Türkiye’nin gerçeklerine duyarsız olduğumuz anlamına gelmesin. Tam tersine... Bu sütunu izleyenler, yine Dağlıca olayları için hükümet tarafından 23 Ekim günü radyo ve televizyonlara getirilen yasağa, bugünkü koşullarda anlayışla bakıyoruz dediğimizi anımsarlar. Ama o yasağın Danıştay tarafından iptal edildiği de bir gerçektir. Şunu demek istiyoruz ki, önlem almanıza karşı değiliz ama hukukun sınırlarını zorlayıp bizi karşınıza çıkartmayın.
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2007
Keşke Cumhurbaşkanlığı adına Basın Merkezinden yeni bir açıklama yapılmasaydı da, Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Suudi Arabistan Kralı Abdullah Bin Abdülaziz El-Suud’u kaldığı otelde ziyaret etmesi meselesini bir kaç hafta yahut birkaç ay sonra unutulmaya terk etseydik. Hem yanlış yapıyorlar -Basın Merkezi değil, öteki yetkililer- hem de hatalarını düzeltecekleri yerde üstüne çıkmaya çalışıyorlar. Bunun için de Basın Merkezi’ni kullanıyorlar.
Neymiş?
Cumhurbaşkanı Gül, bundan önce de Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın kaldığı Camlı Köşk’e gitmişmiş.
Oraya Suriye Devlet Başkanı’nın daveti üzerine mi gitmiş?
Konuk devlet başkanının "sizi bekliyoruz" türü bir çağrıda bulunmasının ayıbı, onu yapana aittir. Ama öyle bir çağrı olunca gitmenin faturası, bunda bir yanlışlık olduğunu -bir başka ifadeyle böyle bir ziyaretin temsil ettiğiniz ulusun onurunu zedeleyeceğini- görmeyene kesilir.
Kaldı ki Camlı Köşk’ün Çankaya Köşkü’nün bir parçası olduğunu, bunun bir otele gitmekle farklı bir algılamaya yol açacağını da görmek gerekir.
Bitmedi...
Meğer bu ziyaretin sebeplerinden biri de "Suudi Arabistan’da, yüzbinden fazla vatandaşımızın" bulunuyor ve iş yapıyor olmasıymış. Nitekim Suudi Arabistan söz konusu şirketlerimize "ev sahipliği" yapıyormuş ve esasen "bölgesel konularda yakın istişare içinde olmamız gereken bir ülke" imiş.
Sevsinler!
Aynı ölçülerle meseleye bakacak olursak, resmi rakamlara göre 2 milyon 700 bin insanımızın yaşadığı Federal Almanya’nın Cumhurbaşkanı Türkiye’ye geldiği zaman hepimizin ona kul köle olmamız ve kapısında nöbet tutmamız gerekir. Hatta kaldığı yerdeki otel hizmetlerini de kabinemizin üyeleri üstlense iyi olur.
Şunun aslını konuşsak iyi edeceğiz.
Hem Sayın Cumhurbaşkanı, hem de Sayın Başbakan belli ki Arap’lara "Kavm-i necip" (soylu toplum) diyen o Osmanlı kalıntısı anlayışı zihinlerinin gerisinden hálá tasfiye edememişler. Araya bir de "iki kutsal caminin koruyuculuğu" girince, ayarı tutturamamışlar.
Zaten Kral hazretlerine -makul hiç bir gerekçesi yokken- tutup Devlet Şeref Madalyası verilmesi de aynı ölçüsüzlüğün bir başka yansıması olsa gerek.
Gerekçeden söz etmişken belirtelim:
"Madalya ve Nişanlar" hakkındaki 2933 sayılı yasa, bu madalyanın "Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası (ölümsüzlüğü), ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü, toplumun huzuru" gibi Kral hazretlerinin senede bir kere olsun aklından geçmeyen konularda "üstün yararlık gösteren Türk ve yabancılara verilebileceğini" söylüyor.
Nitekim madalyayla ilgili Bakanlar Kurulu kararında, Kral’ın "iki ülke arasındaki ilişkileri güçlendirmesi" gibi enti püften bir gerekçeyle bu madalyaya layık görüldüğü bildiriliyor.
Asıl mesele, "madalya"da değil. Asıl, yasaların verdiği yetkileri kullanırken, o konuda hepimize örnek olması gerekenlerin bu kadar sorumsuz olmalarıdır bizim sorunumuz.
Yazının Devamını Oku