Oktay Ekşi

Bu maskaralık bitse...

2 Kasım 2007
DEMOKRATİK Toplum Partisi (DTP) ileri gelenleri PKK sorunu ve Türkiye’nin bütünlüğü konusundaki tutumlarını belli bir çizgiye oturtsalar da ne demek istediklerini anlasak... Çünkü biri başka şey söylüyor, öteki onun aksini savunuyor.

Son olarak DTP’nin bu çelişkili beyanlarından kurtulup temel politikalarda ağız birliği yapabilmek için Diyarbakır’da "Demokratik Toplum Kongresi" adıyla bir toplantı düzenlediler. Üzerinde mutabık kaldıkları görüşleri de bu toplantı sonunda kamuoyuna duyurdular.

Oradan -şimdilik kaydıyla- öğrendik ki, DTP’lilerin öyle Türkiye’nin bütünlüğü gibi bir derdi yok. Keza dağlarda da bizim terörist sandığımız kişiler değil, birtakım maceracı ama masum gençler dolaşıyor. Çok çok arada bir 8-10, bazen 12 askerimizi şehit ediyorlar. O nedenle bizlere -Türkiye Cumhuriyeti’ne- bu çocukları rahatsız edecek şeylerden, özellikle askeri operasyon gibi eylemlerden uzak durmak düşüyor.

Adam kendi devletine, o devletin meşru güvenlik güçlerine karşı silaha sarılmış, gördüğü yerde tetiğe basıyor... Düpedüz -en hafif deyimle- cinayet işliyor. Ama bunlar çıkıp ona değil onu yakalayıp cezasını vermesi gereken devlete "dur" diyor.

"Şunlara adlı adınca ’terörist’ deyin de hepimizi huzura götürecek yolda aynı dili konuşur hale gelelim" dediğiniz zaman, "Ama onlar bizim kardeşimiz. Kardeşlerimize nasıl terörist deriz" yanıtını alıyorsunuz.

Size "kardeşiniz değil" diyen mi var? Kardeşiniz hırsız olsa, siz onun eylemine "hırsızlık" ve onun sıfatına "hırsız" demeyecek misiniz?

Kimse gördüğünüz yerde sarılıp öpmeyin demiyor ki... Kardeşinse kendi şahsi sevgini, saygını göster. Ama burada senin duyguların değil, bu devletin düzeni, sistemi ve hukuku söz konusu.

Son bildiride de bu çelişki var. Efendim Türkiye 20-25 bölgeye (eyalete demek istiyorlar) ayrılmalıymış. Buralarda "yerel meclisler" kurulmalıymış (bu denen il bazında zaten var). Bu meclisler "dış ilişkiler, maliye ve savunmada merkezi hükümet adına sorumlu olurken (bu ne demekse?), "emniyet ve adalet hariç, eğitim, sağlık, kültür, tarım, sanayi, spor gibi hizmetleri merkezle (herhalde Ankara’yla) birlikte yürütmeli" imiş.

Belli ki kafaları karışık. Zaten partinin resmi internet sitesinde de bu konuda bilgi yok. Ama "bir şekilde sizden ayrılmaya kararlıyız" demeye getiriyorlar.

Tabii arada, "Türkiye’nin bütünlüğü içerisinde Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümü için tarihsel bir fırsat yakalandığı" gibi, samimiyetten uzak laflar da var. İlginç bir husus olarak da kendilerinin "ulus temelinde devletleşme" iddiasında olduklarını kimsenin görmediğini sanarak Türkiye’nin, "Türk ulusu" bazında devlet olmasını eleştiriyorlar. Bu model "halklara baskı getiriyor"muş.

Şimdi bu mudur bunların politikası yoksa "Radikal" Gazetesi’nde bir süre önce, "Türk halkının korku ve kaygıları ciddi düzeyde gerçekçidir, anlaşılmaya değerdir. Türk halkı tekrar Sevr tehlikesine benzer bir durumla karşı karşıyadır tespitini rahatlıkla yapabiliriz" diye yazan ve "Misak-ı Milli sınırlarını mutlak surette koruyarak Kürt sorununa çözüm bulunmalıdır" diyen DTP Milletvekili Aysel Tuğluk’un sözlerine yansıyan politika mı?

Karar verseler... Hangisinde samimi iseler söyleseler de bu maskaralık bitse...
Yazının Devamını Oku

Erdal İnönü bir değer idi

1 Kasım 2007
TÜRK siyasi hayatı gerçek bir demokrasi áşığını, dünya bilim álemi önemli bir fizik profesörünü, Türk toplumu en alçakgönüllü, en hoşgörülü, en olgun evlatlarından birini kaybetti. İkinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün oğlu Erdal İnönü, maalesef 81 yaşında aramızdan ayrıldı.

Biz Erdal İnönü ile 1957’de tanıştık. Ama Erdal İnönü’yü yakından tanıma fırsatını, kendisinin önerisi üzerine 1983’te Sosyal Demokrasi Partisi’nin (SODEP) kurucuları arasına girdikten sonra bulduk. Kısa da olsa bir süre Erdal İnönü Genel Başkan ve biz de Genel Sekreter Yardımcısı idik.

Erdal İnönü tam bir olgun kişiydi. Bir milli kahramanın, Cumhurbaşkanı’nın oğlu olmayı, tanınmış bir bilim adamı sıfatını taşımayı, birinci sınıf bir entelektüelliği, fevkalade uygar ve ölçülü bir kişiliği, kendine özgü bir espri anlayışını kimsenin gözüne sokmadan taşımayı bilirdi.

Merhum Erdal İnönü’nün bazı politik değerlendirmelerine ve kararlarına katılmadığımız oldu. Ama tüm kararlarının ardında iyi niyet dışında hiçbir şey aramadık. Çünkü Türkiye’nin aydınlık geleceğini "tek bir çatı altında toplanmış bir büyük sosyal demokrat harekette" gördüğünden ve bundan başka hiçbir hesabı ve özlemi bulunmadığından emindik. Ne yazık ki parti içindeki bir kısım siyasilerin kişisel ikbal kavgaları, Erdal İnönü’yü bir aşamada bıktırdı. O yüzden aktif siyaseti bıraktı. Artık okuyacağım, yazacağım ve öğrencilerimle olacağım diyerek mütevazı, sakin ama kişiliğine daha yakışan bir çizgide ömrünü tamamladı.

Erdal İnönü’nün en önemli özelliklerinden biri, Altan Öymen’in ifadesiyle söyleyelim, "Kendisi gibi biri olmak"tan hiçbir zaman vazgeçmemesiydi. Babası dahil büyük hayranlık duyduğu kimselerin hiçbirine benzeme çabası yoktu. Her ortamda aynı insandı. İsmet İnönü’nün hayattaki son çocuğu Özden Toker’in sözleriyle onu anlatmayı tamamlayalım:

"Erdal İnönü, İnönü olmanın zevkini her zaman çıkardı. Çağdaş Türkiye için her zaman mücadele etti. Hiçbir zaman kırılmadı. Hiçbir zaman Türkiye’nin hali ne olacak, demedi. Her zaman Türkiye’nin daha iyi olacağına inandı. O çok güzel bir insandı. (...) O bir Atatürkçüydü. Laik cumhuriyet çocuğuydu. Bunların hepsine inanarak yaşadı."

Not: Cumhuriyetimizin 84 yıllık geçmişine hakaret -çoğu kez iftira- etmeyi marifet sayan bir kalemin, önceki günkü yazıma verdiği karşılığı okudum. Günümüzün Ali Kemal’lerinden biri olduğunu bildiğim için iftiralarına hayret etmedim. Seviyesiz üslubunu, terbiyesine verdim. Keşke suratına çarptığım gerçekleri de yanıtlasaydı dedim. Benim "talimatla yazdığımı" söylemesine hayret ettim. Çünkü bana, ne yazacağıma ilişkin tek kelimelik talimat verebilen bir babayiğidin -pek korktuğu asker dahil- henüz doğmadığını, bundan 54 yıl önce birlikte çalıştığım babasına sorsa, ondan öğrenirdi diye düşündüm. Ama gazeteciliği de bilim adamlığı düzeyinde olmalı ki yapmamış dedim.

Bu konuya nokta koymadan belirteyim:

Bunların meselesi sadece "daha gelişmiş demokrasi" ve "Türkiye’nin çağdaş refah devletleri düzeyine kavuşması" olsa sorun kalmazdı. Bunların istediği "hepimiz için demokrasi" değil, "bölücü" için "hain" için demokrasidir. Çünkü bunlar bizim "vatan" dediğimiz yere, satılabilir bir "arazi" diye bakarlar. Nitekim yazdıklarını irdeleyin. Bunlar bu ülkede doğdukları, bu ulusa mensup oldukları için de kendilerini çok talihsiz sayarlar. Bunlarla yolumuz o yüzden ayrıdır. O. E.
Yazının Devamını Oku

Akıllı mı, çılgın mı?

31 Ekim 2007
ADAMIN en kötü ve en tehlikelisi kendisinden başka herkesin aptal olduğuna inanandır. Bu Mesud Barzani adındaki zat, onun tipik bir örneği...<br><br>Son kriz malum... Türkiye, "Irak’ın kuzeyinde bulunan PKK’yı oradan söküp atmazsanız biz gelip atacağız" diye ABD’sinden Irak hükümetine kadar çalmadık kapı, uyarmadık muhatap bırakmadı. Ne kimseden bir yardım gördü ne de cümle alem tarafından "terör örgütü" olarak kabul edilen PKK’ya karşı parmağını kımıldatan bir dost (!?) çıktı.

Tersine... Mesud Barzani ile Celal Talabani üstelik PKK’ya kol kanat gerdiler.  

Şimdi öğreniyoruz ki Barzani’nin çağrısı üzerine onunla toplanan Kürdistan Yurtsever Birliği yöneticileri, yaptıkları açıklamada:

"Ne yazık ki PKK, herhangi bir yasal izin almadan merkezi Irak Hükümeti veya Kürt bölgesel hükümeti ile bir siyasi mutabakat olmaksızın sınır bölgelerinde konuşlanmıştır. Biz bu örgütün bizim için de çeşitli sorunlar yarattığının farkındayız. Komşularımızın güvenliğini tehlikeye sokan her türlü faaliyeti durdurmak için Irak merkezi hükümeti ve ABD güçleriyle beraber sınırda ortak önlemler almaya hazırız" demişler.

Bu maskaralığın Türkiye’yi durdurmaya yetip yetmeyeceğini yakında göreceğiz. Olay o platforma taşınınca zaten konuşulan dil de farklı olur. Biz şimdi bugünün diliyle devam edelim:

Dünkü Milliyet’te Barzani’nin, gazeteci Hasan Cemal’e, "Onlarca defa söyledim. PKK silah bırakmalıdır diye... Silahın, şiddetin zamanı geçmiştir, diye..." dediği bildiriliyordu. Oysa aynı Barzani birçok demecinde "PKK’yı terör örgütü olarak görmediğini" vurgulamıştı. Dahası... PKK’yı kendisinin terör örgütü olarak kabul edebilmesi için Türkiye, PKK’ya bir çözüm planı sunmalıymış. Eğer PKK bu planı reddederse, Barzani ancak o zaman PKK’ya "terör örgütü" diyebilirmiş.

Konuşmasından anlaşılan bir koşulu daha var... "Türkiye olarak benimle konuşmuyorsun. Sonra da benden bir şey istiyorsun PKK’ya karşı... Bu nasıl iş?" diyor.

Bu adam kendisinin hukuken, Irak’taki bir bölgenin mahalli yöneticisi olduğunu, PKK’nın da sivillerin de canına kıyan bir eşkıya sürüsü siciliyle ortalıkta dolaştığını görmüyor olabilir mi? Bu sözlerinin kabul edilebilmesi için Türkiye’deki herkesin aklını peynir ekmekle yemiş olması gerektiğini bilmiyor olabilir mi?

Bakıyorsunuz bir konuşmasında "Türkiye eğer Kerkük’e müdahale ederse biz de Diyarbakır’a ve diğer kentlere karışırız" diyecek kadar tehdid ve şantaj dilini kullanıyor, bir başkasında -örneğin Hasan Cemal’e verdiği mülakatta, "Şantaj dilini, tehdit dilini sevmem, hiç sevmedim" diyor.

Bir insan başkalarını ahmak yerine koymadan bu lafı edebilir mi?

Bir bakıyorsunuz "Ortadoğu’daki 30 milyon Kürt’ten" söz ediyor, sonra onu 40’a ve son olarak da 50 milyona çıkartıyor. Onunla da kalmayıp Türkiye’nin asıl derdinin "PKK değil, tüm Kürtler olduğunu" ileri sürüyor. Böylece en tehlikeli silahla oynuyor. Terörle mücadeleyi Türk-Kürt savaşı boyutuna dönüştürmek istiyor. Böylesi bir söz, akıllı bir kafadan çıkabilir mi?
Yazının Devamını Oku

84’ündeki Cumhuriyet

30 Ekim 2007
CUMHURİYET’in kuruluşunun 84’üncü yıldönümü dün, en çok kendine "İkinci Cumhuriyetçi" diyenlerin sütunlarını işgal etmişti. <br><br>Belli ki bir türlü içlerine sindiremedikleri bir gerçek var karşılarında... Ne var ki onlar Cumhuriyet’e çemkirirken, öteki sütunlarda "Türkiye 84 yılda 865 kat büyüdü" başlıklı haberler yer almaktaydı.

Buna göre 1923’te kişi başına 45.3 dolar olan milli gelir ortalamamız 84 sene sonra 145 kat büyüyerek 6 bin 625 dolara ulaşmış. Türkiye en büyük ve istikrarlı kalkınma hızı olan ortalama 9.4’e de o dönemde erişmiş.

Ama efendim mesele o değilmiş...

Yıllardır bu konuda aynı plağı çalıp duran bir sütundan aktaralım. Şöyle diyor:

"Türkiye’de cumhuriyet, Osmanlı Hanedanı’nın iktidarını yıkıyor ama egemenliği halka devretmiyor.

Otoriter bir Cumhuriyet rejimi kuruluyor.

İktidar, Milli Şef’e geçiyor...
(Nedense Atatürk dönemini ağzına alamıyor. Doğruca İsmet Paşa’ya saldırıyor.) Umdelerinde "demokrasi" yani halk egemenliği bulunmayan (oysa "Halkçılık" ve "Cumhuriyetçilik"le kastedilen demokratik yönetimdir) Altı Ok’çu Cumhuriyet Halk Partisi’ne geçiyor. (...)

Onun için Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının yaşam kalitesi bir türlü düzelemiyor.

Yaşam kalitesi sıralamasında dünyada 92. basamaktayız.

İngiltere ise ilk 10’da.

85 yıllık cumhuriyet, demokrasiye hep şaşı baktı.

Halk egemenliğini hiç sevmedi.
(Sevmedi de... 1946’da demokrasiye baban mı geçti? 1950’de serbest, temiz ve genel seçimi baban mı yaptı? Meşruiyetin kaynağının ve temelinin halkın iradesi olduğunu baban mı kabul, tescil ve ilan etti?)

Yöneteni kutsadı, yönetileni adam yerine koymadı.

Durum ortada..."

Evet durum ortada... O duruma biraz daha yakından bakalım:

Sayalım ki "Cumhuriyet’i kuranlar çok yanlış yaptı. O yüzden halimiz çok kötü."

Adama sormazlar mı, "Sırtındaki unvanı alıncaya kadar sana hiç tarih okutmadılar mı?" diye!

Cumhuriyeti kuranlar her şeyi kötü, her şeyi yanlış yaptı ise, ona karşı zihniyetin 1950’den beri yani -birkaç yıl dışında- 57 yıldır iktidarda olduğunun farkında değil misin?

Durum kötü ise bu, Cumhuriyet’in ilk 27 senesinin yani Kemalizmin mi yoksa ülkeyi son 57 senedir yöneten ve Kemalizme karşı olduğu bilinen iktidarların mı suçudur?

O nedenle, eleştireceklerse, kınayacaklarsa, "Türkiye hálá bir köylü toplumu olmaktan çıkamadı" diyeceklerse bunu yanlış adreslere değil, asıl sorumlulara söylemeleri gerekir.

Bir nokta daha var... Bunların derdi bireylerin refahı, demokrasi, hukukun üstünlüğü, saydam yönetim vs. olsa mesele yok. Çünkü hepsinde anlayış birliği sağlanır.

Sorun bunların "ulusal değer" diye bir kavramı tanımamalarıdır. Cumhuriyet’i sevmemelerinin asıl nedeni budur.
Yazının Devamını Oku

Sevinecek noktada değiliz

28 Ekim 2007
GÖZÜMÜZ aydın... "Ermeni soykırımı" tasarısının ABD Temsilciler Meclisi Genel Kurulu’na gelmesi en azından şimdilik ertelendi. Bilindiği gibi "Türklerin Ermenilere soykırım uyguladığını kabul ediyoruz" anlamına gelen bir tasarıyı Temsilciler Meclisi’nden geçirmeyi bizzet Başkan Nancy Pelosi hararetle istiyor ve "Kasım 2007’de konuyu genel kurulda görüşeceğiz" mesajını veriyordu.

Hatta kendisini bu konuyu genel kurula getirmekten alıkoyacak hiçbir gücün bulunmadığını da söylüyordu.

Ne oldu? Destekçi sayısı bir ara 228’e çıkan "H.Res.106" No’lu öneri altındaki imzalar 214’ün altına düşünce tasarının mimarı dört temsilci, Başkan Nancy Pelosi’ye mektup göndererek genel kurula getirme işinin "Bu yılın sonuna veya 2008’e ertelenmesini" istediler. Çünkü getirilirse genel kuruldan geçmeyebileceğinden endişe ettiler. Onun ofisi de olumlu yanıt verdi.

Bu işin en kısa hikáyesi. Gerçi Ermeni diasporası gibi biz de "Türkler soykırım yapmıştır" iddiasını bu defa Temsilciler Meclisi’ne kabul ettirirler diye tahmin ediyorduk. Ama neyse ki olmadı.

Şimdi önümüzde, eğer akıllıca kullanabilirsek en azından birkaç ay ve belki de bir sene gibi bir bir zaman var.

Yıllardır yapmadığımızı şimdi, hatta bir dakika bile gecikmeden yapabiliriz. Ama bunun için -daha önce de yazdığımız ama bir türlü işittiremediğimiz hususu tekrarlayalım- meseleyi "savaş" mantığıyla ve "en iyi savunma saldırıdır" anlayışıyla ele almamız lazım. Çünkü bu bir propaganda savaşıdır. Başbakan’ın önerdiği, "Tarihçiler bir araya gelsin, tarihi gerçekleri saptayıp ilan etsin" türü yaklaşımlar yararlı ama bu aşamadan sonra yetersizdir.

Propaganda savaşında elbet lobiler de gereklidir ama onlardan önce "savaşın stratejisi" gelir. Bir kere mesele dediğimiz şekilde ele alındıktan sonra sıra lobiye ve öteki olanaklardan yararlanmaya gelir. Örneğin yurtdışında yaşayan ve bu konuda gönüllü destek vermeye çalışan yüz binlerce Türk aydını aktif birer lobici gibi devreye sokulur.

Hoş Ermeni diasporasının yaptığı da yukarıda söylediğimizden farklı değildir. Şimdi bize düşen, onların yıllar önce başlayıp aldığı mesafeyi kapatıp önlerine geçmektir. Son zamanlarda kamuoyunun, üniversitelerin ve Türk Tarih Kurumu başta olmak üzere çeşitli kuruluşların konunun ciddiyetini kavramış olması bu açıdan önemlidir.

Dediklerimizin yapılması çok da büyük para isteyen bir şey değildir. Örneğin Ermeni Araştırmaları Enstitüsü’nün yıllardır faal olan www.eranen.org adresli sitesini güçlendirmek, oradaki bilgileri Türklere yapılan suçlamalara göre tasnif edilmiş olarak hizmete sunmak ilk adım olabilir. Hem bu siteyi bir merkez bilgi kaynağı olarak özellikle yurtdışında duyurmak hem de sadece Türkçe ve İngilizce dilleriyle sınırlı tutmayıp Almanca, Rusça, İtalyanca, İspanyolca başta olmak üzere öteki dilleri de devreye sokmak gerekir.

Sonra... Yurtdışındaki gönüllüleri organize eden, onları bilgiyle besleyen, yönlendiren hem bölgesel hem merkezi örgütlenmelere ihtiyaç vardır. Bunlar için Türkiye’nin, örneğin yılda 100 milyon dolar ayıramayacağını söyleyen bu millete saygısızlık etmiş olur.
Yazının Devamını Oku

Bir yanlışlık yok mu?

27 Ekim 2007
BİZİM çok bilmiş medyamızın pek belirgin bir huyu vardır. Çoğu kez sokaktaki adamın gördüğü tehlikeyi göremez. Başına taş düşmeden ayılamaz. Yine de çalımından yanına yanaşılamaz. Hoş, futbol yorumcusuna mikrofonu uzatıp, terörle mücadelenin askeri metotları hakkında görüş açıklattırmada da sakınca görmez.

O nedenle her konuda ahkám kesen dirayetli kalemlerin son Anayasa Mahkemesi Başkanı seçimi üzerinde durmamalarına hayret etmemek gerekir.

Lakin onların durmaması, olayın önemini azaltmaya yetmiyor.

Çünkü Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na Sayın Haşim Kılıç’ın seçilmesiyle, hukuk sistemimizin en önemli kurumu, Cumhuriyet’in temel felsefesine karşıt görüş sahibi bir zihniyetin egemenliğine girmiş oluyor.

Hem de Cumhuriyet’e her yönüyle bağlı görünen birkaç üyenin desteğiyle...

Neden? Sayın Kılıç bizim belirttiğimiz görüş ve düşüncelerini değiştirdi, "Cumhuriyet’in temel felsefesiyle uyumlu" görüşler benimsedi ve bunu açıkladı da ondan mı, yoksa bu desteği veren üyeleri o -hadi sözü inceltelim- "ikna" ettiği için mi?

Açık konuşalım, hem bu son olayda görüldüğü gibi Anayasa Mahkemesi’nde yapılan seçimlerde, hem de Yargıtay’da, Danıştay’da ve üniversitelerde yapılan "Başkan"lık, "Rektör"lük ve "Başkan Vekilliği" seçimlerinde bu kurumlara hiç de yakışmayan gerçekler yaşanmaktadır.

Makamlar, adaylar ve onlara oy verebilecek kişiler arasında yapılan seviyesiz pazarlıklara konu olmaktadır. "Sen bana oy verirsen ben de istediğin yere seni seçtiririm" alışverişi, özellikle oy verecek sayısının az olduğu seçimlerde vicdan kanatan sonuçlar doğurmaktadır.

Hepimiz 12 Eylül 1980 askeri müdahalesinin gerekçelerinden birinin yüz küsur tur oylama yapılmasına rağmen TBMM’nin yeni Cumhurbaşkanı’nı seçememesi olduğunu anımsarız.

Sadece Cumhurbaşkanlığı konusunda değil, öteki seçimlerde de aynı sorunları yaşıyoruz. Eski olaylardan örnekler verelim... Yargıtay Birinci Ceza Dairesi Başkanlığı’na Sayın Ramazan Taşan ancak 51’inci turda seçildi. Yine Yargıtay’ın Sekizinci Daire Başkanlığı’ndan emekliye ayrılan Sayın Naci Ünver’in yerine Sayın Zeki Aslan’ın seçilmesinden önce tam 259 kere oylama yapıldı. Sayın Nuri Alan’ın Danıştay Başkanlığı’na seçilmesinden önce 57 tur seçim yapıldı. Danıştay Başsavcılığı’na Sayın Zafer Kantarcıoğlu 12’nci turda seçildi. Şimdiki Danıştay Başkanı Sayın Sumru Çörtoğlu’nun seçilmesinden önce üyeler tam 68 kere oy kullandılar.

Bazı rektör seçimlerinde de hiç de şık olmayan pazarlıklar yapıldığını bilmeyenimiz yoktur.

Bir yanlış anlama olmasın diye belirtelim:

Yukarıda verdiğimiz somut örneklerin kirli pazarlıklar ürünü olduğunu katiyen söylemiyoruz. Sadece bu yüksek kurumlarda yapılan seçimlerin daha seviyeli bir anlayışla cereyan etmesi gerektiği yolundaki ortak dileği su yüzüne çıkarmak istiyoruz.

Aksi halde kötü paranın iyi parayı kovması gibi, yeteneksizler yeteneklileri kovuyor.
Yazının Devamını Oku

Dengeyi değiştirmek

26 Ekim 2007
HAVA dün eski günlere göre daha durgundu. O nedenle Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na, Başkanvekili Haşim Kılıç’ın seçilmesi konusunu ele alacağımıza ilişkin sözü tutma olanağı doğdu.

Aslında sadece Anayasa Mahkemesi değil, belli makamlara geleceklerin kurum içinde yapılan seçimle belirlenmesine olanak veren öteki örnekleri de ele almak istiyorduk ama yerimiz yetmeyecek.

Anayasa Mahkemesi Başkanlığı bizde yargı sistemimizin doruk noktası sayılır. Bu en Yüksek Yargıç’lığa formasyonu itibarıyla "yargıç" olmayan birinin seçilmesi, "yasal" fakat "garip"tir. Gariptir diyoruz çünkü "Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi" mezunu olan Sayın Kılıç’tan önce aynı konuma seçilmiş olan 14 Başkanın istisnasız hepsi "hukuk" eğitimi -ve hukuk formasyonu- almış kişilerdir.

Sayın Kılıç’ın bundan 17 yıl önce Anayasa Mahkemesi üyeliğine nasıl getirildiğini de anımsayınca bu seçim daha da büyük önem kazanmaktadır.

O tarihte Çankaya’da, bir Nakşibendi olduğu bilinen Turgut Özal vardı. Özal, Anayasa Mahkemesi’nin laik Cumhuriyetin değerlerine bağlılık sergileyen kararlarından rahatsızdı. Oradaki üye yapısını, kendisi gibi düşünenler lehine değiştirmeye çalışıyordu. Bu konuda o kadar kararlıydı ki, sırf -kendisi gibi bir Nakşibendi olduğu bilinen- Haşim Kılıç’ı Anayasa Mahkemesi üyeliğine getirebilmek için, TBMM üzerine baskı yaptı. Kılıç’ı aday göstermelerini sağlamak amacıyla Sayıştay üye yapısını değiştiren bir yasa çıkarttı. Bunun ardından da Kılıç’ı üye olarak atadı.

Anayasa Mahkemesi’ndeki "zihniyet dengesi"ni değiştirme amaçlı ilk ve önemli adım bu suretle atılmış oldu.

Ötekileri söylemiyoruz. Çünkü uzatmaya gerek yok. Ama bugün gelinen noktada, Özal’ın özleminin gerçekleşmesine ramak kaldığını söyleyebiliriz.

Nitekim o tarihten beri geçen zaman boyunca Anayasa Mahkemesi, Sayın Kılıç’ın dünya görüşünü yansıtmasına fırsat veren pek çok konuyu karara bağladı. Refah Partisi’nin, Fazilet Partisi’nin kapatılması, yanlış anımsamıyorsak "türban" konusuna ilişkin yasanın iptali gibi konularda, Kılıç, merhum Özal’ın ruhunu muazzep edecek hiçbir şey yapmadı. Bunu verilen kararlara karşı görüşünü ifade eden "karşıt oy" gerekçeleriyle ortaya koydu.

Aslında göreve gelir gelmez basına "Bugüne dek olduğu gibi bundan sonra da Atatürk Türkiyesi’nin bütün işleviyle hayata geçirilmiş çağdaş demokrat, sosyal, laik hukuk devleti idealinin gerçekleşmesi temel hedefimizdir" dedi. "Laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal bağımsızlık ve çağdaş kazanımlarını yok etmeyi hedefleyen her türlü bölücü ve irticai faaliyetlere karşı ödünsüz tavrını sürdüren Anayasa Mahkemesi"nin bu tavrını sürdüreceği vaadinde bulundu.

Lakin biz bu lafları dinlemiş ve tam aksini yapanları çok görmüş bir ulus olarak o güzel sözlere değil, uygulamaya bakmaya mecbur olduğumuzu biliyoruz.

Sayın Kılıç’ın bu göreve seçilmesi aslında Anayasa Mahkemesi’nin yapısını bilenler yönünden bir bakıma sürpriz sayılacak bir sonuçtur. Ancak Anayasa Mahkemesi gibi, üst düzey yargıçların görev yaptığı bir ortamda bile "al gülüm-ver gülüm" mekanizmasının işlemesi, orada bile kişisel çıkarların ön plana geçtiğinin kanıtıdır.
Yazının Devamını Oku

Akıllanıyorlar mı?

25 Ekim 2007
ÇOK önemli bir konuyu Türkiye’nin içinde bulunduğu sıkıntılı günler nedeniyle ele alamadık. Sayın Haşim Kılıç’ın Anayasa Mahkemesi Başkanlığına seçilmesini ve bu seçimin muhtemel sonuçlarını tartışamadık. Bu yüksek mahkemenin "seçim" anlayışını irdeleyemedik. Söze devam etmeden belirtelim. İlk fırsatı değerlendirmenin görevimiz olduğu bilincindeyiz.

Hoş, Türkiye ayağa kalkmışken, tek ayak üstünde fırıldak gibi 40 kere dönen ve daha dört gün önce "PKK liderlerinin yakalanarak Türkiye’ye teslim edilmesi hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir rüyadır. (...) Biz değil bir Kürt’ü, bir kediyi bile Türkiye’ye teslim etmeyiz" (22 Ekim 2007 Vatan) diyen Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani kendisine Türkiye’nin 6 maddelik ültimatomunu ileten Dışişleri Bakanı Ali Babacan’a şimdi ağız değiştirip:

"PKK’yı terör örgütü olarak görüyoruz. PKK’ya mensup kişilerin iadesini dışlamıyorum" dediği bildirilirken bunun dışında bir konu ele alamazdık.

Bu haberi Celal Talabani dün akşam yalanladı. "Biz PKK liderlerinin Kürt şehirlerinde değil Kandil dağında binlerce militanla birlikte yaşadıklarını ve bizim onları yakalayarak Türkiye’ye teslim etmemizin mümkün olmadığını defalarca söyledik" dediğini kamuoyuna duyurdu.

İlk haberler mi yoksa Talabani’nin bu yalanlaması mı gerçeğe uygundur bilemiyoruz. Ancak bu konularda en az güvenilecek kaynağın Celal Talabani olduğunun çok örnek sayesinde farkındayız.

Başbakan Tayyip Erdoğan
’a, Riyad’da "Bazen yanlış anlaşılsak da biz her zaman Türkiye’nin yanında olduk. PKK Irak’ta büyük çapta silah bıraktı, pasifize edildi. Ancak hálá silahlı olanların yerlerini bize tam olarak bildirirseniz onları da dağıtmak için elimizden geleni yaparız" diyen de Celal Talabani’dir (30 Mart 2007 Sabah), kendisine istediği bilgiler dosya halinde sunulduğu halde kılını kımıldatmayan da odur.

Keza 19 Kasım 2003 tarihinde "Irak topraklarının Türkiye’ye karşı hareketlerde kullanılmasına izin vermeyeceklerini" söyleyen, 28 Nisan 2007’de ’’Türkiye’ye karşı olan bize de karşıdır’’ diyen kişidir.

O nedenle Talabani’ye değil, genellikle daha tutarlı davranan Mesut Barzani’ye ve ne kadar zayıf olursa olsun bir de Irak Başbakanı Nuri El Maliki’ye bakmak doğru olur. Irak’ın kuzeyindeki ve Bağdat’taki ruh halini onların sözleri yansıtır.

Biliyorsunuz Irak Başbakanı Nuri El Maliki PKK’yı dün "Kötü bir terör örgütü" diye niteledi. Onun ardından Mesut Barzani bir bildiri yayımlayarak "PKK’ya şiddete son vermesi ve silahlı mücadeleyi bir operasyon yöntemi olarak kullanmayı bırakması" çağrısında bulundu. Ayrıca "Irak topraklarının (PKK tarafından) üs olarak kullanılmasını kabul etmediklerini" vurguladı.

Oysa aynı Barzani daha birkaç gün önce "PKK’yı terörist olarak kabul etmiyoruz" diyordu (22 Ekim 2007 Vatan). Barzani’ye göre "Kürt bölgesinde PKK’ya yardım edildiği" de kabul edilemez bir suçlamaydı (20 Ekim 2007 Radikal)

Irak’tan gelen bu sesler, Talabani’nin tekzibine rağmen, bir zamanlar Abdullah Öcalan’ı koruyan Hafız Esad gibi, nihayet akıllarının başlarına geleceği ihtimalini yükseltmektedir. Ne var ki bu "mal"lara güven olmadığını bilerek beklemeye mecburuz.
Yazının Devamını Oku