24 Ekim 2007
ZOR günlere doğru sürükleniyoruz. Zor günler büyük sınav günleridir. Ulus olarak belki de bağımsızlık savaşımızı hukuken de noktaladığımız 11 Ekim 1922 tarihli Mudanya Ateşkes Antlaşması’ndan beri geçen 85 senenin karşımıza çıkardığı en büyük tehlikeyi göğüsleme durumunda kalacağız. Çünkü tüm bireyleriyle her kıvancı ve her tasayı paylaşmayı peşinen kabul etmiş bir ulusu ve onun ülkesini parçalamak isteyenler tüm hazırlıklarını yapmış olarak bizi köşeye sıkıştırdıklarını düşünüyorlar.
Bir başka deyişle ihanet, örgütlenmesini tamamladığını düşünüyor. Dış bağlantılarına güveniyor.
Zamanın geldiğine inanmış olmalı ki, yüreklerimizi dağlayan şehit haberleri ile bize "Hazırız, gelin" diyor.
Ama atladığı bir nokta var:
Dün yurdun sayısız köşesinde sokaklara dökülen yüz binlerce insanın "Şehitler ölmez, vatan bölünmez!" nidalarının ne anlama geldiğini görmezden geliyor.
İşte bu noktada bize düşen ilk görev, "Bu kavgadan başarıyla çıkmak için yapmamız gereken en doğru şey ne ise onu" dikkatle, serinkanlılıkla düşünmek, ulusal bütünlüğümüze zarar verecek her hareketten, her sözden kaçınmak ama amacımızı da hiçbir zaman unutmamaktır.
Amacımımız ulusal bütünlüğümüzü korumak, düne kadar "kardeş" veya "komşu" yahut "dost" dediğimiz insanları sırf etnik kökeni farklı olduğu için "düşman" görmemek ve onu kendimize "düşman" kılacak her türlü çiğlikten, ilkellikten, kabalıktan uzak durmaktır.
Bunun aksini yapmak, tam da ülkemizi bölmek isteyen alçakların amaçlarına hizmet etmektir. O nedenle en büyük dikkati göstereceğimiz günleri yaşıyoruz.
Keşke bu bilinci ve onun gerektirdiği sorumluluğu genel olarak medyamızda ve özel olarak da radyo ve televizyonlarımızda da görebilsek.
Birtakım densizler, sokaktaki insanı taşkınlığa sevk edecek türden söylemlerle ekran başında kağıttan kahramanlık gösterileri yapıyor. Halkın hissiyatını kontrol edilemez hale getirebilecek sözler hiç önü ardı düşünülmeden kamuoyuna sunuluyor.
En kötüsü... Ulusal birliğin en önemli gıdası olan "moral gücümüzü" hırpalayan sorularla, spekülasyonlarla kamuoyu sürekli şişiriliyor.
Geçmişte kalan ama adını bile anımsamak istemediğimiz türden olaylara davetiye çıkarmayalım.
Biz bu sütunda herkesi ama özellikle hükümeti, gördüğümüz her yanlışı nedeniyle eleştiririz. PKK’ya karşı verilen mücadelede güvenlik güçlerinin -çoğu kez de askerlerin- yaptığını düşündüğümüz yanlışları yazdığımız için o kesimde de makbul sayılmayan bir kalemiz.
Ama buradan açıkça ilan ediyoruz:
Artık kalemimizi içinde bulunduğumuz -resmi adı konmamış olsa bile- "olağanüstü" koşulları dikkate alarak kullanacağız. Eleştiri yapmayacağız demiyoruz. Gördüğümüz yanlışı yine dile getireceğiz. Ama ulusumuzun moral gücünü bozacak hiçbir kelimeyi, hiçbir cümleyi kullanmayacağız. O nedenle hükümetin son olarak 12 şehit vermemize neden olan olay hakkında dün radyo ve televizyonlara koyduğu yayın yasağına karşı çıkmıyoruz.
Yazının Devamını Oku 23 Ekim 2007
DİLERİZ en önemli bir konuda, dünyanın en farklı milleti olma özelliğimizi kaybetmeyiz. Çünkü ulusal bağımsızlığımızın ve bütünlüğümüzün ebediyete kadar uzanacak güvencesini biz onda görüyoruz. Çok basit bir gözlem söyletiyor bize bunları...
Dünyanın her yerinde sivil insanlar veya genel kamuoyu, o ulusun hayati çıkarlarının tehlikeye maruz kaldığı hallerde bile "savaşmak" istemez.
Elbet biz de istemeyiz ama bizim bir farkımız var:
Batılı toplumlar büyük bir tehdit ve tehlikeyle karşılaşınca faturayı mümkünse başka ulusun evlatlarına ödetir. İngilizlerin "seçme birlik" fiyakası vererek savaşa sürdüğü Tibet ve Moğol asıllı "Gurka"lar ile Çanakkale’de karşımıza çıkardıkları Avustralya ve Yeni (New) Zelanda asıllı askerlerden oluşan "Anzak" (Anzac) birlikleri bunun tipik örneğidir. Aynı şeyi Afrika’daki kolonilerini birer asker deposu olarak kullanan Fransa ve Belçika da yapmıştır.
ABD’yi İkinci Dünya Savaşı’na sokmak için, o tarihteki Başkan Franklin D. Roosevelt’in, ABD’nin Uzakdoğu’daki donanmasının bulunduğu Pearl Harbour’a Japonların 7 Aralık 1940 tarihinde baskın yapacaklarını öğrendiği halde önlem almadığı artık kabul edilen bir gerçektir.
Çünkü ABD kamuoyu, Hitler Almanyası’nı Japonya’yı kendisi için tehdit saymıyordu.
Bir de dönün bize bakın:
Türk ulusu bütünlüğümüzü korumak için canını da vermeye hazır olduğunu coşku ve kararlılıkla hükümete duyuruyor, "Bölünmemizi isteyenlere ve onların maşası -tetikçisi- durumundaki PKK’ya dersini ver" diye bağırıyor.
Lakin ülkeyi yönetme sorumluluğunu üstlenenler -son şehit ve kayıplarımıza rağmen- bize hálá "Terör örgütünün bu hain saldırılarla toplumumuzun birlik ve beraberliğini bozmak amacı güttüğü aşikárdır" mavalı okuyor. "Kardeşlikten" dem vuruyor. Ayrıca "Özellikle yazılı ve görsel medyamızın üzerlerine düşen sorumlu ve sağduyulu yaklaşımı sürdüreceklerinden kuşku duyulmamakta" olduğunu söylüyor.
En güçlü cümleleri de şu:
Türkiye, Irak’ın toprak bütünlüğüne saygılı olmakla birlikte, teröre yardım ve yataklık yapılmasına müsamaha göstermeyecek ve hakkını, hukukunu, bölünmez bütünlüğü ile vatandaşlarını korumak için gereken bedel ne ise ödemekten kaçınmayacak"mış.
Sevsinler...
Bir ülkeyi yönetenler uzun vadeli politika olarak sadece "Milli gelirden kişi başına düşen payı 2010 yılında 10 bin dolara çıkarmayı" akıllarına koyarlar da üç beş seneye kalmadan ülkeyi parçalamayı amaçlayan tehlikeleri görmezlerse, durumumuz ancak bugünkü gibi olur.
Bir başbakan "borsa rakamlarıyla yatar, onunla kalkarsa" elbet TBMM’nin verdiği "gerekirse sınır ötesine operasyon yap" anlamındaki talimatı uygulamak için bile IMF’den ve Washington’dan onay bekler.
Efendim Başbakan ne yapsın? Türkiye öyle bir borç batağına girmiş ki, elbet oralardan izin almadan hareket edemez, mi diyorsunuz?
O zaman size sorarlar... "Türkiye’nin bağımsızlığını babalar gibi satan siz değil miydiniz?" diye...
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2007
ANLAŞILAN daha geçen hafta "Irak’ın Kuzey bölgesine askeri bir harekát yapabilmesi için Silahlı Kuvvetlerimize izin verilmesi" amacıyla TBMM’de yapılan görüşmelerde hükümet adına söylenenleri pek de ciddiye almaya gerek yokmuş. Oysa biz hükümet adına konuşan ve "Terör örgütleri uluslararası politikanın bir enstrümanıdır, arkasında bir veya birden fazla devlet ya da uluslararası güç yoksa, bu şer odaklarının bir günden fazla yaşama şansı da yoktur. (...) Bunun en güzel örneği de PKK’dır" diyen Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’i ciddiye almıştık.
Ve hükümetin "PKK’nın lider kadrosuna dahil 15-20 teröristin -Irak veya ABD tarafından- yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesi" halinde bununla tatmin olacağını hiç düşünmemiştik.
O gün sadece TBMM üyelerine değil tüm dünyaya hitaben hükümet adına, "Bugüne kadar terörle mücadelemizde hiçbir ülkeden doğru dürüst, yeterli destek görmedik" diyen Cemil Çiçek’i, aynı gün CHP adına konuşan emekli Büyükelçi, İstanbul Milletvekili Şükrü Elekdağ’ın sözlerini "memnuniyetle karşıladıklarını" söyleyen Cemil Çiçek’i, "Terörle mücadeleyi bir devlet politikası" olarak gördüklerini vurgulayan Cemil Çiçek’i çok önemsemiştik.
Eğer o sözler hükümet -hatta devlet- adına ifade edildiyse, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın önceki gün gazetecilere, "Kuzey Irak’taki eğitim kamplarının dağıtılması ve buralardaki PKK yöneticilerinin teslim edilmesinin Türkiye için tatmin edici olacağını" söylemesini ve hatta PKK’lılara "dağdan inin Meclis’e gelin" anlamında bir çağrı yapmasını nasıl açıklayacağız?
Amacı bu kadar küçülten ve sınırlayan bir hükümetin "Süreci başlatmış bulunuyoruz. Aynı kararlılıkla devam ettiriyoruz" demesine siz olsanız inanır mısınız?
Nitekim önce Türkiye’nin sahiden bir şeyler yapacağını sanıp korkan, kendisi yerine yeğeni Neçirvan Barzani aracılığıyla "Lütfen üstümüze gelmeyin" mesajları veren Mesut Barzani, Türk hükümetinin konuyu sulandıracağını anlayınca hemen babalanıp diş gösterdi. Dünkü gazetelerde bildirildiğine göre, "Türkiye’nin sınır ötesi operasyon düzenlemesi halinde kendilerini (oysa tezkerede Silahlı Kuvvetlerimize saldırılmadıkça Barzani’ye bağlı kuvvetlere tek bir kurşun atılmasına izin veren tek kelime yok) savunmakta kararlı olduklarını" söyledi. Kullandığı dil de ilginç, "Bütün taraflara samimi olarak söylüyoruz. Eğer bölgeye yahut Kürdistan deneyimine (bu ne demek?) herhangi bir gerekçeyle saldırılırsa, demokratik deneyimimiz, halkımızın onuru ve anavatanımızın mukaddesatını (peki bu ne anlama geliyor?) savunmaya kesin olarak hazır olacağız" diyor.
Hükümetin zaafını Talabani de fark etmiş olmalı ki o da "Türkiye’yi bir operasyona hazır hissetmediğini" saklamıyordu.
Durum bu ise ve hedef bu kadar küçük idiyse, dönüp sormamız gerekmez mi?
Meclis’teki konuşmasında sadece PKK’lıları etkisiz hale getirmenin yeterli olmayacağını söyleyen, "Asıl bu asimetrik mücadelede PKK’yı koruyanları (ABD’yi, Mesut Barzani’yi, Irak hükümetini ve Cemil Çiçek’in ifadesiyle bize karşı dürüst davranmayan Batılı devletleri) Türkiye’den yana olmaya mecbur edecek bir strateji ve politika uygulamaya çağıran Şükrü Elekdağ’ı neden alkışladınız?
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2007
HERKESİ kucaklama vaadiyle Çankaya’ya çıkan Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den o vaadiyle çelişen işaretler gelmeye devam ediyor. Bu işaretlerin hedefi de nedense gazeteciler oluyor. Sayın Gül vaadini tutmak için her gördüğü gazeteciyi kucaklasın diyen yok. Ama "özel yaşam" gerekçesiyle kamuoyunun denetiminden uzak kalmaya -en azından herhangi bir Türk vatandaşı kadar- hakkı olmadığını söylüyoruz.
Örneğin Cumhurbaşkanı’nın çıkacağı bir gezi herhalde bir haber konusudur. Bunun kendi olanaklarıyla yapılanını ve çok özel olanını kamuoyu denetiminden uzak şekilde gerçekleştirebilir. Ama "Cumhurbaşkanı" sıfatıyla ve devletin olanaklarını kullanarak gezi yapıyorsa gazetecilerin o olayı izlemesini engelleme hakkı yoktur. O nedenle "basın açıklaması yapmayacaksa gazetecilerin oraya yaklaşmasına izin verilmeyeceğini" ifade eden karar, ne kucaklayıcı ne de demokratiktir.
Bu karara eğer Sayın Gül’ün son bir iki gezisiyle ilgili törenlere katılan Garnizon Komutanı’nın Bayan Gül’ün türbanına karşı tepkili davranması sebep olduysa, onun yolu yaşanan gerçeği saklamak değil, o gerçeği değiştirmenin yolunu aramaktır.
Çünkü yaşanan gerçeği bilmek, halkın hakkıdır.
Sayın Gül’ün veya Basın Danışmanlığının aldığı bu sansürcü kararın bir başka sakıncası da "bulaşıcı" olmasıdır. Nitekim Ankara’dan gelen haberlerde, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yurtdışı gezilerinde kullandığı VIP salonunun gazetecilere kapatıldığı bildiriliyor. Artık gazeteciler Erdoğan’ın sadece salona girişini görüntüleyebiliyorlarmış. Uçağa biniş veya bu esnada yapılan herhangi bir temasın görüntülenmesine izin verilmiyormuş.
Meslektaşlarımız ancak bu iki devlet büyüğü lütfedip bir açıklama yapacakları zaman huzura kabul ediliyormuş.
Ne oluyoruz?
Seçimden yüzde 46.7 oyla çıkınca yoksa Padişahlık ilan edildi de biz mi atladık?
Gazeteciler bu olaylara devlet büyüklerimizin güzel cemalini görmek için gitmiyor. Orada, kamuoyuna duyurulacak bir haber çıkabilir diye gidiyor. Eğer bir haber vermeyecekseniz çok çok görevlileriniz aracılığıyla "Sayın Cumhurbaşkanı (veya Sayın Başbakan) basına bir beyanda bulunmayacaktır" mesajını iletirsiniz. Gazeteci de görevini o bilgi ışığında yapar.
Oysa istenen ne?
Gazeteciler bu tür karşılama ve uğurlama olaylarını öğrenince yine -örneğin- havalimanına koşuşacaklar ama ya binanın dışında yahut da hepsinin tıkıldığı bir mekánda "talimat" bekleyecekler. Eğer devlet büyüğümüzün -çoğu kez gazetecilerin içinden çıkan ama bu tür bir görev alınca hemen gazetecilerin görev alanlarını daraltmayı marifet sayan- Basın Danışmanı onları içeri çağırırsa el pençe divan durup bekleyecekler... Sonra da saygıdeğer büyüğün canını sıkmayacak sorular sorarak görevlerini yapmış sayılacaklar.
Bir demokratik ülkede böyle bir şey olabilir mi? Gazeteciler devlet büyüklerinin babasının uşağı mı?
Tamam... Kimse gazeteciler her türlü kuralın üstündedir demiyor, diyemez de... Ama koyacağınız kuralın da saydam ve demokratik bir toplumun gereklerine uygun olması da sizin borcunuzdur.
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2007
BİZİ götürecek özel uçağın havalandırma sisteminde arıza olmasaydı bu yazıyı Karadeniz’in "butik il"lerinden Ordu’da yazacaktık. Felek fırsat vermedi. Doğan Yayın Holding Başkanı Mehmet Ali Yalçındağ ile Ordu Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Ömer Aydın’ın ev sahipliğinde yapılacak olan "Anadolu’daki Avrupa Toplantıları-2007" isimli toplantıyı ertelemek zorunda kaldık. Ama toplantının tekrar belirlenecek bir tarihe ertelenmesi Ordu’nun sorunlarını gözardı etme hakkını bize vermedi. Özellikle "Marka Güçtür" sloganı etrafında yapılacak görüşme ve tartışmalar, Ordu’nun marka olma çabalarını da unutturmadı.
Gerçekten Ordu bir süredir kendi adını "markalaştırma" çabasında... Vali Dr. Said Vakkas Gözlügöl bu amaçla bir araştırma yaptırdı. Sonunda, yaşamın kök hücresi olan "Oksijen"in "O"sunu Ordu ile bütünleştirmeyi başardı. "O"nun üzerine güzel bir bulut parçası ve altına iki oksijen molekülünün birlikteliğini gösteren "2"yi (onlar belki de Ordu’nun "güleryüzü" ile "bozulmamış kimliğini" temsil ediyordur) yerleştirdi.
Şimdiye kadar Karadeniz’in hırçın dalgalarıyla, sahile paralel yemyeşil dağlarıyla, eşsiz güzellikteki yaylalarıyla, her adımda karşınıza çıkan fındığıyla aklımıza gelen Ordu’yu, artık onlara eklenen yepyeni bir boyutuyla "oksijen diyarı" kimliğiyle anımsayacağız.
Ordu yukarıda dediğimiz gibi bir "butik il"dir. Hemen çevresindeki illerden Giresun gibi, Amasya gibi, Tokat ve Sinop gibi kendine özgü kişiliğiyle "Ben farklıyım" der. Farklılığını sadece Türkiye’nin tüm fındık üretiminin yüzde 30’unu, bal üretiminin onda birini vermesiyle değil, Karadeniz yöresinin san’ata, kültüre en açık ili olmasıyla belirgin hale getirir. Ona bir de bir "derviş" özverisiyle kendini Anadolu’nun tarih ve kültürel değerlerini korumaya adamış olan Prof. Dr. Metin Sözen’le Belediye Başkanı Seyit Torun’un kampanyasını eklemek gerekir.
Ordu’nun şimdi ikinci yaşına giren Ordu Üniversitesi var. Ticaret ve Sanayi Odası’na kayıtlı 202 adet sanayi tesisi var. Fındık işleyen fabrikaları, yemeklik fındık yağı üreten tesisleri ve bir de büyük MDF fabrikası var. Ama çok da eksiği var:
Ordu sağlıklı bir patlayışla büyümek istiyor ama onu engelleyen çemberleri bir türlü kıramıyor. Öncelikle Ordu’dan kazanan ama kazandığını Ordu dışında harcayan işadamları yüzünden büyüyemiyor. Ordu’da hálá bir liman olmaması yüzünden büyüyemiyor. Karadeniz’i Orta Anadolu üzerinden Akdeniz’e bağlayacak olan Ordu-Sivas-İskenderun yolunun önemini hálá kavrayamamış olan Karayolları Genel Müdürlüğü’nün vizyonsuzluğu yüzünden büyüyemiyor. Limanı, yolu olmayan Ordu üretse de çevredeki pazarlara ulaşamıyor. O yüzden bir tek fındığa, biraz da bala bağımlı yaşamaya mecbur ve mahkûm oluyor.
Bu gerçekler Ordu’yu 81 il içinde sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyi sıralamasında bazı sene 62’nciliğe, bazı sene 61’inciliğe çiviliyor.
Ordu Valiliği’nin öncülüğünde dün yapılmasına karar verilen ama mecburen ertelenen "Marka Güçtür" başlıklı toplantı Ordu’yu 62’ncilikten kurtarma bilincinin paylaşılması, bir kalkınma hamlesinin ateşlenmesi için önemliydi.
Bu defa olmadı. Ama bitmedi.
İlk fırsatta Ordu’dayız.
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2007
TBMM’de "PKK terörünü bertaraf etme amacıyla Irak’ın kuzeyine gerekirse askeri harekát yapma" izni veren hükümet tezkeresi üzerindeki görüşmeler, "ulusal irade"nin kararlılığını göstermeye yetiyordu. Dünkü konuşmalardan en etkileyicisi kanımızca CHP İstanbul Milletvekili, emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ’ınkiydi. Bugün "makale" yazmak yerine habercilik yapmayı ve bu güzel konuşmayı özetlemeyi uygun gördük.
Elekdağ’ın tespiti önemliydi. Problemin sadece Irak’ın kuzeyine gidip orada PKK yuvalarını yıkmak olmadığını söylüyor, "Bu meselenin dört boyutu var" diyordu. PKK’yı güvenlik güçlerimizin ve askerlerimizin yurtiçinde ve yurtdışında (Irak’ın kuzeyinde) bertaraf etmesinin yetmeyeceğini, asıl meselenin bizim dışımızdaki güçlerin uzun vadeli planlarından ve Türkiye’ye karşı dostane olmayan politikalarından kaynaklandığını vurguluyordu. Elekdağ’ın açıkça vurguladığı husus şu:
Irak’ın kuzeyindeki yönetim, orada bir bağımsız Kürt devleti kurmak istemektedir. Bu da başta ABD olmak üzere bize dost görünen ülkeler tarafından desteklenmektedir.
Bir başka önemli nokta da ABD’nin bir yandan PKK’yı "terör örgütü" olarak ilan edip öte yandan onu koruyan Mesut Barzani yönetimine destek vermesi, aslında PKK’nın ABD tarafından da desteklendiğini göstermektedir.
ABD yarın öbür gün Irak’tan çekilince Irak’ın kuzeyini stratejik bir platform olarak kendi kontrolü altında tutacaktır. Washington’un tüm politikaları ve uygulamaları bunu göstermektedir.
Elekdağ büyük dikkatle dinlenen konuşmasında son "Ermeni soykırımı" tasarısı nedeniyle TBMM heyeti olarak ABD’ye yaptıkları gezide hem Dışişleri Bakanlığı’nın hem de Savunma Bakanlığı’nın Müsteşar Yardımcılarıyla görüştüklerini anlattı. Her iki yetkiliye de "ABD’nin gerek Irak’ın kuzeyindeki Barzani yönetimi, gerekse PKK konusundaki çelişkilerini" anımsatarak, "Sizin bir gizli gündeminiz mi var?" diye sorduğunu, her iki yetkiliden de "Hayır yok" anlamına gelen bir yanıt alamadığını söyledi.
Elekdağ’a göre Amerikalılar bunu, "Bir yandan Türkiye aleyhindeki Kürtleri destekler, hatta orada bir bağımsız Kürt devleti oluşmasını sağlarız, öte yandan da Türkiye’yi, siz bizim stratejik müttefikimizsiniz, türü laflarla oyalarız" düşüncesiyle yaptıklarına işaret etti.
Tüm bu gerçeklerin Türkiye’nin hem içten hem de dıştan gelen iki ciddi, hatta hayati tehditle karşı karşıya olduğunu ortaya koyduğunu söyledi. "Bu tehdit, soğuk savaş döneminde maruz kaldığımız tehditten daha önemli ve daha tehlikelidir" mesajını verdi ve her iki tehdidin de Türkiye’nin bölünmesini amaçladığını tekrarladı. Dıştan gelen tehdidin sadece ABD’nin değil öteki "dost"larımızın da ikiyüzlü politikalarını içerdiğine değindi.
Ve zayıf noktalarımızı da saydı... Hükümetin terörle mücadelede ve ABD ile Irak’taki Kürt liderlerin tepkileri karşısında zayıf kaldığını söyledi. Ayrıca medyamızı da ülkemizin maruz kaldığı tehdidin büyüklüğü hakkında kamuoyunu bilgilendirmediği için eleştirdi.
Sonuç olarak hem ABD’yi hem de Barzani’yi "Ya Türkiye’yi ya da terör örgütünü" seçmeye mecbur etmedikçe ve -özellikle Barzani’nin- cesaretini kırmadıkça sonuç alamayacağımızı vurguladı.
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2007
KULLANMAYI bilmediğiniz silahı elinize almamalısınız. Alırsanız hem o silahın değerini düşürürsünüz hem de mahcup olursunuz.<br><br>Referandum hem demokrasilerin hem de dikta yönetimlerinin kullandığı silahlardan biridir. En önemlisi de "kullanılması zor" bir silahtır. Bazen insanın elinde patlar. Biz işte böyle bir "referandum" için 21 Ekim Pazar sabahı sandık başına çağrılıyoruz.
Üstelik anlamı, işlevi, amacı olmayan bir "Anayasa değişikliği" önerisi yasa haline gelip Anayasa’da yer alsın mı almasın mı sorusuna yanıt vermek için...
Cumhurbaşkanı TBMM yerine doğruca halk tarafından seçilsin mi seçilmesin mi? Cumhurbaşkanının görev süresi 7 yıldan 5 yıla insin ve kendisine 2 kere seçilme hakkı verilsin mi verilmesin mi?
Yasama dönemi 5 yıldan 4 yıla; yerel seçimlerle göreve gelenlerin görev süresi 5 yıldan 4 yıla insin mi inmesin mi sorularına verilecek "Evet" oyu eğer yarıdan fazla çıkarsa, Anayasa’da değişiklik yapılmış olacak.
Önerinin içeriği ayrı. Kimi Cumhurbaşkanı’nın halkoyu ile seçilmesini savunur, kimi bizim gibi TBMM seçsin der. Onlara girmiyoruz. Ama acaba oyların yarıdan bir fazlası o konuda alınması söz konusu karar için yeterli mi değil mi, onu sormak istiyoruz.
Bizim Anayasa’nın 175’inci maddesi "yeterli" dese de, bu tür temel kuralların değişmesinde, oylamaya katılanların en az üçte ikisinin desteği aranır. Merak ediyoruz o kural referandumda niçin geçerli olmasın?
Nitekim yanlış anımsamıyorsak bundan 10 sene kadar önce "İskoçya’nın Birleşik Krallık’tan ayrılıp ayrılmaması" konusunda yapılan referandumda, ayrılma taraftarları yüzde 65 oy desteğini alamadıkları için, amaçlarına ulaşamamışlardı.
İkinci nokta şu... 21 Ekim’de yapılması söz konusu referandumun hukuken "sakat" olduğunu hepimiz biliyoruz. Çünkü TBMM’nin dünkü toplantısında ikinci görüşmesi de tamamlanan yasa önerisi, bilindiği gibi halen sınır kapılarında bilfiil halkoyuna sunulmuş olan 5768 sayılı yasayı değiştiriyor. Böylece bugüne kadar oy kullanmış vatandaş ile 21 Ekim’de oy kullanacak vatandaş başka başka metinler için "evet" veya "hayır" demiş olacak. Ama sonunda sanki herkes aynı metne "evet" veya "hayır" demiş gibi bir sonuç açıklanacak. Bunun akılla, açıklanır bir tarafı var mı?
Görüldüğü gibi Adalet ve Kalkınma Partisi (aslında Tayyip Erdoğan) tutup Anavatan Partisi Genel Başkanı Erkan Mumcu’nun aklına uydu, "Muhalefet istediğimiz kişiyi Cumhurbaşkanı seçmemize madem mani oluyor, biz de bu seçimi halka yaptıralım" diyerek şimdi içinden kimsenin çıkamadığı keşmekeşe yol açtı.
Anlaşılan şimdi tek çare var. Bunun ilk işaretini de Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Muammer Aydın’ın dünkü gazetelerde çıkan sözlerinde bulmak mümkün. Aydın -özetle- diyor ki: "5678 sayılı yasayı değiştiren yasa yürürlüğe girdiği gün oturup bu durumda bu referanduma devam etmek doğru mu değil mi tartışacağız ve ertelemek gerekir mi gerekmez mi bir karar vereceğiz."
O demektir ki: "Bu hukuk skandalını ortadan kaldırmak için ertelemekten başka çare göremiyoruz."
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2007
NE yapsak, nasıl anlatsak, itiraf edelim ki bilemiyoruz. Bilemediğimiz şey, sizin de sık sık tanık olduğunuz bir konu... Daha açıkcası, Başbakan Tayyip Erdoğan’a birileri "laiklik" kavramını yanlış öğretmiş. İkide bir o yanlışı tekrarlayıp duruyor. Biz de doğrumuzu anlatamıyoruz.
Nitekim son olarak Pendik’te "Yunus Emre Kültür Merkezi"ni açarken konuştu.
Sayın Başbakan’a göre, "Kişiler laik olmaz, devlet laik olur"muş. Öyle diyor. Onunla kalmıyor:
"Sadece yüzde 99 Müslüman’ın iktidarı değil, yüzde 100’ün iktidarıyız. Biz Müslüman’a da, Hıristiyan’a da, Musevi’ye de, varsa Budist’e, ateiste de hizmet vereceğiz. Bizim tarihten gelen devlet ve idarecilik terbiyemizin gereği budur. (...) Bu terbiye ile Türkiye’de herhangi bir ayrıma tabi tutmaksızın, her inanç grubuna eşit mesafedeyiz. Laikliğin amir hükmü budur aslında.
Bizim üzerimizde(n) spekülasyon yapıyorlar, ’Bunlar laikliğe karşı’ filan gibi... Aç programımıza bak, burada laikliği nasıl anladığımızı gör. Bunu nereden aldık? Aç 1982 Anayasası’nın (24’üncü madde) gerekçesine bak. Orada laiklik nasıl tanımlanıyorsa, şu anda biz onu uyguluyoruz. Nedir o? Yönetimin, idarenin tüm inançlara eşit mesafede olmasıdır. (...) Kimse laiklik üzerinden geçinerek, bu ülkede dindar insanlara zulüm yoluna gitmesin. Çünkü laiklik bir din değil, bir yönetim biçimidir. Kişiler laik olmaz, devlet laiktir. Haa, yönetim biçimi olması anlamında (belli ki mecburen demek istiyor) laikliği savunan bir insan olarak karşınızdayız. Bunu söyleyeyim. (...)"
Dedik ya, birileri Sayın Başbakan’a laikliği yanlış öğretmiş, bir türlü doğrusunu anlatamıyoruz diye... Yanlış öğreten, yani "Kişiler laik olmaz, devlet laik olur" diyen, Turgut Özal’dır.
Özal’ın da zaten en az bildiği ve en çok nefret ettiği kavram, "laiklik" idi.
Keza anlatamadık ki, "Kişiler laik olmaz, devlet laik olur" sözünün "İnsanlar Müslüman olmaz, devlet İslam devleti olur"dan veya "İnsanlar demokrat olmaz, siyasi rejim demokrat olur"dan zerre kadar farkı yoktur. Nitekim insan hem "Müslüman" hem "demokrat" hem de "laik" olur.
Belli ki Sayın Başbakan laikliği "aman üzerime bulaşmasın" diye kendisinden uzak tutuyor.
İkincisi Başbakan’ın, kendi "laiklik" anlayışına göre verdiği "Biz Müslüman’a da, Hıristiyan’a da (...) hizmet ederiz" anlayışı, laiklik kavramını ağzına alanı "káfir" sayan Suudi Arabistan’ın da yaptığı ve yapmakla övündüğü hizmettir. Dahası, Sayın Başbakan’ın göndermede bulunduğu Osmanlı için de geçerlidir. Ama Osmanlı’nın "laik" olduğunu söyleyenin sınavda alacağı not sıfırdır.
Üçüncüsü... Sayın Başbakan’ın atıfta bulunduğu "Anayasa’daki gerekçe" ise, o gerekçeyi yazan merhum Prof. Orhan Aldıkaçtı açısından bir yüz karasıdır. Çünkü maddenin son fıkrası "laikliği" "olmazsa olmazlar" açısından tanımladığı halde orada "laiklik" kavramının değil "din ve vicdan özgürlüğü" kavramlarına ilişkin hükmün gerekçesi vardır. Kısaca, gerekçe laikliğe ait değildir.
Dördüncüsü... Gerçi "idarenin tüm inançlara eşit mesafede olması" laiklik ilkesinin gereğidir ama o gerekçede buna dair tek kelime yoktur.
Gelelim son noktaya... Beş yıldır ülkeyi yönetip de hálá birilerinin laiklik adına Müslümanlara "zulüm" yaptığını söyleyene, "Beyefendi galiba iktidarda olduğunuzu unuttunuz" derler.
Yazının Devamını Oku