9 Aralık 2007
ÇEŞİTLİ üniversitelerimize mensup 20 hukuk fakültesinin dekanı, bizim siyasi iktidara anlatamadığımızı dün kamuoyuna yansıyan bilimsel ağırlıklı bir ortak metinle açıkladı. Ve yarın yargıç yahut savcı olmak isteyen gençleri "Adalet Bakanlığı mensubu bürokratların çoğunlukta olduğu" bir kurulun mülakat süzgecinden geçirmenin yanlış olduğunu ilan ettiler.
Sadece onunla kalmadılar, yasanın "olumlu" buldukları yönlerini de ifade ettiler. Örneğin "idari yargı"da "hukuk eğitimi" almış yargıç sayısını artırıcı yaklaşımı desteklediklerini söylediler.
Ama tartışmalara konu olan hükmü, "Mülakatı yapacak kurulun Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından belirlenmesi ve mülakat kurulunda belirli sayıda hukukçu öğretim üyesinin görevlendirilmesi son derece önemlidir. Mülakatın ağırlıklı olarak Adalet Bakanlığı mensupları tarafından yapılmasını öngören kanuni düzenleme, yargı bağımsızlığı açısından sistemsel bir sorun yaratmaktadır ve mutlaka değiştirilmesi gereklidir" diyerek eleştirdiler.
Biliyorsunuz bu hükmü savunanlar, aynı usulün 1934’ten beri uygulandığını söyleyip durdular. Söylediler ama bir yanlış fark edilmeden yüz sene devam ederse, onu sürdürmek mi doğrudur, değiştirmek mi sorusuna yanıt vermeye yanaşmadılar.
Yukarıda dediğimiz gibi dekanlar daha önce harekete geçseler ve yasa Meclis’ten geçip yürürlüğe girmeden bu görüşlerini ifade etselerdi belki de bir yanlıştan dönülebilirdi.
Aslında bu açıklamayı oluşturup yayınlamanın bile kolayca gerçekleşmemiş olduğunu tahmin etmek zor değil. Çünkü Ankara, İstanbul, Hacettepe, Gazi, 9 Eylül, Anadolu, Akdeniz gibi önde gelen devlet üniversiteleri hukuk fakültelerinin bu metne imza koyduklarını görüyorsunuz ama örneğin Kayseri’deki Erciyes, Konya’daki Selçuk üniversiteleri hukuk fakültesi dekanlarının imzasını bu metnin altında göremiyorsunuz.
Buna karşılık Vakıf üniversitelerinden Koç, Bilkent, Atılım, Başkent, Kadir Has, Çağ, Çankaya, İstanbul Kültür, Maltepe, Ufuk ve Yeditepe üniversitelerinin hukuk fakültesi dekanları metni benimsediklerini imzalarıyla ortaya koydular.
Soruşturunca öğrendik ki Dicle ve Galatasaray üniversiteleri hukuk dekanları da metne destek vermiş.
Elbet herkesin aynı metni imzalama zorunluluğu yok. Ama ortadaki "2 kere 2, dört eder" basitliğinde bir gerçek ise, "sebebi ne ola ki?" diye düşünmeye değmez mi?
Not: Türban konulu ankete ilişkin "Azınlığın hakkı nerede?" başlıklı yazımın sonunda biri, çift standartlı "aydın"(!?)larımıza, öteki de bir süre önce yaptıkları araştırmada "türban azalıyor" sonucu çıkaran akademisyenlere dönük iki ayrı eleştiri vardı. Yazımın bu iki kesim arasında bağlantı kurduğum izlenimi vermesinin ve "Aydın olmak galiba bazı insanları ahlaki yükümlülüklerden kurtarmaya yetiyor" şeklinde bir cümle içermesinin o araştırmayı yapanları rencide ettiğini öğrendim. Eleştirmek hakkımdır ama rencide etme hakkım yoktur. O nedenle söz konusu cümleyi yazılmamış saymalarını araştırmacılardan özür dileyerek rica ediyorum. O.E.
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2007
SON dört yıldır, Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Başkanı sıfatıyla hakkında çok söz edilen Prof. Dr. Erdoğan Teziç, sizin bu satırları okuduğunuz 8 Aralık 2007 günü iş saatleri bitince, görevinden ayrılmış olacak. Başta Başbakan olmak üzere Milli Eğitim Bakanı sıfatı taşıyan Hüseyin Çelik’e ve Teziç’e, "Siz mason musunuz?" diye soran münasebetsizlere geçmiş olsun...
Gerçekten Sayın Başbakan bu dört yıl boyunca çok sabretti. Ama siyaset minderinde iyi pişmiş bir kişi olduğu için "beklemeyi" bildi.
Hoş yapabileceği fazla bir şey de yoktu. Çünkü Teziç, Başbakan-Bakan ikilisinin YÖK’ü hükümetin etki alanına almak için yaptıkları tüm saldırıları hukukun gücüyle püskürtmeyi bildi. Nitekim 2004-2007 arasında YÖK, kendi yetkilerini elinden alma teşebbüslerini önlemek için Danıştay ve İdare Mahkemesi nezdinde 19 adet dava açtı. Bunlardan 5’ini kaybetti ama 14 davayı YÖK kazandı.
Anımsayacaksınız imam hatip lisesi mezunlarına üniversiteye girişte genel lise mezunu muamelesi yapılması amacıyla Bakan Hüseyin Çelik çalmadık kapı bırakmadı. Tuttu bu çocuklara, "Açık öğretim lisesi diploması da verelim, o delikten yararlanıp girsinler" dedi. Ama hukuk engelledi.
Bakan Çelik, öğretmen yetiştirecek fakülteleri işlevsiz hale getirmeye teşebbüs etti, yargı onu da önledi.
Bakan Çelik, "yurtdışına lisansüstü eğitim almak üzere" gidecek gençleri kendi dünya görüşündekiler arasından seçmek için YÖK’ün bu konudaki yetkisinin üstüne oturmak istedi, yargıdan o da döndü.
Daha çok var ama sadece "rektörleri kim tayin edecek?" tartışmasına değinmekle yetinelim:
Biliyorsunuz 2006 yılında çıkan bir yasayla 15; 2007 yılında da 17 olmak üzere 32 adet "devlet üniversitesi" kuruldu. Bakan Çelik bunlara "kendi kafasındaki" öğretim üyelerini rektör olarak tayin ettirmek istiyordu. Ama Teziç, YÖK’e Anayasa tarafından verilmiş yetkileri hükümete bırakmadı. Neticede Başbakan Erdoğan ile Bakan Çelik’in istediği değil Anayasa’nın dediği oldu ve bu rektörlerin tayini YÖK’ün tezi doğrultusunda, yani hükümetin rektör belirlemesine izin vermeden gerçekleşti.
Hem YÖK hem de genel olarak üniversitelerimiz tahmin edeceğiniz gibi bu yüzden mağdur edildiler. Çünkü hükümet bir yandan üniversite sayısını, yeterli öğretim elemanı olmadığını bile bile yani sorumsuzca artırırken öte yandan da öğretim elemanı yetiştirilmek üzere yurtdışına yeter sayıda gönderilecek gençlere engel oldu. Anlaşılan, YÖK’ün seçeceği gençler ne Başbakan’ın ne de Bakan’ın dünya görüşünü benimsemez diye düşündüler. "Yeni eleman yetişeceğine, üniversiteler öğretim üyesiz kalsın, daha iyi" demiş olmalılar.
Kadro vermemek, maaşları düşük tutmak, döner sermaye gelirlerine el koymak gibi inanılmaz engellemelere rağmen YÖK yine de son dört yılda üniversitelerin performansını yükseltmeyi başardı. Örneğin Türkiye, bilimsel makale sayısı bakımından son dört yılda 22’ncilikten 19’unculuğa yükseldi.
Her şey bunlardan ibaret değil. Sayın Teziç’in hataları da oldu. Örneğin ikisini sayalım... İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun görevden alınması ve Galatasaray Üniversitesi rektörlüğüne kimin geleceği konusundaki tutum ve kararları doğru değildi. Keşke onlar da olmasaydı.
Yazının Devamını Oku 7 Aralık 2007
MİLLİYET Gazetesi’nin sonuçlarını yayınlamaya devam ettiği araştırma dün, "Ramazan’da lokantalar açık olmalı" diyenlerin tüm nüfus içindeki oranının yüzde 45; kapalı olmalı diyenlerin (toplam olarak) yüzde 49.4 olduğunu ifade ediyordu. Alkollü içki veren yerlerin ramazan ayı boyunca tümüyle kapalı olmasını isteyenler de yüzde 67.6’yı buluyormuş. Öteki sonuçlara değinecek değiliz. Örneğin "Kadın, erkek eli sıkar mı?" yahut "Bankadan faiz almak doğru mu?" sorularına verilen yanıtlar var. Onlar da toplumumuzda giderek egemen hale gelen zihniyeti açıkça gösteriyor. Ama onlar "bireysel davranışlarla" ilgili. Bir başka deyişle, siz ister el sıkarsınız, ister sıkmazsınız. Tavrınız nihayet karşı tarafın sizin hakkınızda vereceği bir kanaat notuna bağlanır, biter.
Keza faiz gelirini içinize sindiremiyorsanız, Turgut Özal’ın 1983’te kurduğu ilk hükümet henüz parlamentodan güvenoyu almadan çıkardığı kararnameye dayanarak kurulan "faizsiz banka"lardan birine gider, paranızı oraya yatırırsınız.
Ama lokantanın açık olup olmaması öyle değil. Nüfusun yüzde 98’i Müslüman da olsa, laik bir ülkede ister başka bir dine mensup olduğu için, isterse Müslüman olduğu halde oruç tutmadığı için lokantaya gitmek ihtiyacını duyacak insanı yok sayamazsınız. Evet zorla "dükkanı aç" demeniz doğru olmayabilir ama, ona sunulacak hizmetin de önünü kapatamazsınız.
Kaldı ki sadece "laik sistem" değil, "demokrasi" de bunu gerektirir. Çünkü "demokrasi" asıl "azınlık teşkil eden" kesimin haklarını koruduğu ve güvence altına aldığı zaman demokrasidir. Yoksa elinizdekinin adı demokrasi değil, çoğunluk zorbalığı olur.
O nedenle bir yandan "demokrat" geçinip öte yandan da bu basit gerçeği önüne koyduğunuz zaman, "Sen ne diyorsun? Nüfusunun yüzde 98’i Müslüman olan ülkede lokantalar ramazan ayında elbet kapanır" diyenler, aslında zorbalığı veya "İslam devleti" modelini savunuyorlar demektir.
İşin bir tuhaf yanı da, pek demokrat ve pek liberal "entel"lerimizin, buradaki baskıya hiç ses çıkartmamalarıdır. Çünkü İslam adına empoze edilen despotizm onları rahatsız etmez. Madem ki sorun laikliğe ve Atatürkçü düşünceye karşıtlıktan kaynaklanmaktadır, o halde herşey hoşgörülebilir.
Zaten onlar değil mi 1999 yılında yaptıkları araştırmaya göre kadınlarımızın yüzde 15.7’si türban takarken, 2006 yılında bu oran yüzde 11.4’e düştü diyen!
Son seçimin ardından türban takanlar daha belirgin hale gelince, "Bizim araştırmamız doğruydu. Türbanlılar daha önce sokağa çıkmak istemiyordu, şimdi çıkıyorlar" diyerek kamuoyunu yanıltan...
Aydın olmak galiba bazı insanları ahlaki yükümlülüklerden kurtarmaya yetiyor.
Not: AKP iktidarının yargıyı ele geçirmek amacıyla çıkardığı son yasayla ilgili bir yazımda bir hata yapmışım. Anayasa Mahkemesi’nin konuyla ilgili kararını yeni verdi zannettim. Oysa karar Şubat’ta verilmiş ama gerekçe yeni yayınlanmış. Sabah’ta Nazlı Ilıcak ve Yeni Şafak’ta Fehmi Koru, bu yanlışı meslek kusurum olarak teşhir ettiler. Yanlış yapmaya hakkım yok. Kendilerine teşekkür ediyorum.
O.E.
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2007
DEMEK ki neymiş arkadaşlar? Eğer "Siz burada soykırım yaptınız. En az 1.5 milyon insanımızı öldürdünüz" suçlaması Türkiye’ye ve Türklere karşı yapılırsa, "Türkiye özür dilemeli, gerekirse tazminat vermeli" imiş. Ama aynı suçlama örneğin Cezayir tarafından Fransa’ya karşı yapılırsa, ortada "üzüntü" beyanından fazlasını gerektirecek bir durum yok sayılmalıymış.
Bu fevkalade medeni (!) ve dürüst (!) tavrı, Cezayirlilerle milyarlarca dolarlık doğalgaz ve petrol anlaşması imzalamak amacıyla oraya giden Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’de görüyoruz.
Sarkozy elbet kendisinden "Fransa’nın Cezayir’de yaptığı soykırım nedeniyle resmen özür dilemesinin" beklendiğini biliyordu. Bu resmi talep defalarca dile getirilmiş, son olarak da Sarkozy’nin resmi ziyareti başlamadan önce bizzat Cezayir Cumhurbaşkanı Abdülaziz Buteflika tarafından açıkça ilan edilmişti.
Gerçekten Cezayir’deki "soykırım" yarası çok derindir. Cezayirliler, kendi ülkelerindeki Fransız askerlerinin, 8 Mayıs 1945’te yani İkinci Dünya Savaşı’nın zaferle noktalandığı gün Setif’te sevinçle yollara dökülen ve "işbirlikçi hainler" aleyhine slogan atan Cezayirlilerden 20 binini öldürmesini unutamıyorlar.
Onu Guelma ve Kherrata şehirlerindeki binlerce Cezayirliyi kireç kuyularına atarak veya kamyonlarla götürüp nehre boşaltarak öldürmelerinin izlediği kitaplarda yazılı.
Cezayir’in bağımsızlık savaşı verdiği 1954-62 yılları arasındaki katliamlarda ölenlerin 1.5 milyonu bulduğu pek çok kaynak tarafından ileri sürülüyor. Bu rakamı abartılı sayanlar olabilir. O nedenle belirtelim... "The War Without Name" isimli kitapta Martin S. Alexander; Martin Evans ve J.F.V.Keiger rakamı 1 milyon olarak veriyorlar.
Onları da isterseniz yok sayın... Cezayir’de bağımsızlık isteyenlere karşı savaşan Fransız Generallerinden Jaçques Massu ile yardımcısı General Paul Aussaresses, meşhur Fransız gazetesi Le Monde’a verdikleri mülakatta "Cezayir’deki savaşta kayıp diye nitelenen 3 bin kişinin esasında idam edildiklerini" anlattılar. ("Batı Tarihinde İnsanlık Suçları. Sefa M.Yürükel Syf. 59)
Ünlü Fransız yazarlar Simone de Beauvoir ile Jules Roy, bu yapılanların "Nazilerin iktidarı sırasında başka milletlere yaptıklarından hiçbir farkı olmadığını" yazdılar. (Aynı kaynak.)
Şimdi Nicolas Sarkozy bu yüz karası geçmiş nedeniyle "üzüntü" duyduğunu söylüyor. Ve utanmadan "Tarihi, tarihçilere bırakalım. Geçmişe değil, geleceğe bakalım" diyor.
Kendi şahsı açısından da bir güzel gerekçe bulmuş. "1962 yılında ben 7 yaşındaydım" diyor.
İnsana sormazlar mı? "Sana gelince o cinayetler işlenirken 7 yaşında olmak senin için gerekçe teşkil ediyor. Ama Ermenilerin, Türkler hakkındaki haksız suçlamalarına sıra gelince, hem tarihi tarihçilere bırakmaya yanaşmıyorsun, hem de beş kuşak öncesinin hesabını bugünkü insanlardan sormaya kalkıyorsun. Buna utanmazlık denmezse ne denir?"
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2007
TARHAN Erdem bir kere daha tıraşımızı gözümüzün önüne döktü. Milliyet Gazetesi’nde ilk iki bölümü düne kadar yayımlanan "Gündelik Yaşamda Din, Laiklik ve Türban" konulu araştırma Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının laik Türkiye’yi getirdiği noktayı rakamlarla, grafiklerle ortaya koymakla kalmadı. Birkaç ay önce "Türkiye Malezya olur mu?" diye tartışanlara, "Malezya olmamıza ramak kaldığını" söyledi.
Şimdi isterseniz "Bu gidişle İran olur muyuz konusunu" tartışalım.
Öyle ya... Tarhan Erdem ve ekibi tarafından aynı konuda yapılan araştırmaya göre "başını -türban, başörtüsü, yemeni yahut çarşafla- örtenlerin toplam nüfustaki oranı Mayıs 2003’te yüzde 64.2 iken, Eylül 2007’de yüzde 69.4’e çıktı."
Geleneklerine bağlı kadınlarımızın başını, başörtüsü, yemeni hatta çok muhafazakar çevredekilerin çarşafla örttüğü bilindiği için bunları önemsemeyebilirsiniz. Oysa "siyasal simge" niteliği taşıdığı "yargı kararıyla" kesinleşen "türban"daki değişim önemlidir.
Erdem ve ekibi, 4 yıl önceki araştırmaya göre başını "türbanla" örtenlerin oranı yüzde 3.5 iken şimdi bu oranın yüzde 16.2’ye çıktığını yani yaklaşık 5 (tam olarak 4.7) misli arttığını söylüyor.
Biz sözün burasında dikkatinizi çekelim:
Erdem ve ekibi araştırmayı yaparken en düşük "18-28 yaş grubunu" esas almış.
Son günlerde gazetelerde haber konusu olan bir hanım kız vardı. Anımsayacaksınız... Adana’nın Kozan İlçesi’nde bir ödül almak için başı türbanlı olarak sahneye çıkınca azarlanıp gururuyla oynanan Tevhide Kütük’ten söz ediyoruz.
Peki Tevhide Kütük kaç yaşındaydı dersiniz?
Biz söyleyelim, en çok 16, bilemediniz 17... Dahası, bu çocuk Kozan İmam Hatip Lisesi 11’inci sınıf öğrencisiydi.
Yasalarımız tüm ilk ve orta öğretim kurumlarında "türbanı" yasaklıyor değil mi?
Hadi çocuğun gururuyla oynanmasını eleştirelim. Peki ama bu ülkenin Başbakanı, sırf türbanlı olduğu için Tevhide’yi telefonla arayıp "Evladım, bu haksızlıklar bir gün bitecek" derse, "türban" ve türbanlı sayısı artar mı, azalır mı?
Başbakan Erdoğan, Tevhide’ye karşı kaba davranan kaymakam ile jandarma komutanını arattırıp "Yaptığınız kabalıktır ama yasaları koruduğunuz için size teşekkür ederim" demez, diyemez miydi?
Demez, diyemez. Çünkü o yasalardan değil türbandan yana bir kişidir.
Nitekim aynı şekilde Rize’nin Kalkandere İlçesi İmam Hatip Lisesi’nde 16 yaşındaki Emine Elif Azder’e, "Evladım, başındaki türbanı çıkar da Valilikteki ödül törenine öyle gel" diyen okul müdürü şimdi cezalandırılmayı bekliyor. Çünkü Başbakan Erdoğan bu defa da Emine’nin babası Mustafa Azder’i arayarak, "konuyla ilgileneceği" müjdesini verdi.
Peki aynı Başbakan -hani hepimize karşı eşit davranacaktı ya, o Başbakan’dan söz ediyoruz- Amasya Anadolu Kız Meslek Lisesi’nden kendilerine "namaz kılmaları ve kapanmaları" yönünde baskı yapıldığı için okullarını değiştirmeye mecbur kalan 4 kız öğrenciye neden telefon edip "Müsterih olun çocuklar. Size baskı yapılmasına izin vermem. Yanınızdayım" demedi?
Tarafsız olduğu, laik rejimi koruduğu, yasalara saygılı olduğu için mi?
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2007
SAYIN Abdullah Gül henüz "acemilik" dönemini atlatamamış görünüyor. Normaldir. Cumhurbaşkanlığı gibi, her harekette, her sözde, her davranışta fevkalade dikkatli olmayı gerektiren bir makama gelen kişinin, bu kadar kısa bir sürede mükemmellik düzeyine çıkmasını beklemek, doğrusu haksızlık olur. Olur ama bu, Cumhurbaşkanı’nın dediklerini, yaptıklarını eleştiriden bağışık (muaf) kılmaz.
"Herkesin Cumhurbaşkanı" olmayı vaat eden Sayın Gül’ün "kimse fark etmiyor" sanarak sergilediği ayrımcı yaklaşımların listesini bir gün önüne koyacağız. Ama şimdilik, kendisine refakat eden gazetecilere Pakistan’da anlattığı bir Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) hikáyesine değinmek istiyoruz.
Milliyet Gazetesi adına geziyi izleyen Semih İdiz’in verdiği bilgiye göre Gül, yakında boşalacak YÖK Başkanlığı’na "özgürlükçü birini" yani "üniversitelerde türbana izin veren birini" atayacağını söylemiş.
Danıştay’ın, Anayasa Mahkemesi’nin ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları ortada iken, bunu hangi "hukuk devleti" ilkesine göre yapacağını merak ediyoruz.
Laf YÖK’ten açılmışken Gül, "YÖK sistemini ele almak gerektiğini" belirtmiş. "İnanılmaz şeyler oluyor" demiş. Bunu söyleyince siz "YÖK’te inanılmaz şeyler oluyor" diye anlarsınız değil mi? Nitekim o da bunu istemiş olmalı ki "bir rektör tayini" örneğini vererek sözlerine devam etmiş:
"Dosyanın içinde bir de not vardı. İsimlerden biri ile ilgili olarak ’Karısı kara çarşaflıdır. Fakülteye her gün gelir, hocaları tehdit eder’ deniyordu. Dehşete düştüm. (...) Talimat verdim. Buna bir bakın dedim. Araştırdılar ve ’adam bekár’ dediler. Bir şey vardır. Bir daha bakın, dedim. Geldiler ’Hiç evlenmemiş’ dediler. Cumhurbaşkanlığı makamına işte böyle bir dosya geldi."
Sayalım ki böyle bir skandal ayniyle vaki oldu. Yani YÖK’ten dosya böyle inanılmaz bir notla gönderildi ve Cumhurbaşkanı aynen dediklerini yaptı. Sizce bu rezaleti gazetecilere anlatmak -bir bakıma YÖK hakkında dedikodu yapmak- bir Cumhurbaşkanı’na yakışır mı?
Kaldı ki YÖK’ten böyle bir not -sadece o olayda değil, hiçbir zaman- gönderilmediği gibi, söz konusu not olayı Cumhurbaşkanı’nın YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’le 25 Eylül 2007 tarihli görüşmesinde de gündeme gelmiş. Teziç hem notun kendileriyle ilgili olmadığını söylemiş hem de YÖK’ün hangi kurallara uyarak o dosyaları oluşturduğunu anlatmış. Yani konu YÖK açısından aydınlığa kavuşmuş. Buna rağmen Cumhurbaşkanı’nın bu konuyu "YÖK’ü ıslah etmek lazım" tezinin gerekçesi olarak anlatmasını iyi niyetle bağdaştırabilir misiniz?
Bu sevimsiz olayı dün Erdoğan Teziç çok net ve ayrıntılarını da anlatarak tekzip ettikten sonra Cumhurbaşkanı alelacele, "Gazetecilerle görüşmemde bir rektör adayı hakkındaki asılsız ihbar örneğini verirken, bilgi notunun YÖK’ten geldiğini ifade etmedim" diye bir açıklama yaptı.
Gül eğer YÖK’ü hedef almasaydı, kendisiyle Teziç arasında geçen konuşmayı da gazetecilere anlatmaz mıydı? Ya da konuşmasına "O not YÖK’ten gelmemişti" diye bir ibare eklemez miydi?
Mızrak çuvala sığmıyor...
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2007
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın, "yargıç ve savcı adaylarının atanmaları" ile ilgili bir yasa önerisinin TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmesi sırasında, salondaki koltuğunda saatlerce oturması, sonra ayrılıp gece saat 23.30’da tekrar gelmesi... Ardından çıkıp gece yarısından sonra saat 01.00’de bir kere daha dönüp "durumu" kontrol etmesi, sizce olağan bir şey mi?
Sanmayın ki bu merak Sayın Başbakan’ın, kendisini mubassır (öğrencileri düzene sokan kimse) milletvekillerini de birer "haylaz talebe" sanmasından kaynaklanıyor.
Gerçi öyle bir merakı olduğunu biliyoruz. Dahası son olarak Kızılcahamam’da yapılan "istişare" toplantısında onlara, "geçen dönemde Meclis’e devam etmeyenleri aday göstermediğini" söyleyerek verdiği gözdağını da unutmuyoruz. Ama bu defaki o değil.
Bu defakinin nedeni, "güneşi" değilse de "yargıyı" zaptetme amaçlı harekátı başarıya ulaştırma kararlılığıydı.
Unutmayın, seçim gecesi herkesi kucaklayacağını, tarafsız olacağını söyleyen kişidir kendisi. Nitekim "yargıç ve savcı adaylarının seçiminde Adalet Bakanlığı bürokratları değil, Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyeleri söz sahibi olsun" diyenleri asıl o dinlemedi.
Dinlemedi derken iradenin Adalet Bakanı’na değil doğruca ona ait olduğunu söylüyoruz.
İradenin ona ait olduğunu da TBMM Adalet Komisyonu raporuna "karşı oy" yazısı koyan milletvekilleri Halil Ünlütepe, Rahmi Güner, İsa Gök, Ali İhsan Köktürk ve Ali Rıza Öztürk’ün verdiği bilgilerden anlıyoruz.
Bu milletvekilleri, söz konusu yasa önerisinin 14 Kasım tarihinde AKP’nin TBMM Grup Başkanlığı’na sunulduğunu, oradan 15 Kasım günü TBMM Başkanlığı’na gönderildiğini, TBMM Başkanı’nın 19 Kasım günü öneriyi Adalet Komisyonu’na ilettiğini, Komisyon Başkanı’nın -daha önce sunulmuş birçok tasarı ve öneri beklerken- 22 Kasım günü görüşmek üzere Komisyon’u toplantıya çağırdığını, önerinin tümü üzerinde yapılan görüşmelerin ardından meselenin 28 Kasım günü bitirildiğini bildiriyorlar. Onların iddiasının yerinde olduğunu Komisyon raporunun o gün kaleme alınıp TBMM Başkanlığı’na sunulmasından ve 30 Kasım günü başlayıp 12 saat süren görüşmelerden sonra Genel Kurul’dan geçirilmesinden anlıyoruz.
Sebep?
Görünürde sebep var. Nitekim Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, yargı sistemindeki eleman eksiği yüzünden işlerin yürümediğini, örneğin halen hapishanelerde bulunan 327 kişinin salıverilmeleri gerektiği halde serbest bırakılamadıklarını söylüyor.
Onunla kalmıyor. Geride kalan haziran başında kurulmuş olması gereken Bölge Adliye (İstinaf) Mahkemelerinin aynı nedenle kurulamadığını vurguluyor.
Vurguluyor da... "Yargıç ve savcı adaylarının seçimini bakanlık bürokratlarına yaptırmaktan neden vazgeçmediniz? Yargı bağımsız olsun istiyorsanız, bu seçimi siyasi otoritenin etkisi altındaki kişilere yaptırmakta neden ısrar ediyorsunuz?" sorusunun yanıtı duyulmuyor.
Yazının Devamını Oku 1 Aralık 2007
İKTİDARDAKİ partinin adına bakarsanız "Adalet" kavramının bu parti için çok önemli olduğuna hükmetmeniz gerekir. Hatta sadece ismine değil, parti programına da bakarsanız, "Yargıç tarafsızlığı ve yargı bağımsızlığını tam olarak sağlamayı ve yargıç güvencelerini korumayı" taahhüt ettiklerini görürsünüz.
Tıpkı "herkesin iktidarı" olmayı vaat edip de hemen unutuvermeleri gibi adalet konusunda da taahhütlerini unuttular.
Pardon unutmak bir yana, Meclis’e verdirdikleri bir yasa önerisiyle tam tersini yapmaya kararlı olduklarını ortaya koydular.
Hoş bu niyetleri yeni ortaya çıktı dersek yanlış olur. Aslında Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in Adalet Bakanlığı döneminde başlattığı hamleyi şimdi tamamlamaya çalışıyorlar.
Amaç çok basit:
Yargı sistemimizdeki kadroların yüzde 40’ını bulan ve halen boş olan 4 bin 62 kadroya, tamamen kendi siyasi (ve tabii dini) görüşlerine paralel görüş sahibi insanları dolduracaklar.
Böylece Başbakan’ın her fırsatta dile getirdiği "yargıyı tarafsızlaştırma" vaadini, "yargıyı AKP’lileştirerek" gerçekleştirmiş (!) olacaklar.
Neden bu kadar kesin konuştuğumuzu açıklayalım:
Geçen yıla kadar, yargıç veya savcı olmak isteyenlerin girdiği yazılı sınav ardından Adalet Bakanlığı’na mensup 5 bürokrat, sınav kazananları mülakata çağırıyor onlara not veriyordu. Bu not sonucu yüzde 20 oranında etkiliyor yani yazılı sınavda çok iyi yanıtlar veren bir genç, bakanlıktakilerin dünya görüşüyle örtüşmeyen bir görüşe sahip olsa da mesleğe girebiliyordu.
Ancak yargı bağımsızlığı için kavga veren Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) bu mülakatı bakanlık bürokratlarının değil, -bir ölçüye kadar- bağımsız olan Hakimler ve Savcılar Birliği’nin yapması gerektiğini ileri sürdü. İlgili yönetmeliğin iptali istemiyle Danıştay’da dava açtı. Danıştay bunun üzerine, Bakanlığın İdari Yargı için 100, Genel Yargı için 500 adayla yapmayı düzenlediği mülakatı durdurdu. Bunun üzerine Bakanlık o zamana kadar yapılmış mülakatların sonuçlarını açıklamaktan vazgeçti. Ama geri adım da atmadı. Hatta hem Danıştay’ın hem de 1995’te Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararları yok saydı.
(Bu arada müjde(!) verelim. Anayasa Mahkemesi yeni bir karar alarak Adalet Bakanlığı’nın görüşünü benimsedi. O da Anayasa Mahkemesi’ndeki son gelişmelerin sonucu bir durum.)
Bakanlık yine de Mülakat komisyonundaki 5 bürokrata biri Danıştay, öteki Yargıtay’dan olmak üzere 2 üyenin daha katılmasını sağlayacak şekilde ilgili Yönetmeliği değiştirdi.
Ama bu da düpedüz yasaya karşı bir hile idi.
Dahası... Avrupa Birliği ile Avrupa Konseyi de konuyla ilgili resmi görüşlerinde, "yargıçların belirlenmesinde siyasi otoritenin rol oynamaması gerektiğini" vurguladılar. Ama AKP’nin gözü o kadar dönmüş olmalı ki, sonunda bir yasa çıkartarak konuyu istedikleri gibi çözmeye karar verdiler.
Şimdi Meclis’te "mülakatın" etkisini üstelik yüzde 50’ye çıkartan yasa görüşülüyor.
Hukuk dünyamız da "yargı bağımsızlığını" mahveden bu cinayeti seyrediyor.
Yazının Devamını Oku