26 Aralık 2007
KİMSENİN altından kalkamayacağı kadar büyük laf etmemesi gerektiğini 9 Nisan 2007 tarihinde söylerken biliyoruz Başbakan Tayyip Erdoğan yerden göğe haklıydı. Bu sözün hedefi de Irak’ın kuzeyindeki bölgenin Başkanı Mesud Barzani’den başkası değildi. Önceki gün Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi ile birlikte düzenledikleri basın toplantısında Mesud Barzani’yi gördük. Türkiye’nin Kuzey Irak’taki Kandil Dağı dahil, PKK yuvalarına yaptığı hava harekatı ardından söyleyebildiği, "Bu olayı şiddetle kınıyoruz. Sivil yerleşim yerleri de bombalandı. Çok sayıda vatandaşımız hayatını kaybetti"den ibaret idi.
Oysa aynı Mesud Barzani’nin özellikle içinde bulunduğumuz 2007’de söyledikleri hálá hafızalardadır. Örneğin Le Monde gazetesinde 16 Şubat 2007 tarihinde yayınlanan demecinde, "Türklerin saldıracağına, sınırı geçeceklerine bile inanmıyorum. Bunun sonuçlarını anlamış olduklarına güvenim var. Bu konuda tavize hazır değiliz ama öyle bir şey olursa çiçeklerle karşılanmazlar" diyordu.
Daha sonra NTV’nin sorularını yanıtlarken 26 Şubat 2007 günü, (Türkiye’nin) "sınırı aşan bir operasyonu(nu) kabul etmemiz ve oturup seyirci kalmamız mümkün değil" demişti.
Türkiye’deki yetkililer bu sözleri yanıt vermeye değer bulmayıp ses çıkarmayınca Barzani, Kerkük’ün statüsüne Türkiye’nin ilgi göstermesini bahane ederek 7 Nisan 2007 günü El Arabiya televizyonuna "Eğer Türkiye Kerkük’e müdahale ederse biz de Diyarbakır’a ve diğer kentlere karışırız" demişti. Hatta o mülakat sırasında gazetecinin "Ancak Kerkük’te Türkmenler var. Türkiye’nin soydaşlarıyla ilgilenmesi..." diyerek bir soru sormak istemesi üzerine sözünü kesip, "Türkiye’de de 30 milyon Kürt var. Ama biz onların işine karışmıyoruz (...) Biz de o zaman Türkiye’deki 30 milyon Kürt için harekete geçeriz" diyecek kadar ölçüyü kaçırmıştı.
Başbakan Erdoğan, yazının başında sözünü ettiğimiz uyarıyı işte bu küstahlık karşısında yapmak gereğini duymuştu. Ama Barzani o sırada "Arkamda koskoca ABD var" diye düşündüğü için bu uyarıya aldırış etmemiş, 11 Nisan 2007 günü lafı yine Kerkük konusuna getirerek, Kasım 2007’de yapılması planlanan referandum sürecinin işlememesi durumunda "kıyametin kopacağını" ilan etmişti.
Kerkük referandumu bilindiği gibi Türkiye’nin isteği doğrultusunda ertelendi. Ama Barzani’nin ne sesi çıktı ne de kıyamet koptu. Tam tersine Kasım ayında -gazete haberlerine göre- Milano’da dinleniyordu.
Barzani kendi kendine gaz vererek bu tür laflara sonra da devam etti. Örneğin 19 Ekim 2007 tarihinde "Türkiye’nin PKK’ya saldırma gerekçesiyle Kürdistan sınırını geçmeye yönelik tutumu" nedeniyle hayrete düştüklerini söyledikten sonra "Bütün taraflara samimi olarak söylüyorum. Eğer bölgeye yahut Kürdistan deneyimine herhangi bir gerekçeyle saldırılırsa, demokratik deneyimimiz, halkımızın onuru ve anayasamızın mukaddesatını savunmaya kesin olarak hazır olacağız" dedi.
Bunun ardından "PKK’yı terör örgütü olarak görmediğini" açıkladı. Sonra yani geçen hafta "Kandil’e bomba Erbil’e sayılır" diye esti savurdu. Ama Kandil bombalanınca sesini kesip yerine oturdu.
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2007
BİRİ 20 yaşında Serkan isimli bir Türk, öteki henüz 17’sindeki Yunanlı Spiridon... İkisi ayıp, hatta serserilik yapmışlar. Kendilerine Münih metro istasyonunda, "Burada sigara içmeyin, yasak!" diye müdahale eden 76 yaşında bir Alman okul müdürünü hastanelik edinceye kadar dövmüşler. Ve sonra güvenlik kameralarının da yardımıyla yakalanıp yargıya sevk edilmişler.
Buraya kadar ne sizin bir diyeceğiniz olacağını sanırız, ne de bizim bir diyeceğimiz var.
Olayın ayrıntılarını veren büyük tirajlı Bild Gazetesi, Türk ve Yunanlı gencin dövmekle kalmayıp bir de "Pis Alman!" diyerek hakaret ettiğini yazıyor.
Elbet bunun da savunulabilir bir tarafı yok. Ama, "Pis Türkler!" diyerek oradaki insanlarımıza her fırsatta hakaret eden Almanlara verilmiş küçük bir karşılık da sayılabilir. Hoş, suç varsa onun da bedelini yargı ödetir...
Diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü bir Alman onu orada bırakacak şekilde eğitilmez. Nitekim Bavyera Eyalet İçişleri Bakanı Joachim Hermann, bu gözlemimizi doğrulamış. "Bizden olana başka, bizden olmayana başka ceza verilebir" noktasından hareket ederek, "Eğer yasalar elverirse, Türk gencini sınırdışı edeceğiz. Öteki AB vatandaşı olduğu için birşey yapamayız" demiş. Sonra devam etmiş:
"Biz insanları bu tür şiddet olaylarına karşı korumalıyız. İki gencin çoktan demir parmaklıklar arkasında olması gerekirdi. Onlara genç oldukları için göz yumamayız."
Onlara genç oldukları için Almanların göz yummaması normal ama Türk adaleti 14 yaşında bir İngiliz kızın Alanya’daki bir otelde zorla ırzına geçtiği iddiasıyla yargılanan Marco W. isimli genci tutukladığı için kötü... Çünkü "bir gencin ufak bir aşk macerasını bu kadar büyütmenin anlamı yok" diyorlardı.
Bu konudaki edepsizlikleri arş-ı alaya (göğün en yüksek katına) çıkınca adaletimizin rikkat (sevecenlik, acıma) dolu yüreği dayanamadı... Marco salıverildi ve Noel’i ailesiyle birlikte geçirmek üzere özel uçakla Almanya’ya gitti. İngiliz kız ise "Türk adaletine güvendiği ile" kaldı.
Marco olayından söz ediyoruz... Bizim resmi makamların "boyun eğmeye", onların da "burun sürttürmeye" şartlandıklarını anlatmak için.
Ama burada asıl mesele, Bavyera İçişleri Bakanının -Hürriyet’in Berlin Temsilcisi Ahmet Külahçı’nın bu konuyla ilgili yazısında ifade ettiği gibi- "Bütün insanlar yasa önünde eşittir"; "Hiç kimse; cinsiyeti, soyu, ırkı, dili, yurdu ve kökeni, inancı, dini ya da siyasi görüşleri nedeniyle mağdur edilemez ya da ayrıcalıklı kılınamaz. Kimse özrü yüzünden mağdur edilemez" diyen Alman Anayasası’nı yok sayıp, "aynı suçu işleyen Yunanlı (veya Avrupa Birliği vatandaşı) ise başka, Türk ise başka işlem yaparız" demesindeki sakatlık, daha doğrusu hukuk tanımazlıktır.
Ehh... Alman Hıristiyan Birlik (CDU/CSU) partilerine mensup Eyalet İçişleri Bakanlarının "Almanya’da yaşayan müslümanlardan, şiddete buşvurmayacaklarına dair yemin almayı" görüşmeye hazırlandıklarına ilişkin haberleri okuyunca, "Serkan’a yapmak istedikleri, doğrusu o kafaya yakışıyor" demez misiniz?
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2007
KENDİSİNİ tanımadığımız, hakkında da bilgi sahibi olmadığımız için yeni Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan hakkında bugüne kadar bir şey yazmadık. Sadece hayli "sosyal" bir kişi olduğunu öğrendik. "İyi bir insan, iyi bir akademisyendir" diyenler de oldu. Biz yine de beklemeyi tercih ettik. Prof. Dr. Özcan göreve atanır atanmaz fazlasıyla hızlı bir çıkış yaptı. "Tüm yasakları kaldıracağından" söz etti.
Maksat belli ki "türban yasağını" kaldırmaktı. Dedik ki, "Henüz yerine alışamadı. Ayrıca hukukçu da olmadığı için ihtimal kendisini ve hatta YÖK’ü aşan bazı gerçekler olduğunu düşünemedi. Örneğin Danıştay, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından verilmiş yargı kararlarını dikkate almak zorunda olduğunu unuttu. Herhalde bunlar karşısına çıkınca hatasını anlar, sözlerini düzeltir."
Yanılmışız.
Başkan tekrar konuştu ama her şeyi daha da berbat etti. Tuttu, merhum Turgut Özal’ın hani "Anayasa’yı bir kere ihlal etmekle bir şey olmaz" vecizesini adeta tekrarladı. Anadolu Ajansı muhabirinin "türbanı yasaklayan mahkeme kararları" ile ilgili görüşünü açıklayarak, "Mahkeme kararını önemli görmezsiniz, herkes rahat eder" dedi.
Sözlerinin ayrıntısı şöyle imiş:
"Anayasa Mahkemesi kararları... Onların savlarını biliyorum. Bunlar, üniversitenin dışında konmuş yasaklardır. Mahkemelerle ilgilidir. Bu bakış meselesidir. Öyle bir kural olabilir. Ama siz onu önemli görmeyebilirsiniz, bir sürü insanı rahat ettirirsiniz. Biz öyle bir sonucun çıkacağını ümit ediyoruz."
Şimdi Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’a, yargı kararlarının sadece sizi, beni, YÖK Başkanı’nı değil, yasama organını bile bağladığını, bunları uygulamamanın suç teşkil edeceğini kim nasıl anlatacak?
Ama anlaşılan yeni başkan hukuktan çok, siyasi iktidarla ilişkilerinden güç almayı aklına koymuş. Nitekim dünkü gazetelerde yayınlanan haberler, kendisinin özellikle Başbakan Tayyip Erdoğan’a yaptığı "nezaket ziyareti"nin o sınırları aştığı, hatta Başbakan Erdoğan’ın yeni başkanı pek benimseyerek, "Aman hocam, (medyaya) bir şey söylersin, ipimizi çekerler" diyerek pek dostane bir uyarıda bulunduğu bildiriliyordu.
Bu, "Sen de bizim takımdansın" anlamına gelir.
Aslında Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan hakkındaki bilgiler, gerçekten "o takımdan" olabileceğini düşündürüyor. Çünkü kendisini YÖK Başkanlığı’na hem Cumhurbaşkanı hem de Başbakan nezdinde ciddi bir itibar sahibi olduğu anlaşılan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun tavsiye etmiş olduğu anlaşılıyor.
Dünkü Hürriyet’te, Davutoğlu’nun, özellikle 1990’lı yıllarda Malezya’daki Uluslararası İslam Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan Türk akademisyenlerin başını çektiği ve onlarla yumuşak bir örgütlenme ilişkisi içinde olduğu bildiriliyordu.
Aferin... Demek ki 1950’lerde İlim Yayma Cemiyeti ile başlatılan, sonra Prof. Dr. Sabahattin Zaim’le ve ardından Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’la, Prof. Dr. Ömer Faruk Batırel’le devam eden "önce devleti ele geçirelim" programı başarıyla uygulanıyor.
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2007
DAHA iki buçuk üç ay önce yaptığımız "Türkiye Malezyalaşır mı?" tartışmasının en son yanıtını tanınmış piyano sanatçımız Fazıl Say verdi:<br><br>"Bizim Türkiye rüyamız öldü. Tüm bakan eşleri türban takıyor. İslamcılar zaten kazandı, biz yüzde 30 onlar yüzde 70. Bizi dışlıyorlar. Çankaya’daki davete bir sürü ıvır zıvır adamları çağırdılar, beni çağırma gereği bile duymadılar. Bu iş böyle devam ederse kızımı da alıp bir başka ülkeye yerleşeceğim."
Bu sözler, sadece Fazıl Say’ın değil, ülkemizin giderek daha koyu bir ortaçağ zihniyeti karanlığına yuvarlandığını gören her insanımızın endişesini yansıtıyor.
Tabii bu endişe sahiplerine Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat gibi de bakıp:
"Kendi topraklarını vatan olarak kabul etmeyen ve bu ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı olmayı zul görenler, bu ülkeden gitme hakkına sahiptirler. Buna saygı göstermek lazım. Diledikleri ülkede yaşayabilirler. Sayın Say da bu özgürlüğe sahiptir, saygı duyar ve çok da fazla üzüntü duymam. Çünkü o da bu şekilde mutlu olur. Her vatandaş eşittir. ’Bir Fazıl Say, 5 Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı eder’ demek değil. Eşi başörtülü vatandaşın da bir hakkı var, bekar Fazıl Say’ın da bir hakkı var" diyebilirsiniz.
Ama o zaman Fazıl Say’larıyla iftihar eden uygar bir ülke olmaktan çıkar, dünyaya sığır çobanı kafasıyla bakan insanların ülkesi olursunuz.
Sayın Dengir Mir Mehmet Fırat’ın dediği gibi, "Tercih sizin!"
Zaten mesele de bu...
Türkiye bugün Fazıl Say’a -ve Fazıl Say’lara- yabancı imiş gibi bakan bir zihniyetle yönetiliyor.
İşin tuhafı aynı zihniyet bu halini görmeyip "Avrupa Birliği’ne üye olma" şampiyonluğuna soyunuyor.
Avrupa Birliği’ne üye olmayı biz de destekliyoruz. Ama söyler misiniz Fazıl Say’a "İllallah!" dedirten bu kafanın samimi olduğuna inanabilir misiniz?
Avrupa Birliği’ne üye olmayı samimiyetle isteyen bir siyasi iradenin "Kurban Bayramını cami avlusunda kutlayalım" diye devlet dairelerine resmi yazı gönderen Kaymakam’a hoşgörüyle bakması söz konusu olabilir mi?
Biraz bekleyin... "Laik devlet" ilkesine aykırı bu yazıyı yazan Kaymakam yakın bir gelecekte terfi edince ne demek istediğimizi anlarsınız.
Zaten bu haberler, iktidar partisinin gözüne girmek isteyenlere verilmiş bir "terfi dilekçesi" etkisi yapıyor. Aksi olsaydı eğitimciler -örneğin okul müdürleri- ilköğretim ve ortaöğretim öğrencilerine türban taktırıp ödül törenine çıkartırlar mıydı?
Bu tür olaylar dikkat ederseniz son zamanlarda çok arttı. Nitekim o zihniyetin en somut temsilcisi olan Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik bile en sonunda isyan edip yetkilileri azarladı.
İyi anımsarız... 1950’de Demokrat Parti iktidara geldikten hemen sonra Türkiye’de aynen böyle bir hava esmiş hatta Ankara’nın göbeğinde ve Anadolu’nun birçok yerinde Atatürk heykelleri saldırıya uğramıştı. O gidişi DP iktidarı "Atatürk’e hakareti özel ve ağırlıklı suç sayan" yasayla önlemişti.
Eğer öyle bir siyasi irade bu gidişe dur demezse biz hangi yüzle Fazıl Say’a dur diyeceğiz?
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2007
BİR süredir tavsamış görünen Anayasa tartışmaları tekrar gündemi işgal etmeye başladı. İyi de oldu. Gerçi sokaktaki insan böyle soyut konularla ilgilenmez. Ama o ilgilenmiyor diye de önemli olan konuları tartışmaktan kaçınmak doğru olmaz.
Son bir-iki ayın Anayasa bağlantılı olaylarını anımsatalım:
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) yönetim kadrosu (bu pratikte Tayyip Erdoğan anlamına gelir) yeni bir Anayasa’yı TBMM’nin yeni yasama döneminin hemen başında Meclis’ten geçirip yürürlüğe koymayı aklına koymuş gibiydi.
Olmadı. Yeni taslağın iyi bir uzman kadrosu tarafından hazırlanmış olduğu görüşü, metnin benimsenmesine yetmedi. Hele bu taslağın;
1- "Laik rejimi koruma" bağlamında çok önemli hükümlerinin -Sevgili Ergun Özbudun’un görüş ve iddiasının aksine- tam tersi sonuçlara zemin hazırlayan seçenekler içermesi, pek çok insanın kimyasını bozdu.
2- Hazırlanma sürecinin katılımcı demokratik anlayışa taban tabana zıt olması olayı tıkadı.
Bunlara bir de taslağın AKP tarafından incelenmesi, tartışılması, benimsenmesi ihtiyacı eklenince konu bugünlere kaldı.
Bu son yani durgun sayılabilecek dönemde belli başlı üç girişim ön plana çıktı. Bunlardan birincisi ve en kapsamlısı, Türkiye Barolar Birliği’nin 2 aylık bir çalışmayla yeni bir "Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Önerisi" üretmesi ve kamuoyuna sunmasıydı.
İlginçtir... "Herkese danışacağız, herkesin görüşünü, önerisini alacağız" diye kamuoyu önünde kaç kere söz veren Başbakan Tayyip Erdoğan, bu yeni taslağı duyunca alenen ve resmen tepki gösterdi. Taslağı "ka’le almaya (dikkate almaya) bile değmez" diyerek dışladı.
Ardından Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) girişimiyle oluşturulan "Anayasa Platformu Çalıştayı" ile Marmara Grubu isimli düşünce platformu tarafından "Anayasa Uzlaşma Platformu"nun ürettiği görüşler yayınlandı.
Önce TOBB’unkinden söz edelim:
TOBB’un çağırdığı 83 sivil toplum ve meslek kuruluşunu temsil eden 250 kişinin toplumsal yapımızı ne ölçüde temsil ettiği belli değildir. Özellikle demokrasinin temel kurumlarından biri olan medya sektörünün sadece Televizyon Yayıncılar Derneği tarafından temsil ediliyor sanılması, bu girişimin alelacele duyulmuş bir ihtiyaca yanıt vermekten başka bir amacı olmadığı izlenimi vermektedir.
Herkesin kabul ettiği bazı doğru ilkeleri "talep" olarak sıralayan Çalıştay bildirisinin asıl tehlikede olan "laik rejimi" koruma konusunda hiçbir talebinin olmaması da çok ilginçtir.
Keza yayınlanan metinden anlaşıldığına göre Çalıştay’a katılanların bu ülkede "yolsuzluk" diye bir sorun olduğundan haberi yoktur veya onu önleyecek Anayasal kriterlere (saydam devlete) ihtiyaç duymamaktadırlar. En güzeli, "kamu çalışanlarına siyaset yapma hakkı" istemektedirler.
Bu açıdan bakınca Anayasa Profesörü Süheyl Batum başkanlığında Marmara Grubu’nun üstlendiği inisiyatif daha temel ilkelere öncelik vermiş görünmektedir. Örneğin "laiklik" orada önemsenmiştir. Yargı bağımsızlığı vurgulanmıştır. Ama asıl mesele konunun tekrar gündeme gelmesidir.
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2007
DÜŞÜNDÜKLERİNİZİ bazen kavramlaştıramıyorsunuz. O yüzden uzun uzun anlatmaya mecbur kalıyorsunuz. Örneğin biz halihazır durumumuzu tanımlarken "Ilımlı İslam Devleti" denebileceğini söylüyorduk. Oysa dün Milliyet Gazetesi yazarı Ece Temelkuran’ın sorunu çözdüğünü gördük.<br><br>Türkiye Cumhuriyeti’ne artık "AKP devleti" diyelim diyordu Temelkuran. Doğru... Hiç değilse kafalardaki tereddütler bitinceye kadar öyle de denebilir.
O zaman, "Türbanım yüzünden beni üniversitede okutmadılar" diye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) gidip de kaybeden meşhur Leyla Şahin’in babası hakkında, dünkü VATAN Gazetesi’nde yayınlanan haber de yerine oturuyor. Özetleyelim:
Leyla Şahin biliyorsunuz bugünkü iktidarın gözünde bir Merve Kavakçı’dır. O yüzden şükran borçlarını, daha geçen seneye kadar Nuruosmaniye Camii’nde imam olan babası Alaeddin Şahin’i en çok 1100 YTL maaşlı bu işten alıp İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin İETT biriminde Müşteriler Daire Başkanı yaparak ödemişler. Üstelik bu zata Yazı İşleri Müdürlüğü, Reklam İşleri Şube Müdürlüğü, Seyahat Kartları Şube Müdürlüğü, Basın Yayın Şube Müdürlüğü ve Halkla İlişkiler Şube Müdürlüğü’nü de bağlamışlar.
Şahin’in maaşı böylece yaklaşık 1000 YTL’den 1800 YTL’ye çıkmış. Ama ek tazminatı da koyunca maaş 2500 YTL olmuş. Bitmedi... Hani Tevfik Fikret’in meşhur "Han-ı yağma" şiirinde anlattıkları var ya... Onun gibi tutmuşlar Sayın Şahin’i Belediye’nin iştiraklerinden İSPARK’ın ve bir de Hamidiye Kaynak Suları’nın Yönetim Kurulu üyeliğine getirmişler. Sonuçta Sayın Şahin’in aylık geliri, 7500 YTL’yi bulmuş.
Bunun örnekleri hiç de az değil. İsteyen eski imamların bugün hangi görevlerde olduğunu kendi çevresinde görebilir.
Temelkuran bu tabloya bakıp "AKP devleti" demeye belki de geç kalmış... Belki de "Isparta AKP İl Başkanı Haydar Kemal Kurt’un ildeki daire müdürlerine yazı gönderip, "AKP iktidarı döneminde son 5 yılda uygulanan ve bitirilen projelerin yanı sıra halen kurumunuzca devam ettirilen proje ve yatırımların yıllara göre ve parasal değerleriyle birlikte, ekteki çizelgeye işlenerek 01.03.2007 tarihinde il başkanlığımızda olacak şekilde tanzim edilerek gönderilmesi hususunda gereğini önemle arz ve rica ederim" dediğine ilişkin haberi görmemiştir. Gecikmesi o yüzdendir.
Bu tek tek örnekleri yazınca sanılıyor ki, abartıyoruz. Oysa bunlar sütunlar değil, klasörler dolduracak kadar çok. Bülent Ecevit’in başbakanlığının son 2.5 yılında 1698 atama yapmasını "Benzeri görülmemiş kadrolaşma" diye eleştiren Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Kasım 2002 ile Aralık 2005 arasında yani 3 yılda tam 4 bin 906 atama yaptığını anımsatırsak, resim daha iyi görülür.
Son seçimin ardından artık devleti istila eder gibi hızlandırılan kadrolaşmayı hepimiz görüyoruz.
Biliyorsunuz Tayyip Erdoğan, kendilerinin atadığı insanların "ehliyetli ve liyakatli" olduklarını söylüyor, "Hiç kimseyi makam, mevki sahibi yapmak için iktidara gelmedik. Biz millete hizmet etmek için iktidara geldik" diyordu.
Bu tayinlere bakınca neyi yaptıklarını anlamak hiç de zor olmuyor.
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2007
KENDİSİNE son Portekiz gezisinde refakat eden gazetecilere Başbakan Tayyip Erdoğan, "Rejim elden gidiyor diyorlar. Rejim niye elden gitsin? Bu hepimizin rejimi, hep beraber koruruz" diyordu. Dediği "rejim"in "laik demokrasi" olduğunu düşünenler için mesele yok. Onu korumak elbet hepimizin görevi. Ama acaba Sayın Başbakan’ın zihninden geçen de o muydu yoksa Türkiye’yi artık "Ilımlı İslam Cuhuriyeti" olarak tanımlayanların sözünü ettiği rejim mi?
Hakkını yemeyelim... Başbakan arada bir "laikliğe" sahip çıkma sözleri de veriyor. Ama maksadının, "1982 Anayasası’nın 24’üncü maddesinin gerekçesinde ifadesini bulan laiklik"le sınırlı olduğunu da saklamıyor.
İşin kötüsü bu gerekçede "laikliğin tanımı" yok. Orada laikliğin bir ayağı olan "din ve vicdan özgürlüğü" var. Laikliğin tanımı ise gerekçede değil, maddenin "laik bir rejimde olmazsa olmazları" sıralayan son fıkrasında var. Ama onu da Başbakan kabul etmiyor. O yüzden de hangi rejimi korumaya söz verdiği anlaşılamıyor.
Bu soruya yanıt ararken Milli Eğitim Bakanı unvanlı Hüseyin Çelik’in önceki akşam bir televizyon programında kendisine sorular yönelten gazetecilere, "Biz din üzerinden siyaset yapmıyoruz, ama kimileri din üzerinden muhalefet yapıp rejimi tehlikede göstermeye çalışıyor" dediğini okuduk.
Madem öyle, Başbakan ile, lafazanlıkta hayli marifetli olan bakanının Türkiye’sine bakalım:
Dünkü gazetelerde Maliye Bakanlığı Konya Vergi Dairesi’nin resmi internet sitesinde, türbanlı bir ilköğretim okulu öğrencisi olan -yani yaşı 15’ten az- kız çocuğu Büşra Yaman’ın ağzından "Vergini ver devletine; haram katma servetine" sözlerinin yayımlandığı bildiriliyordu.
"Haram" ve "helal" birer din kavramıdır. Bunlar o dine inanan için vardır, başka dine inanan veya hiç inanmayan için yoktur. O nedenle Başbakan’ın kendi deyimiyle "her dini inanca eşit mesafede" olan bir devletin resmi dairesinin resmi internet sitesinde bu kavram olmamak gerekir.
Peki burada yapılmak istenen nedir, derseniz, o çok açık... "Dini motifleri günlük yaşamımızda bizlere dayatmak ve yaşamımızın dini kavramlar üzerine oturması gerektiği" mesajını zihin altımıza yerleştirmek. Böylece "din devleti"ne ulaşmak.
Aynen "dini siyasete alet etmediğini" söyleyen Hüseyin Çelik’in sorumluluğundaki ilköğretim okullarında son iki üç yıldır yapılan "Kutlu doğum haftası" kompozisyon yarışmaları gibi.
Devletin resmi okullarının internet sitelerinde öğrencilere "Bu ayı (ramazan ayını) fırsat bilmeli, elden geldiği kadar ibadet etmelidir. Allahü tealanın razı olduğu işler yapılmalıdır" türü yazılarla baskı yapıldığını bu bakan bilmez mi? O istemese oraya koyabilirler mi?
Hasanoğlan Öğretmen Lisesi öğrencilerinin akşamları "zikir evlerine" gitmeye zorlandıklarından, gitmeyenin yüzüne gece uyurken boya sürüldüğünden Çelik’in haberi yok muydu?
Ders kitabında "tarikat" övgüsüne yer veren/verdiren bakan başkası mı?
Sahi bu saygıdeğer büyüklerimiz hangi rejimi korumaktan söz ediyorlar, biliyor musunuz?
Yazının Devamını Oku 11 Aralık 2007
SEFERİHİSAR sahillerinde dün sabah görevliler tam 43 insan cesedi toplamış. Bir önceki gece 15 metrelik bir tekneyle denize açılan 85 kaçak insan, tıpkı öteki hemcinsleri gibi daha iyi, daha müreffeh yaşamak için çıktığı yolculuğu, denizin buz gibi suyu içinde noktalamış. Bunlardan 36’sının akıbeti dün bu satırları yazdığımız dakikaya kadar belli değildi.
Belli değil denmesine bakmayın, balıklar çoktaan didik didik edip kemiklerini denize iade etmiştir.
Bu faciayı öğrenen Seferihisar Kaymakamı’nın aklına nedense 10 Aralık gününün, bundan tam 60 yıl önce Birleşmiş Milletler Teşkilatı Genel Kurulu tarafından kabul edilen "İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi"nin yıldönümüne rastladığı gelmiş.
Sanki "Herkesin yaşama ve kişi özgürlüğü ve güvenliğine hakkı vardır" diyen, "Herkesin, kendisi ve ailesinin sağlık ve gönenci için beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım hakkı vardır" gibi sadece bir kısım insanların yararlandığı hakkı tüm insanlara aitmiş gibi sunan Bildirge’yi anımsamanın zamanıymış gibi.
İhtimal bu çelişkiyi tüm insanlık görmeli istemiş.
Türkiye’ye her fırsatta "insanlık" dersi verenler, özellikle Avrupalılar bu sınavda kaç kere çaktılar, unuttuk mu?
Bosna-Hersek’te 200 bini aşkın Müslüman, Slobodan Miloseviç’in, Radovan Karadziç’in ve Radko Mladiç’in emrindeki katiller tarafından sorgusuz sualsiz öldürülürken iki yıl boyunca ses çıkarmayan Avrupalılar mı bu faciadan utanacaktı?
Demirperde’nin yıkılmasını izleyen yıllarda Arnavutluk’tan İtalya’ya sığınmaya çalışan insanları İtalyan sahil muhafaza tekneleri denizin ortasında batırıp hepsini denize gömdüğü zaman ses çıkaran ve insanlık adına İtalya’ya soru yönelten oldu mu?
Yunanistan sahil muhafaza botlarının Ege’de yakaladıkları kaçakları delik şişme botlara doldurup denizin ortasında kaderlerine terk ettiğine ilişkin haberlere kim tepki gösterdi ki, bu 53 ölü şimdi dikkatleri çeksin?
O değil ama 13 yaşında bir İngiliz kızının ırzına geçtiği için Alanya’da yargılanan 17 yaşındaki Alman genci Marko Weiss’in tutukluluk halinin devam etmesi mesele olur. Hatta dünkü Washington Post’ta ifade edildiği gibi, bu konunun "Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği önünde bir engel teşkil ettiği" dahi ileri sürülebilir. Nitekim Almanya’da iktidardaki Hıristiyan Demokrat’ların Grup Başkanı Volker Kauder’in "Türkiye eğer genç adamı serbest bırakmazsa AB üyeliğinden uzaklaşır" diyecek kadar küstahlaşması bile makul görülür.
Çünkü "Batılı" dostlarımızın (!?) her şeyi çok kıymetlidir. Onlar her zaman haklıdır. Sadece onların canı tatlıdır. Yukarıda sözünü ettiğimiz İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ndekiler başta olmak tüm kurallar, onların çıkarlarını korumaya yarar. Bir konu eğer onların ilgisine hitap etmiyorsa, önemsizdir. Örneğin Balfour’da, Ruanda’da yüz binlerce insanın soykırımdan geçirilmesi, önlenmesi gereken bir facia değil, iki sütunluk bir haberdir. O kadar.
Yazının Devamını Oku