Cemal Kaşıkçı Suudi Arabistanlı bir gazeteci idi. Suudi Arabistan’daki mevcut rejime karşıtlığıyla tanınıyordu. Bir işlem için geldiği Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda korku filmlerini andıran bir şekilde öldürüldü. Olayın Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu içinde olması, cinayetin diplomatik pasaport taşıyan kişilerce işlenmesi, Suudi Arabistan Başkonsolosunun olaya karışması, Kaşıkçı’nın cesedinin daha sonra Başkonsolosun evinde ortadan kaldırıldığı iddiası dikkatleri kaçınılmaz olarak Diplomatik Misyonların dokunulmazlığı konusu üzerine topladı.
Türk polisinin Suudi Arabistan hükümetinden izin almadan Başkonsolosluk binasına ve Başkonsolosun evine girememesi, Suudi Arabistan Başkonsolosluğuna ait araçlarda arama yapamaması dikkat çekti, ilgi uyandırdı. Bu izinlerin geç gelmesi nedeniyle Başkonsolosluk çalışanlarının bazı cinayet delillerini ortadan kaldırabildikleri eleştirileri yapıldı.
Julian Assange Avusturalyalı bir gazeteci. WikiLeaks adlı bir internet şirketinin kurucusu. WikiLeaks 2010 yılında ABD Dışişleri Bakanlığı’na ait birçok belgeyi ele geçirerek, internet üzerinden yayınlaması ile hatırlanıyor. Assange 2012 yılında İngiliz polisi tarafından tutuklanmamak için Londra’daki Ekvator Büyükelçiliğine sığındı. Ekvator, Assange’a diplomatik sığınma hakkı tanıdı.
İngiliz polisinin Büyükelçiliğe girerek tutuklayamadığı Assange 2012 yılı Haziran ayından bu yılın Nisan ayına kadar 7 yıl kadar Londra’daki Ekvator Büyükelçiliği’nde yaşadı. Assange Büyükelçilik binası dışına çıkamadı, ancak İngiliz polisi de Büyükelçiliğe girerek kendisini gözaltına alamadı. Geçen ay ancak Ekvator’un diplomatik sığınma hakkını kaldırmasından ve izin vermesinden sonra, İngiliz polisinin Büyükelçilik binasına girerek Assange’ı tutuklama resim ve videoları bütün Dünya’nın ilgisini çekti.
Leopoldo Lopez Venezuelalı bir politikacı. Cumhurbaşkanı Maduro’ya muhalefetiyle biliniyor ve ev hapsinde tutuluyordu. Geçen hafta Venezuela’da Başkan Maduro yönetimine karşı yapılan darbe girişimine katıldı. Darbenin başarısız olması üzerine başkent Karakas’daki İspanya Büyükelçiliğine sığındı. Lopez’ın İspanya’dan siyasi sığınma hakkı isteyip istemediği çok açık değil.
Ancak İspanya Hükümeti Lopez’in Venezuela polisine teslim edilmeyeceğini, polise Lopez’ı gözaltına almak için Büyükelçiliğe girmesine izin verilmeyeceğini açıklamış durumda. Yani Lopez Büyükelçilik binası dışına çıkamıyor, Venezuela makamları da Lopez’ı gözaltına almak için (İspanya’nın izni olmadığından) Büyükelçiliğe giremiyor.
Büyükelçilik ve Başkonsolosluk binalarına girilememesi, buralarda arama yapılamaması “Diplomatik Dokunulmazlıklar” arasında en önemli olanlar arasında. Diğer bir deyişle uluslararası hukuka göre diplomatik misyon binaları “gönderen” ülkenin toprağı sayılıyor ve “kabul eden” ülkenin bu binalarda yetki kullanması “gönderen” ülkenin açık iznine bağlı. Bu durum Büyükelçilik ve Başkonsolosluk araçları için de geçerli. Bu araçlara kolaylıkla tanınmaları için “kabul eden” ülke tarafından farklı plaka veriliyor.
Diplomatik Misyonların faydalandığı bağışıklık ve ayrıcalıklar bulundukları ülkenin güvenlik güçlerinin yetki alanı dışında kalmalarıyla da sınırlı değil. Diplomatik misyon binaları ve araçları için “gönderen” ülkenin vergi ödenmemesi gibi hususlar da bağışıklık ve ayrıcalıklar arasında. Vergi muafiyetleri bina ve araç vergileri dışında mal alımlarında da geçerli olabiliyor. Büyükelçiliklerin haberleşme ve ulaşım alanında da ayrıcalıkları var.
Kısa bir süre önce Türkiye Dışişleri, Savunma, Maliye ve Hazine ile Ticaret Bakanları ABD’yi ziyaret etmişlerdi. Başkan Trump’ın, pek de mutat olmamasına rağmen, Türkiye Maliye ve Hazine Bakanı’nı kabul edip görüşmesi dikkatleri toplanmış, ilgi çekmiş, konuşulmuştu. Geçen hafta ise ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Büyükelçi James Jeffrey Ankara’daydı.
Esasen bir müddetten beri iki başkentten gelen işaretler Ankara ile Vaşington’un Başkan Trump’ın muhtemel bir Türkiye ziyaretini görüştüğüne işaret ediyordu. Geçen hafta bu ziyaretle ilgili haberler basın-yayın organlarında da verilmeye başlandı. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Trump’ın Türkiye ziyaretinin tarihinin henüz tespit edilmediğini açıkladı.
Trump’ın Temmuz ayında Avrupa’ya (İngiltere ve Fransa’ya) yapacağı bir ziyarettin ayağı olarak Türkiye’ye gelebileceği anlaşılıyor. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, Başkan Trump’ın “geniş ve kapsamlı” bir ziyaret için Türkiye’ye gelmek istediğini, Ankara ile Vaşington arasında ziyaretle ilgili görüşmelerin devam ettiğini ifade etti.
Başkan Trump’ın Türkiye’ye yapacağı “başarılı” bir ziyaretin Türkiye-ABD ilişkilerini olumlu şekilde etkileyeceği, Ankara ile Vaşington arasındaki “güven” ortamının yeniden güçlendirilmesine katkı yapacağı açık. Baktığımızda son dönemdeki ABD Başkanlarının hepsinin Türkiye’yi ziyaret ettikleri görülüyor. Bu Başkanlar arasında Obama, oğul Bush, Clinton ve baba Bush da bulunuyor.
Başkan Clinton’un Marmara Depreminden hemen sonra Türkiye’ye yaptığı ziyaretin, Türkiye’de yarattığı çok olumlu etkiler, bu ziyaretin Türkiye’de ABD’ye bakışı son derece olumlu şekilde etkilediği hatırlanıyor. Başkan Obama’nın İstanbul’da yaptığı konuşmanın sadece ABD’nin Türkiye ile ilişkilerini değil, ABD’nin tüm İslam Dünyası ile ilişkilerini etkilemeyi amaçladığı da hatırlarda.
Doğal olarak Başkan Trump’ın bu yıl içinde Türkiye’ye yapmayı düşündüğü ve üzerinde çalışılan bu ziyaretin ABD’nin Türkiye ile bütün sorunlarını çözeceğini düşünmek de yanlış. Türkiye ile ABD arasında ciddi sorunlar, anlaşmazlık noktaları olduğu biliniyor. Ancak mevcut bağların iki ülke için de önemli olduğu, Ankara ile Vaşington arasında olumlu bir gündem yaratma yönünde ciddi bir çalışma, iki ülke arasında sorunları diplomasi ve görüşmeler yoluyla çözme konusunda doğru yönde ilerleyen bir gayret olduğu da açık.
ABD Suriye Özel Temsilcisi Büyükelçi Jeffrey’in Türkiye temaslarının da olumlu geçtiği ve ilerleme sağlandığı anlaşılıyor. Büyükelçi Jeffrey Türkiye’de bulunduğu sırada Suriye konusunu tüm yönleriyle Savunma Bakanı Hulusi Akar, Dışişleri Bakan Yardımcısı Sedat Önal ve Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın ile görüştü.
Suriye, Türk dış politikasının en önemli ve öncelikli konusu ve Ankara, Menbiç Mutabakatının uygulanmasını, Türkiye-Suriye sınırı boyunca (Fırat Nehrinden Irak sınırına kadar) Suriye içinde “Güvenli Bölge” kurulması konularında çözümü ve Vaşington’un Türk tutumuna yaklaşmasını bekliyor. “Güvenli Bölgenin” büyüklüğü, bu bölgede kimin kontrolü elinde tutacağı konusunda Ankara ile Vaşington’un tutumları arasında olan farklılıkların daraldığı, bir anlaşmaya yaklaşıldığı ortaya çıkıyor.
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu Bağdat’ta iken Irak Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Meclis Başkanı ile görüştü, Iraklı karşıtı Muhammed El Hakim ile baş başa ve heyetler halinde toplantılar gerçekleştirdi. Bağdat dışında güney Irak’ta Basra, kuzey Irak’ta Erbil şehirlerini ziyaret etti.
Irak’ta siyaset ülkedeki etnik ve mezhep ayrılıkları üzerine oturtulan bir yapı üzerinden yürütülüyor. Cumhurbaşkanı Kürt, Başbakan Şii Arap, Meclis Başkanı ise Sünni Arap kesimden geliyor. Irak Meclisi’ndeki partiler de büyük ölçüde bu etnik ve mezhepsel bölünmüşlük yapısı üzerine oturmuş durumda ve farklı etnik ve mezhep gruplarını temsil ediyorlar. ABD işgali sırasında yapılan 2005 Irak Anayasası ülkeye Araplarla Kürtler arasında kurulan federal bir sistemi getirmiş.
Irak toplumu dini ve etnik temelde bölündüğü gibi, ana grupları oluşturan Şii ve Sünni Araplar, Kürtler ve Şii ve Sünni Türkmenler de kendi aralarında bölünmüş bir görünüm veriyorlar. Ülkede Şii ve Sünni Arapları, Kürtleri temsil eden farklı parti ve siyasi kuruluşlar, farklı liderler bulunuyor. Türkmenler de bu bölünmüşlükten paylarını almış durumda.
Bu çerçevede Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun Irak’taki görüşme programını geniş tutması, Bağdat dışında Şii bölgesindeki Basra ve Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) idari merkezi Erbil’i ziyaret etmesi önem taşıyor. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun Irak ziyaretinin olumlu geçtiği anlaşılıyor. Bu sene içinde ilk önce (yürütme yetkisini elinde bulunduran) Irak Başbakanı Adil Abdülmehdi’nin Türkiye, daha sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Irak ziyaretlerinin planlandığı ortaya çıkıyor. Irak Cumhurbaşkanı Bahram Salih bu yıl Ocak ayı başında Ankara’yı ziyaret etmişti.
Türkiye’nin Irak’la ilişkilerini bu ülkede 2 yeni Başkonsolosluk açarak genişletmek istediği açıklanmış durumda. Bu yeni Başkonsoloslukların Necef ve Kerkük’te açılmak istendiği, konunun Çavuşoğlu-El Hakim görüşmelerinde ele alındığı, Irak tarafının Necef’e şimdiden izin verdiği ortaya çıkıyor. Türkiye açısından Kerkük’te Başkonsolosluk açılması ayrıca önem taşıyor.
Türkiye’nin Irak’da daha önce açtığı, ancak daha sonra geçici olarak kapatmak zorunda kaldığı Musul ve Basra Başkonsolosluklarını kısa sürede yeniden faaliyete geçireceği görülüyor. Türkiye’nin IKBY Bölgesindeki Erbil ve Süleymaniye şehirlerinde de Başkonsoloslukları var. Yeni 2 Başkonsolosluğun açılması halinde Irak’taki Türkiye Başkonsolosluklarının sayısı 6’ya çıkmış olacak. Bu durumu Ankara’nın Irak’la siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkilere verdiği önemin bir göstergesi olarak görmek gerekiyor.
Irak, Türkiye açısından önemli bir ekonomik ortak durumunda bulunuyor. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 10 milyar doları aşmış vaziyette. Ancak 2013 yılında Türkiye-Irak ticaret hacminin 16 milyar doları geçtiği, iki ülkenin tekrar bu rakama ulaşmak istendiği biliniyor. Türkiye Irak’la 2. bir sınır kapısını açmaya çalışıyor. Ovaköy Sınır Kapısı’nın Habur’un 15 km kadar batısında açılması planlanıyor. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun Bağdat ve Erbil görüşmelerinin gündeminde bu sınır kapısının da bulunduğu, Erbil’in bu yeni sınır kapısı konusundaki tereddütlerinin ortadan kaldırılmaya çalışıldığı görülüyor.
Türkiye ile Irak arasındaki görüşmelerin gündeminde en ön sırada yer alan bir konu da terörizm konusunda yapılan işbirliğinin arttırılması. Bu işbirliği PKK ve DEAŞ gibi terör örgütlerini kapsıyor. PKK’nin Kandil’den sonra şimdi de Sincar bölgesinde yerleşmemesi Ankara açısından büyük önem taşıyor.
Yeni Zelanda ile karşılaştırıldığında Sri Lanka iç “şiddete” çok yabancı bir ülke değil. Sri Lanka’da yıkıcı bir iç savaş daha yeni, 2009 yılında bitmiş. Buna rağmen ülkede, etnik ve dini farklılıklar üzerinden şiddet hareketleri ve çatışmaların, aşırılıkların çok yakın bir geçmişte de sürdürülmeye çalışıldığı izleniyor.
Daha önce 1970’lı yıllara kadar Seylan adıyla bilinen, Sri Lanka’nın zengin tarihi ve tabii güzellikleriyle tanındığını, Seylan adının bile akıllara hayaller ülkesi Şangri-La’yi getirdiği dönemler öyle çok uzaklarda da değil. Tanınmış yazar James Hilton’un “Yitik Ufuklar” romanındaki hayaller ülkesi Şangri-La’yı Himalaya Dağları’nı düşünerek yazdığı anlaşılıyor. Ancak, Seylan’ın da bu hayaller ülkesine uyan özelliklere, çarpıcı egzotik güzelliklere sahip olduğu ortada.
Bu güzel ülkeye Batılı kolonyalist ülkelerin ilgisi de erken dönemlerde 16. yüzyılda başlamış. Portekizlilerden sonra İngilizler Seylan’la ilgilenmiş. Seylan 19. yüzyılın başında İngiliz İmparatorluğu’nun doğrudan kontrolüne girmiş, ada 1815-1948 yılları arasında doğrudan İngiltere İmparatorluğu’nun yönetimi altında kalmış. Seylan’ın bağımsızlığını tekrar kazandığı tarih ise 1948. Seylan 1972 yılından bu yana da Sri Lanka adını kullanıyor, bu isimle tanınıyor.
Hindistan’ın hemen güneyinde, Hint Okyanusu’nun kuzeyinde yer alan bir ada ülkesi olan Sri Lanka’nın büyüklüğü 65,6 bin km2, nüfusu ise 20 milyon. Üç bin yılı aşan zengin tarihi, arkeolojik ve doğal güzellikleriyle Şangri-La hayaller ülkesini çağrıştırmasına rağmen, Sri Lanka’nın nüfusu etnik ve dini olarak çok bölünmüş ve Sri Lanka halkı bir arada, farklılıklara ve çoğulculuğa saygı içinde yaşama konusunda çok da başarılı değil.
Ülke nüfusunun çoğunluğunu %74 ile Sinhalalar oluşturuyor. Diğer büyük etnik grup ise %14 ile Tamiller. Sinhalaların çoğunluğu Budist, Tamillerin çoğunluğu ise Hindu. Tamiller ülkenin kuzey ve doğu sahillerinde yaşıyor. Tamillerin Sri Lanka’dan ayrılmak için mücadele ettikleri, Tamil Ealam adı verilen bağımsız bir ülke oluşturmak amacıyla başlatılan mücadelenin Sri Lanka’yı 1982-2009 yılları arasında kanlı bir iç savaşa sürüklendiği, bu iç savaşta verilen kaybın 40 ila 100 bin arasında olduğu, iç savaşın başlamasında ve bitirilmesinde komşu Hindistan’ın rolü hatırlanıyor.
Sri Lanka nüfusunun dini temelde bölünmesi de ilginç. Ülke nüfusunun %70’ı Budist, %12’si Hindu, %10’a yakını Müslüman ve %7,4’ü Hıristiyan. Ülkede Sinhalalar ile Tamiller arasında yaşanan yıkıcı iç savaşın bitmesine rağmen Sri Lanka’da 4 büyük dini grup arasında sürtüşmeler, zaman zaman patlak veren şiddet hareketleri devam ediyor. Ülkede Müslümanlık Araplarla, Hıristiyanlık ise Portekizlilerle geçmişte yapılan temaslar sonucu yayılmış ve kök tutmuş. Müslümanların çoğunluğunun Sünni, Hıristiyanların ise Katolik olduğu biliniyor.
Çoğunluktaki Budist grupların geçmişte Müslüman ve Hıristiyan azınlığı rahatsız ettiği ve baskı altında tuttuğu, bu durumun şiddet hareketlerine döndüğü görülüyor. Sri Lanka’dan ilk terörist saldırı haberleri geldiğinde bazı gözlemcilerin bu saldırıların da Sri Lanka dini grupları arasındaki çatışmalardan kaynaklanabileceği yönündeki ilk tepkisinin temelinde de bu durum yatmaktadır.
Ancak daha sonra ortaya çıkan tablo Sri Lanka’daki terörist saldırıların DEAŞ’la ilgili olduğunu ortaya çıkartmaktadır. Sri Lanka makamlarının saldırıları yerel bir terörist örgütün (Ulusal Tevhid Cemaati) DEAŞ ile işbirliği içinde gerçekleştirdiği görüşünde olduğu anlaşılmaktadır. Üç şehirde (Kolombo, Batticaloa ve Katana) kilise ve otelleri hedef alan 8 saldırıda 300 ‘den fazla kişi hayatını kaybetmiş, 700’ den fazla kişi yaralanmıştır. Hayatını kaybedenler arasında 2’si Türk olmak üzere çok sayıda yabancı ülke vatandaşı da bulunmaktadır.
Başkan Trump’ın geçen hafta hedef aldığı “muhalif” bir isim 2018 seçimlerinde ABD Kongresi’ne giren iki Müslüman kadından biri olan İlhan Omar’dı. Başkan Trump, Omar’ın bir konuşmasında “birileri bir şeyler yaptı, biz hürriyetlerimizi kaybettik” şeklinde sarf ettiği sözleri ABD’de meydana gelen 11 Eylül 2001 terörist saldırılarıyla ilişkilendirerek, doğrudan Omar’ı hedef aldı ve Omar aleyhine bir kampanya başlatılmasını sağladı.
Başkan Trump’ın doğrudan Omar’ı hedef almasının genç kadın milletvekiline yönelik saldırıları arttırma tehlikesini doğurması ABD’de birçok kişiyi rahatsız eden bir boyut kazandı. İlhan Omar zaten ABD Temsilciler Meclisi’ne seçildiğinden beri aşırı sağcı ve evangelist grupların hedefi haline getirilmiş, Omar’a yönelik tehditlerde son dönemlerde artış görülmüştü.
Temsilciler Meclisi’nde yürüttüğü Trump politikaları aleyhindeki tutum, Trump’ın seyahat ve vize yasaklarına ve dış politikasına karşı çıkması, özellikle Trump’ın Filistin politikalarını eleştirmesi bir müddetten beri dikkatlerin İlhan Omar üzerinde toplanmasına sebep olmuştu. Omar’ın “anti-semitizmle” suçlanması da ABD basın yayın organlarının ilgisini esasen bir müddetten beri bu Müslüman kadın milletvekili üzerine çekmekteydi.
Bakıldığında İlhan Omar’ı ABD Temsilciler Meclisi’nde milletvekilliğine kadar götüren geçmişi bir başarı hikayesi olarak ortaya çıkmaktadır. Omar, Somali asıllı bir Amerikalıdır. Omar 1981 yılında Somali’de doğmuş, ailesiyle birlikte ABD’ne gelmeden önce Somali-Kenya sınırında bir sığınmacı kampında 4 yıl kadar yaşamış, daha sonra ailesiyle birlikte 1992 yılında ABD’ye gelmiş, 1995 yılında ABD’den iltica hakkı istemiş, 2000 yılında da daha 17 yaşındayken ABD vatandaşlığını kazanmıştır.
Omar, ABD’de Üniversite tahsilini tamamlamış, 2016 yılında Minnesota Eyalet Meclisi’ne girmiş, 2018 yılı Kasım ayında yapılan seçimlerde de Cumhuriyetçi Partiden olan rakibini büyük bir farkla yenerek Minnesota Eyaletinden ABD Kongresine seçilen milletvekilleri arasında yer almış, ABD Temsilciler Meclisi’ne giren ilk Somali asıllı Müslüman kadın milletvekili unvanını kazanmıştır. Türk kamuoyu İlhan Omar’ı 2017 yılında New York’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan’la yaptığı görüşmeden de hatırlamaktadır.
İlhan Omar, halen Kongre’nin Temsilciler Meclisi kanadında Demokrat Parti adına 3 komitede görev görmektedir. Bunlar İş ve Eğitim, Bütçe ve Dış İlişkiler Komiteleridir. Omar’ın 47 üyeli Dış ilişkiler Komitesi’nde gösterdiği faal tutum dikkatleri çekmiş, Omar ile Başkan Trump’ın Venezuela Özel Temsilcisi Eliott Abrams arasında geçen konuşmalar ve Omar’ın Abrams’a yönelttiği suçlamalar ABD basın-yayın organlarında epey konuşulmuştur.
İlhan Omar’ın önde gelen Amerikan Yahudi lobi kuruluşlarıyla da arasında bazı sorunlar yaşanmış, Omar’a anti-semitizm suçlamaları yöneltilmiştir. ABD’de anti-semitizm suçlamaları çok hassas bir konu olup, zaman zaman İsrail ve İsrail’in politikalarına yönelik eleştirilerin engellenmesi için de kullanıldığı bilinmektedir. Bu çerçevede ABD’de anti-semitizm ile İsrail’i ve ABD’nin İsrail politikalarını eleştirmek arasındaki çizgi kolaylıkla kaybolabilen, siyasetçiler için tehlikeli olabilecek bir durumu ortaya çıkartmaktadır.
Esasen Omar’a yönelik arttırılmaya çalışılan tepkinin arka planında ABD Kongresi’nde çok etkili olduğu bilinen etnik lobilerin bulunup bulunmadığı, ABD’de bazı çevrelerin Omar gibi milletvekilleri ağzından ses bulan alternatif görüş ve yeni akımlardan rahatsız olup olmadıkları da üzerinde durulması gereken bir durumdur. ABD’de nüfusları 7 milyonu geçtiği bilinen Müslüman grupların niye etkili bir lobi faaliyeti yürütemedikleri birçok kişinin daha önce de sıklıkla dile getirdiği bir sorudur.
İsrail’de Büyükelçi olarak görevli olduğum dönemde Kudüs’le ilgili turistik bir kitabı okuyordum. Burada “David Kulesi” olarak tanıtılan bir yapıt dikkatimi çekti. Kitapta bu “kule” Kudüs’ün simgesi olarak gösteriliyordu. Daha sonra bu yapının Osmanlı döneminden eski şehri çevreleyen surlarda yapılan bir caminin minaresi olduğunu öğrendim.
Eski şehri çevreleyen ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlılar tarafından inşa edilen surlar ve eski şehre giriş kapıları bugün de Kudüs’e büyük bir güzellik katmakta, şehrin 3 semavi din için de önemli kutsal olan tarihi geçmişini ilk bakışta gözler önüne sermektedir. Surlarla çevrili eski şehrin Hıristiyan, Ermeni, Yahudi ve Müslüman bölümlerinde yapılacak bir gezi Osmanlı döneminden günümüze kalan birçok eseri gözler önüne sermekte, aynı zamanda üç semavi dinin barış içinde bir arada yaşadığı bir dönemi de hatırlara getirmektedir.
Kudüs şehri geçmişte birçok yönetim altında kalmış, 1915-1917 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu tarafından yönetilmiş, şehrin yönetimi 1917 yılında 1. Dünya Savaşı sırasında İngiltere’ye geçmiştir. Kudüs 1917-1948 yılları arasında Filistin’deki İngiliz manda idaresinin bir parçası olmuş, 1948 Yahudi-Arap Savaşı sırasında ikiye bölünmüş, şehrin daha yeni modern Batı kısmı İsrail, Haram-i Şerif’in de içinde bulunduğu eski şehir (Doğu Kudüs) ise Ürdün yönetimi altına girmiştir.
Filistin sorunu Siyonist hareketin Avrupa’da başladığı, Siyonistlerin Filistin’de bir Yahudi Devleti kurmak için harekete geçtikleri 19. yüzyıldan beri devam etmektedir. İngiltere’nin Filistin sorununu 2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra yeni kurulan Birleşmiş Milletler (BM) Örgütü’ne götürme kararının temelinde Filistin topraklarının bölünmesi ve bu topraklarda bir Yahudi Devleti kurulmasının amaçlandığına şüphe yoktur.
İngiltere tarafından beklendiği gibi, BM tarafından oluşturulan Komite Filistin topraklarının Yahudi ve Arap Devletlerine bölünmesi kararını almış, bu karar daha sonra BM Genel Kurulu’nda oylanarak kabul edilmiş, Yahudiler tarafından kabul, Araplar tarafından reddedilmiştir. BM Filistin topraklarını taksim planı ve kararı Kudüs ve çevresini uluslararası bir yönetim altına koymuş, Kudüs şehrinin BM tarafından yönetilmesini öngörmüştür.
1947 BM Taksim Planı’nın Filistinli Araplar ve Filistin’in Arap komşuları (Mısır, Ürdün ve Suriye) tarafından reddedilmesi üzerine ilk Yahudi-Arap Savaşı patlak vermiş, 1948 yılı Mayıs ayında İsrail Devleti ilan edilmiştir. 1948-1949 İsrail-Arap Savaşı Filistinli Araplar için sonuçları bugüne kadar gelen büyük bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
1947 BM Taksim Planı Filistin topraklarını Araplar ve Yahudiler arasında % 43 / % 56 oranında bölerken, 1948-1949 Savaşı sonrasında İsrail Filistin topraklarının büyük bölümünü ele geçirmiş, BM Taksim Planı’nda Araplara ayrılan toprakların büyük bölümü İsrail’in eline geçmiş, bu bölgelerde yaşayan 700 bin civarındaki Filistinli Arap evlerinden kaçmak zorunda kalmıştır. BM Taksim Planı’nda Arap Devletine ayrılan Batı Şeria Ürdün, Gazze ise Mısır yönetimi altına geçmiştir.
İsrail Devleti’nin kurulduğu topraklardan kaçmak zorunda kalan 700 bin Filistinli ya Batı Şeria ve Gazze’de yerleşmiş, ya da Filistin’in komşusu Arap ülkelerine giderek bu ülkelerde kurulan kamplarda sığınmacı durumuna düşmüştür. Bugün Dünya’daki Filistinli Arap sığınmacıların sayısının 7 milyonun üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. Bu Filistinli sığınmacıların 4,3 milyon kadarı 1948-49 Savaşı sonucu kurulan İsrail Devleti topraklarından kaçmak zorunda kalanların devamı olup, BM Filistin Mültecilerine Yardım Ajansı (UNWRA) tarafından kurulan kamplarda yaşamaktadır.
Kremlin Sözcüsü Peskov, Türkiye’nin S-400’ler konusundaki tutumunu övdü, “bağımsız ve kendi başına hareket edebilen ülke sayısı parmakla sayılacak kadar az. Rusya ve Türkiye bu ülkeler kategorisine giriyor ” ifadelerini kullandı. Dmitri Peskov’un Rusya Devlet Başkanı Putin’e yakın olduğu biliniyor. Petrov’un ifadeleri Moskova’nın Ankara-Vaşington arasındaki sorunları çok yakından izlediğini gösteriyor.
Ankara ise Vaşington’la olan sorunlarını diyalog ve “müttefiklik ilişkileri” temelinde çözmeye gayret ediyor. Ankara’nın Vaşington’dan gelen yaptırım ve tehdit içeren tutum ve ifadelerden son derece rahatsız olduğu açık.
Dış politika açısından bakıldığında Türkiye-ABD ilişkileri bakımından 2 konu ön plana çıkıyor. Vaşington’un Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma füze sistemi alması ile Türkiye’nin ABD’nin F-35 uçakları programına katılımı arasında doğrudan bağ kurmaya çalışmasının Ankara’da endişe ve sıkıntı yarattığı ortada.
Ankara çok açık bir şekilde ilk başta Batı’nın tutumunun Türkiye’yi hava savunma sistemi ihtiyacını karşılamak için Rusya’ya yönelttiğini, gelinen mevcut aşamada Türkiye’nin S-400 alımından artık vaz geçmesi imkanı bulunmadığını ortaya koyuyor. Bununla beraber Ankara, ABD’nin (S-400’ler ile F-35’lerin aynı ülkede konuşlandırılması konusunda) teknik bazı endişeleri varsa bunları konuşmaya açık olduğunu, bu konuda teknik bir heyet oluşturulabileceğini ve Vaşington’un endişelerinin ortadan kaldırılabileceğini de ifade ediyor.
Ankara, F-35 savaş uçakları konusunda ise Türkiye’nin üzerine düşen bütün sorumlulukları yerine getirdiğini, F-35’lerin Türkiye’ye teslim programının tespit edildiği şekilde devam etmesi gerektiğini, Türkiye’nin F-35 programına katılımının ve parça üretmesinin ise programın lehine olduğunu belirtiyor. Ankara, ABD’den konuyla ilgili tüm taahhüt ve sorumluluklarına bağlı kalmasını ve S-400’lerle F-35 uçakları konuları arasında suni ve gereksiz bir bağ kurmamasını istiyor.
Türkiye-ABD ilişkilerini geren diğer dış politika konusu Suriye olmaya devam ediyor. DEAŞ’ın yenilmesine rağmen Vaşington’un PYD/YPG’ye desteğinin sürdürülmesi Ankara’daki tedirginliği arttırıyor. Vaşington’daki PYD/YPG’yi “koruma içgüdüsünün” amacının ne olduğu konusundaki soru işaretleri giderek büyüyor. Vaşington’un Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve siyasi birliğini hedef aldığı yönündeki endişeler (Suriye konusuyla ilgilenen) bütün bölgesel ve küresel başkentlerde var.
Bırakın Başkan Trump’ın kendisinin açıkladığı Suriye’den çekileceğiz sözünün hala uygulanmamış olduğunu, Vaşington’un Münbiç Mutabakatını bile bir seneden uzun bir süreden beri hala hayata geçirmemesi, Vaşington’un Suriye bağlamında ne söylediğinin de fazla bir kıymeti kalmadığı inancını giderek yaygınlaştırıyor.
Buna karşılık Ankara, Vaşington’la Suriye konusundaki diyalog ve görüşmelerini sürdürmeye devam ediyor. Bu konuda ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’in ifadeleri de oldukça olumlu ve en azından bazı konularda sonuç alınabileceğine işaret ediyor. Büyükelçi Jeffrey, ABD’nin Ankara’nın PYD/YPG konusundaki endişe ve tutumunu anladıkları ve hak verdikleri izlenimini veriyor; Jeffrey’in ifadelerinden Türkiye-Suriye sınırında “Güvenli Bölge” kurulması müzakerelerinin devam ettiği ve Vaşington ile Ankara’nın PYD/PYG’nin içinde bulunmadığı bir “Güvenli Bölge” kurulmasını konuştukları ortaya çıkıyor.
Esasen eski Genel Kurmay Başkanı Benny Gantz’in Mavi Beyaz ve Başbakan Netanyahu’nun Likud Partisi arasındaki oy farkı çok küçük. Likud % 30, Mavi Beyaz Partisi ise % 29,2 oranında oy almış görünüyor. Buna göre Mavi Beyaz Partisi İsrail Parlamentosu’nda (Knesset) 35 sandalye çıkartıyor.
Başbakan Netanyahu’yu esas memnun eden ise Knesset’deki genel görünüm. %3.25 barajını aşarak Knesset’te temsil edilme hakkını alan 11 parti var. Bunlardan 2’si blok halinde (Hadaş-Taal ile Ra’am ve Balad) Arap asıllı İsraillileri temsil ediyor. Arapların Knesset’te toplam 10 milletvekili var. Likud ve Mavi Beyaz dışında Knesset’e giren diğer 7 partiden 2si aşırı dinci, 2’si aşırı milliyetçi, 2’si ortanın solunda, biri ise merkezde olarak gösteriliyor.
İki aşırı Yahudi dinci partinin toplam 15, iki aşırı Yahudi milliyetçi partinin toplam 10, merkezde sayılan partinin 4 milletvekili bulunuyor. Başbakan Netanyahu dinci ve aşırı milliyetçi partileri “doğal” koalisyon ortağı olarak görüyor. Netanyahu bu partilerle bir koalisyon hükümeti kurmayı planlıyor. Netanyahu’nun Likud Partisi ile aşırı dinci ve milliyetçi diğer 4 küçük Yahudi partisinin Knesset’teki toplam sandalye sayısı 61 oluyor ve yeni hükümeti kurmaya yeterli görünüyor. Netanyahu merkez partisini de koalisyona girmeye razı edebilirse Likud’un diğer 5 partiyle oluşturacağı koalisyon hükümetinin parlamentodaki desteği 65’e çıkıyor.
Eski Genel Kurmay Başkanı Benny Gantz’ın Mavi Beyaz Partisi’nin hükümet oluşturabileceği diğer 2 partinin ise Knesset’te sadece toplam 10 milletvekili bulunuyor. Mavi Beyaz ile bu iki partinin Knesset’teki toplam sandalye sayısı böylece 45’de kalıyor. Bu 3 partiye merkezdeki parti bile katılsa toplam milletvekili sayıları sadece 49 oluyor.
Knesset’teki dinci ve milliyetçi 4 küçük Yahudi partisinin Başbakan Netanyahu’nun Likud Partisine katılarak bir koalisyon hükümeti kurmak isteyeceklerine kesin gözüyle bakılıyor. Başbakan Netanyahu’nun dinci ve aşırı milliyetçi Yahudi partilerini kazanmak için seçim kampanyası sırasında yaptığı açıklamalar şimdi bir koalisyon hükümeti kurulmasını kolaylaştırmışa benziyor. Başbakan Netanyahu’nun dinci partilerin kırmızı çizgilerini dikkate alacağı, aşırı milliyetçi partilerin de Batı Şeria’da Yahudi yerleşim birimlerinin bulunduğu bölgelerin İsrail’e ilhakından büyük memnuniyet duyacakları ortaya çıkıyor.
Mavi Beyaz Partisi, Knesset’teki 2 Arap Bloku ile koalisyona gitmek istemediğini başlangıçtan açıklamış durumda. Yahudi partilerin hiçbirisinin Knesset’teki Arap partileriyle işbirliğini düşünmedikleri zaten biliniyor. Durum böyle olmasaydı bile (59’da kalan) oy toplamı Mavi Beyaz Partisi’nin Arap partilerinin desteğiyle de bir koalisyon kurmasına imkan tanımıyor.
9 Nisan seçimlerinin Knesset’te ortaya çıkarttığı parti aritmetiği tamamen Başbakan Netanyahu’nun işini kolaylaştırsa da, İsrail’de önümüzdeki günlerde başlayacak hükümet kurma çalışmalarını etkileyecek başka bir durum var. Başbakan Netanyahu aleyhine tamamlanan 3 suistimal dosyasına dayanarak açılacak davanın İsrail’deki siyasi gelişmeleri tamamen farklı bir yöne çevirme olasılığı bulunuyor. Hakkında açılacak dava nedeniyle Netanyahu’nun Başbakanlığını devam ettirmesinin önünün kapanabileceğine işaret ediliyor.
Bazı gözlemciler bu durumda Likud ile Mavi Beyaz Partileri arasında Knesset’te 71 sandalyesi bulunan, İsrail seçmeninin %60’ına yakınını temsil eden bir koalisyon hükümeti oluşturabileceklerine inanıyor. Bu gözlemciler diğer bazı partilerin katılmasıyla bu koalisyonun daha da büyüyebileceği ve İsrail’in yeni bir “başlangıcı” böyle bir koalisyon ile gerçekleştirebileceğine de değiniyorlar.