Daha önce bazı yazılarımda da değindiğim gibi G-20 Dünya’da ekonomik işbirliğini pekiştirmek amacıyla 1999 yılında kurulan bir örgüt. Örgütün başkanlığını üstlenen üye ülkenin o yıl düzenlediği toplantılar da bu çerçevede ekonomik nitelikli oluyor.
Dünya’nın büyük ilgisini çeken G-20 Zirveleri ise 2008 yılından bu yana, Örgütün başkanlığını üstlenen ülkenin bir şehrinde yapılıyor. Geçen sene G-20 Zirvesi 2018 yılında başkanlığı yürüten Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te toplanmıştı. G-20’nin başkanlığını önümüzdeki sene (2020) Suudi Arabistan, 2021 yılında İtalya ve 2022’de Hindistan üstlenecek.
G-20 Zirvelerinin bu kadar ilgi toplaması esasen normal. Zirveler Dünya’nın ekonomisi en büyük 19 ülkesinin liderleri ile Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler dahil Dünya’nın (ekonomik bakımdan) en önemli uluslararası kuruluşlarının yetkililerini bir araya getiriyor. Bu ilginin diğer bir nedeni de Zirve marjında üye ülkelerin liderlerinin yaptığı ikili görüşme ve temaslar.
Bu yıl G-20 Zirvesine gösterilen ilginin odak noktası da Zirve marjında yürütülen ikili görüşmelerdi. G-20 Zirvesi sonucu yayımlanan ortak bildirinin Dünyanın karşılaştığı birçok ekonomik ve sosyal küresel soruna çözüm üretemediği, uluslararası ticaret ve küresel ısınma gibi sorunlara ortak çözümler getiremediği görülüyor. Buna karşılık Zirve sırasında gerçekleştirilen ikili temasların daha verimli geçtiği üzerinde durulan bir husus.
Başkan Trump’ın Çin lideri Xi Jinping ile yaptığı görüşmenin ABD ile Çin arasındaki Ticaret Savaşı’nın genişlemesini engellediği anlaşılıyor. Başkan Trump’ın bu görüşmeden sonra yeni grup Çin mallarına ek gümrük vergileri getirilmesinden (şimdilik) vazgeçtiğini açıklaması Dünya piyasaları tarafından olumlu (ticaret savaşında ateşkes olarak) karşılandı. ABD ile Çin’in ticaret müzakerelerini yeniden başlatması pozitif bir gelişme ve Dünya’nın iki en büyük ekonomisi arasındaki ticari sorunlara görüşmeler yoluyla bir çözüm bulunulması ümidini arttırıyor.
G-20 Zirvesinde Başkan Trump’ın Rusya Devlet Başkanı Putin’le yaptığı görüşmede siyasi konuların ağırlıklı olarak gündeme geldiği anlaşılıyor. Orta Doğu’da artan gerginlik ve İran’la ilgili gelişmeler yanında Ukrayna ve Venezuela gibi bölgesel sorunların Trump-Putin görüşmesinde ele alındığı ortaya çıkıyor. Trump-Putin görüşmesinin Nükleer Silahların Sınırlandırılması Anlaşmaları konusunda son dönemde ABD ile Rusya arasında çıkan sorunların aşılmasına ve Dünya’nın en büyük iki askeri gücü arasında yeni bir silahlanma yarışının başlamasının engellenmesine yardımcı olacağı ümit ediliyor.
Türkiye açısından bakıldığında ise G-20 Osaka Zirvesinin oldukça “başarılı” geçtiğini söylemek mümkün. Osaka’da Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başkan Trump arasında yapılan görüşmenin S-400/F-35 sorununun Türkiye ile ABD arasında bir “krize” dönüşmeden çözümlenmesi konusundaki beklentiyi arttırdığı herkes tarafından kabul ediliyor.
Başkan Trump 2016 ABD Başkanlık seçimlerinde “yeniden büyük ABD” sloganını geniş şekilde kullanmış, ABD’yi yeniden eski büyüklüğüne kavuşturacağını söyleyerek Amerikan seçmeninden ciddi bir destek sağlamıştı.
Başkan Trump bu sloganı hala kullanıyor ve ABD’nin “karşılaştığı” sorunlar nedeniyle Dünya’daki “üstün” yerini kaybetmekte olduğunu, ama kendisinin iktidara geldiğinden beri bu “gerilemeyi” durdurduğunu ve ABD’yi tekrar Dünya’da “hak ettiği” yere getirmekte olduğunu ileri sürüyor. Başkan Trump, bu iddia üzerinde kurduğu sloganlarla 2. dönem için adaylığını açıkladı ve 2020 ABD Başkanlık seçimlerini kazanma şansı (şu anda bakıldığı kadarıyla) oldukça yüksek görülüyor.
Başkan Trump’ın ABD kamuoyunda ilgi ve destek uyandıran “yeniden büyük ABD” sloganını bu kez İran’a uygulaması ve yeniden “büyük” bir İran yaratmak istediğini söylemesi gerçekten ilginç. Başkan Trump’ın bu ifadesi ile ne kastettiği ve “nasıl” bir İran istediği açık değil.
Daha önceki bazı yazılarımda da vurguladığım gibi, geçmişte Vaşington-İran ilişkileri her dönemde “kötü” olmamıştır. Tam tersine İran’daki 1979 rejim değişikliğinden önce, Şah döneminde İran, Vaşington’un bölgedeki “en yakın” ve “en önemli” müttefikidir. Şah döneminde Vaşington, İran’ın bölgesel politikalarının en “hararetli” destekçisi olmuş, İran’a büyük ölçüde silah satmıştır.
İran, Şah’ın kendi halkından çekinmesi nedeniyle resmiyete dökülmediyse de, bu dönemde İsrail’in en yakın bölgesel destekçisi olmuş, aralarında diplomatik ilişki olmasa da Tahran ile Tel Aviv arasındaki bağlar hızlı bir şekilde artmıştır. Bu dönemde İran, ABD ve İsrail arasındaki ilişkiler üç ülkenin istihbarat örgütlerinin ortak operasyonlar düzenlemesine kadar varmış; İran, İsrail’in tüm petrol ihtiyacını karşıladığı gibi, İran petrolü İsrail üzerinden (Kızıldeniz’den) Akdeniz’e boru hattıyla taşınmıştır.
Doğal olarak, yeniden “büyük” İran’ı yaratalım derken Başkan Trump’ın Şah dönemindeki İran’ı düşündüğü akla gelmektedir. Her ne kadar Trump Yönetimi açıkça kabul etmese de, Vaşington’un esas amacının Tahran’da bir rejim değişikliği olduğu bilinmektedir. Trump Yönetimi’nin İran’daki teokratik rejimi yıkmak ve (Şah dönemindeki gibi) ABD ve İsrail’e yakın bir rejim kurmak istediği sıklıkla üzerinde durulan bir husustur.
Başkan Trump’ın “yeniden büyük İran’ı yaratalım” derken yeniden ABD ile ittifak içinde olan “eski İran’ı” düşündüğünü tahmin etmek zor olmasa da, Trump Yönetimi’nin İran konusunda “açıklanan amacı” İran’ı tekrar masaya oturtmaktır. Vaşington, İran’dan yeni bir nükleer anlaşma için masaya gelmesini talep etmekte; İran’ı yeni bir nükleer anlaşmayı imzalamaya zorlamaktadır.
Trump Yönetimine göre bu yeni Anlaşma sadece İran’ın nükleer askeri programının önünü tamamen kesmekle kalmayacak; İran’ın füze programını denetim altına alacak, ayrıca Tahran’ın bölgesel politikaları da Anlaşma kapsamına girecek ve İran’ın Arap ülkelerindeki “yıkıcı faaliyetleri” engellenecektir.
Bir ülkenin diğer bir ülkede Büyükelçi seviyesinde temsil edilmemesi ne anlama geliyor? Diplomatik ilişkilerin Büyükelçi seviyesinde yürütülmemesi iki ülke arasındaki ilişkileri nasıl etkiler? Bu öğrencilerim ve okurlarım tarafından bana sıklıkla sorulan bir soru.
Ülkeler arasındaki diplomatik ilişkiler esasen “tanıma” ile başlar. Bir ülke bağımsızlığını kazandıktan sonra diğer ülkeler tarafından “tanınır” ve o ülke ile diğer ülkeler arasındaki diplomatik temaslar da bu “tanımadan” sonra kurulur. Eğer ilişkilerin mevcut seviyesi “gerektiriyorsa” söz konusu iki ülke birbirlerinin Başkentlerinde Büyükelçilik açma yoluna giderler.
Birbirlerini “tanıyan” ve diplomatik ilişki kuran ülkelerin açtıkları Büyükelçiliğin başına Büyükelçi atamaları ise daha da “özel” bir anlam ifade eder. Bu söz konusu ülkelerin kurdukları diplomatik ilişkileri “en üst düzeyde” sürdürmek istedikleri, birbirlerinin Başkentinde “en üst düzeyde” temsil edilmek istedikleri anlamına gelir.
Büyükelçi atamaları da diğer diplomatların atanmalarından farklı bir yöntem gerektirir. Diğer diplomatların atamaları kabul eden ülkeye yazılı bir şekilde (notayla) bildirilirken, Büyükelçi atamalarında Büyükelçinin atandığı ülkenin izninin önceden yazılı bir şekilde alınması gerekmektedir. Yani Büyükelçiyi atayan ülke Büyükelçiyi atayacağı ülkenin bu atama konusundaki “iznini” atamadan önce yazılı bir şekilde ister ve yazılı bir şekilde alır. Bu işlem “agreman” istemektir.
Büyükelçinin atandığı da ancak “agreman istenmesi” işlemi tamamlandıktan sonra açıklanır. Çünkü ülkelerin (değişik sebeplerden dolayı) Büyükelçi atanmak isteyen kimselere geçmişte “agreman” vermedikleri bilinmektedir. Büyükelçi olarak atanmak isteyen kişiye “kabul eden ülke” tarafından “agreman” verilmemesi durumunda atama işlemi tamamlanamaz ve “atayan ülkenin” yeni bir kişiyi Büyükelçi olarak seçmesi ve yine yazılı olarak “kabul eden ülkeden” agreman istemesi zorunluluğu ortaya çıkar.
Büyükelçilerin “kabul eden” ülkede göreve başlamaları da bazı diplomatik kurallar içinde gerçekleşir. Bu kuralların içinde “protokol” yönünden en göze çarpanı “Güven Mektubunun” sunulması törenidir. Büyükelçi yanında getirdiği kendi Devlet Başkanı tarafından imzalanan “Güven Mektubunu” törenle kabul eden ülkenin Devlet Başkanı’na sunar.
Bu tören sırasında söz konusu Başkentte göreve başlamakta olan Büyükelçi kabul eden ülkenin Devlet Başkanı tarafından kabul edilir ve yanındaki “Güven Mektubunu” tören sırasında takdim eder. Bu törenin ayrıntıları ve protokol yönü ülkeden ülkeye değişmekle beraber amacı aynıdır ve Büyükelçinin görevi (kural olarak) Güven Mektubunu sunmasından sonra başlar.
Birçok ülkede Büyükelçiler için “Güven Mektubunu” sunma törenin düzenlenmesi zaman almaktadır. Bu nedenle Büyükelçinin kabul eden ülkedeki görevlerinin “Güven Mektubunun” bir örneğini (kabul eden ülkenin) Dışişleri Bakanına (veya o ülkedeki en üst protokol yetkilisine) sunmasından sonra fiilen başladığı kabul edilmektedir.
Başkan Trump’ın Cumhuriyetçi Parti’nin Başkan adayı olacağı kesin. ABD’de Başkanların ikinci dönem için adaylıklarını koymaları neredeyse “gelenekselleşmiş” bir durum. Tek dönem Başkanlık yapıp, ikinci dönem için adaylığını koymayan ABD Başkanlarının sayısı çok az. İkinci dönem için adaylığını koyan, ancak seçim yarışını kaybeden Başkanların sayısı ise daha fazla. Bu duruma örnek olarak yakın dönemde ismi ilk akla gelen Jimmy Carter.
Trump’ın karşısında kimin Demokrat Parti adayı olacağı ise daha kesin değil. Demokrat Parti içinde şimdiden çok sayıda aday var. Ancak bunlar içinde ön plana çıkan Barack Obama Yönetiminde Başkan Yardımcılığı görevinde bulunan Joe Biden. Daha önce 1973-2009 yılları arasında Delaware Eyaleti’nden senatörlük ve 2009-2017 arasında Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulunan 76 yaşındaki Biden uluslararası alanda da tanınan bir isim.
Biden’ın Demokrat Parti’nin adaylığını alması durumunda Trump’ın 2020 Başkanlık seçimlerini kazanma şansının artacağına inanların sayısı oldukça yüksek. Dünya’da siyaset “gençleşirken” ABD’de 70 yaşının üzerinde iki adayın yarışacak olması ilginç bir durum. Başkan Trump da 73 yaşında. Başkan Trump’ın Biden’ın yaşına atıfla “benle yarışacak enerjisi yok” seklindeki ifadeleri biraz “alaycı” bir şekilde durumu ortaya koyuyor.
Başkan Trump ilk Başkanlık döneminin 2,5 yılını tamamlamış durumda ve ABD önümüzdeki 1,5 yılı seçim kampanyalarıyla geçirecek. ABD Başkanlık seçimleri Kasım 2020’de yapılacak, seçilen isim görevine 20 Ocak 2021’de başlayacak. Şu anda bakıldığında Trump’ın 2020 seçimini kazanması ve ikinci dönem Başkanlık yapması oldukça yüksek bir “olasılık” olarak görülüyor.
ABD’yi kimin yönettiği, 2020 seçimlerini kimin kazandığı bütün Dünya için önemli. Bu açıdan Dünya’nın “gözü kulağı” önümüzdeki dönemde ABD seçim kampanyası üzerinde olacak. ABD, bugün Dünya’daki en önemli siyasi ve askeri güç; Dünya’nın her yerinde askeri üsleri ve askerleri bulunuyor. ABD aynı zamanda Dünya’daki en büyük ekonomi; Dünya dış ticaretinde büyük bir rol oynuyor. Kısacası nerden bakarsanız bakın “süper” bir güç ve küresel planda önemli bir rol oynuyor.
Ancak, ABD’nin ciddi sorunları da var. Uluslararası planda bakıldığında ABD’nin güç kaybettiği; Dünya’daki siyasi ve ekonomik üstünlüğünün, hakimiyetinin “tehlikede” olduğu izleniyor. Başkan Trump’ın 2016 seçim kampanyasını bu görüş üzerine inşa ettiği biliniyor. Trump’ın seçim kampanyasında kullandığı “Yeniden Büyük Amerika” ifadesi, ABD’yi yeniden “büyük” yapacağı vaadinin temelinde bu gerçek yatıyor.
Dünya’da bugün ABD’nin siyasi, ekonomik ve askeri üstünlüğüne “meydan okunduğu” açık ve ABD’ye rakip olarak ortaya çıkan ülkelerin sayısı artmış durumda. Çin, ABD’nin rakip olarak gördüğü ülkelerin başında geliyor. Çin’in siyasi ve askeri gücü büyüyor; Çin ekonomisinin kısa bir dönem içinde, ABD’yi geçerek Dünya’daki en büyük ekonomi durumuna geleceği tahmin ediliyor.
Başkan Trump’ın Berlin-Paris ekseni etrafında birleşen Avrupa Birliğini de ABD’nin orta ve uzun dönemli küresel hakimiyeti için bir rakip olarak gördüğü anlaşılıyor. AB, ABD karşısında ekonomik bir güç olarak ortaya çıkıyor ve bu durum Başkan Trump gibi düşünenleri rahatsız ediyor. Kısa bir süre önce AB para birimi Euro’nun Doları Dünya ekonomisindeki “tahtından” indirme aşamasında olduğunu hatırlayanlar durumu daha iyi görebiliyor.
Mısır’ın içinde bulunduğu zor siyasi ve ekonomik şartlar sebebiyle Arap Dünyası’ndaki liderlik rolünü kaybetmesi sebebiyle Suudi Arabistan Arap ülkeleri arasında liderlik rolüne soyunmuş gözüküyor. İslam İşbirliği Teşkilatının (İİT) merkezi de Suudi Arabistan’ın Cidde kentinde bulunuyor. İİT üzerinde Suudi Arabistan’ın büyük bir etkisi var. Suudi Arabistan’ın İslam Dünyası içinde liderlik iddiaları bulunduğu da biliniyor.
Suudi Arabistan ile İran arasındaki rekabetin kökleri geçmişe uzanıyor. Bu rekabetin 1979’da İran’daki rejim değişikliğinden, ABD “destekli” Şah rejiminin yıkılarak yerine “teokratik” bir rejim kurulmasından sonra arttığı sıklıkla işaret edilen bir husus. Bunun sebebi 1979’dan sonra Tahran’ın Arap ülkelerinde bulunan Şii gruplarla ilgilenmeye başlaması, kısacası Şii İslam’ı dış politikasında ideolojik bir temel haline getirmesi.
Diğer işaret edilen bir husus da Suudi Arabistan’da kraliyet ailesi içinde meydana gelen değişikliklerden ve Prens Muhammed Bin Salman’ın (MBS) veliaht ilan edilmesi ve ülkenin günlük yönetiminin ona geçmesinden sonra Suudi Arabistan-İran çatışmasının çok daha görünür bir hale geldiği hususu. Riyad-Tahran arasındaki ilişkiler son iki sene içinde o kadar gerilmiş bir durumda ki artık Körfez’deki gerginliğin sıcak bir çatışmaya dönüşmesi ihtimalinin çok arttığından bahsediliyor.
Riyad-Tahran arasındaki rekabet ve çatışmanın diğer ilginç bir yanı, Suudi Arabistan’ın İran’a karşı ABD ve İsrail ile kurduğu “açık” ittifak. Prens Salman, İran’a karşı ABD ile olduğu kadar İsrail’le de işbirliği içinde olduğunu “saklama” konusunda fazla dikkatli davranmıyor. MBS’nin, İsrail Başbakanı Netanyahu ile birlikte, İran’a karşı “daha sert” politikalar izlenmesini savunduğu ve Trump Yönetimi’ni İran’a askeri müdahalede bulunma yönünde “teşvik ettiği” izleniyor.
Prens Salman’ın Tahran’a karşı kurduğu “ittifak” İsrail ve ABD ile de sınırlı kalmıyor. MBS Arap ülkeleri arasında da bir blok oluşturmuş vaziyette. Bu bloğun en önemli “üyesi” Birleşik Arap Emirlikleri (BAE). Suudi-Emirlikler “ortaklığı” Mısır, Bahreyn gibi Arap ülkelerince de destekleniyor. Riyad-Abu Dabi ortaklığının iki ülkeyi fiilen yöneten Veliaht Prensler arasındaki “işbirliğine” dayandığı belirtiliyor.
BAE esasen 7 Emirliğin bir araya gelerek kurulu bir Devlet. İngiltere’den bağımsızlığını 1971 yılında almış. Bu Emirlikler arasında en tanınmışı Dubai, ama en büyüğü Abu Dabi. Ülkeyi de Abu Dabi yönetiyor. Abu Dabi Emiri Halifa Bin Zayed Al Nahyan ülkenin Devlet Başkanı. Ülkenin günlük fiili yönetimi ise Abu Dabi emirinin oğlu, Veliaht Prens Muhammed Bin Zayed Nahyan’ın (MBN) elinde.
MBS ile MBN’nin bugün Orta Doğu’da meydana gelen gelişmelerin ve İran ile gerginliğin arkasındaki “güçler” olduğu ortaya çıkıyor. İkisi de ABD ve İsrail’le ilişkiler konusunda “benzer görüşleri” paylaşıyorlar ve giderek daha atılgan, girişken (çoğunluğa göre saldırgan) politikalar izliyorlar. MBS-MBN ittifakının hedefinde sadece İran değil Katar da bulunuyor. Suudi Arabistan ve BAE’nin Katar’a uyguladıkları sert politikanın MBS ve MBN’nin orta ve uzun dönemli Orta Doğu “planlarının” bir parçası olduğu anlaşılıyor.
MBS ile MBN yönetimindeki Suudi Arabistan-BAE ittifakının “eli” bütün Orta Doğu’da görülüyor. Mısır’daki Sisi rejiminin en büyük bölgesel destekçileri Riyad ve Abu Dabi. Libya ve Sudan’daki son gelişmelerde de Riyad ve Abu Dabi’nin önemli bir rol oynadığı; Libya’da General Haftar’a, Sudan’da Askeri Konsey’e verilen desteğin bu iki ülkedeki çatışma ve karışıklığın nedeni olduğu belirtiliyor.
Bu sağlıklı bir duruma işaret ediyor. Diplomasinin devam etmesi, ülkelerin üst düzey yetkilileri arasındaki görüşmeler diplomasinin işletildiğini, karşılaşılan sorunların görüşmeler yoluyla çözümlenmesine çalışıldığını, ilişkilerde çatışma ve gerginliklerden uzaklaşılmaya gayret edildiğini gösteriyor.
Türkiye’den bakıldığında geçtiğimiz hafta gerçekleşen en önemli temasların başında Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun 2 ay içinde 2. kez Kuzey Irak’a Erbil’e gitmesi, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ni (IKBY) ziyaret etmesiydi.
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu 28 Nisan 2019 tarihinde, Irak’a yaptığı resmi ziyaret çerçevesinde, Erbil’e de uğramış; IKBY yetkilileriyle görüşmeler gerçekleştirmişti. 10 Haziran 2019 tarihinde ise Bakan Çavuşoğlu doğrudan Erbil’e gitti ve IKBY Başkanlığına seçilen Neçirvan Barzani’nin yemin törenine katıldı, Irak Kürt ve Türkmen yetkilileriyle görüştü.
Irak, Türkiye için birçok bakımdan önemli bir ülke. Bu konuların başında terörizmle mücadele geliyor. Terör örgütü PKK’nın Irak’ta önemli bir mevcudiyeti var. PKK üst düzey yönetiminde yer alan önemli sayıda terörist de Irak’ta bulunuyor. PKK’nın Irak’taki mevcudiyetinin önemli bir bölümü Kuzey Irak’ta ve Kürt bölgesinde yerleşmiş durumda.
Türkiye PKK terör örgütüyle mücadele edebilmek için Kuzey Irak’ta önemli sayıda asker bulunduruyor ve sıklıkla Kuzey Irak’ta havadan ve karadan askeri operasyon gerçekleştiriyor. Son dönemde Ankara’nın PKK ile mücadeleyi Türkiye sınırları dışında Irak’ta yürütme stratejisini uygulamaya geçirdiğini gösteren işaretler artıyor. Bu durum Ankara’nın hem Bağdat hem de Erbil ile yakın ve iyi ilişkiler kurmasını zorunlu hale getiriyor.
Türkiye için Irak Orta Doğu’ya ulaşım açısından da önem kazanıyor. Özellikle Suriye’deki iç savaş nedeniyle Irak’ın ulaşımda Türkiye için önemi artıyor. Ankara Körfez Ülkelerine karadan Irak üzerinden ulaşabiliyor. Türkiye’nin Irak’la şu anda, Habur’da, bir sınır kapısı var. Türkiye hem ulaşım imkanlarını hem de ticareti artırmak amacıyla Türkiye-Irak sınırında, Habur sınır kapısının hemen batısında Ovaköy’de, yeni bir sınır kapısı açmak istiyor, bu yönde Ankara-Bağdat ve Erbil arasında görüşmeler de devam ediyor.
Irak’ın Türkiye açısından ekonomik öneminin ise oldukça büyük olduğu görülüyor. Türkiye-Irak arasındaki ticaret hacmi 2018 yılında 10 milyar dolar civarında. Türkiye Irak’a 8.35 milyar dolarlık mal satmış, Irak’tan 1.48 milyar dolarlık mal almış. Dış ticaret dengesi büyük ölçüde (6.93 milyar dolar) Türkiye lehine. Ekonomik ilişkiler burada da kalmıyor. 2018 yılında Türkiye’ye gelen Iraklı turist sayısı 1,2 milyona yaklaşmış durumda. Türk müteahhitlik firmaları Irak’ta faaliyet gösteriyor ve halen 2 milyar dolarlık bir iş hacmini yürütüyor.
Türkiye’nin Irak’la ekonomik ilişkilerin en büyük payı Kuzey Irak’a, IKBY’ne ait. Bu çerçevede Ankara’nın Erbil ile sağlıklı bir diyalog sürdürmesi, Bağdat gibi Erbil’le ilişkilerini de düzene sokması önem taşıyor. Ancak geçmişe baktığımızda durumun her zaman böyle olmadığını görüyoruz. IKBY’nin 2017 yılında düzenlediği bağımsızlık referandumu burada özellikle önem kazanıyor.
Osaka Zirvesine aralarında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da bulunduğu 19 ülkenin Devlet veya Hükümet Başkanları ile aralarında Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler gibi bazı önemli uluslararası kuruluşların üst düzey yetkililerinin katılmaları bekleniyor.
G-20 1999 yılında kurulmuş bir örgüt. Dünyanın en büyük 19 ekonomisine sahip ülkeleri ve önemli uluslararası kuruluşları bir araya getiriyor. G-20 liderliğini ve sekreterliğini her yıl üye ülkelerden biri yürütüyor, Zirve yanında Bakan düzeyinde bir seri toplantı düzenliyor. Bu sene G-20 dönem başkanlığını Japonya yürütüyor; önümüzdeki sene (2020) dönem başkanlığı Suudi Arabistan’a, 2021’de İtalya’ya, 2020’de ise Hindistan’a geçecek.
G-20 önemli bir uluslararası kuruluş. Batının en büyük 7 ekonomisini bir araya getiren G-7’nin (ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Kanada ve Avusturalya) Almanya’da yaptığı bir toplantıda, uluslararası ekonomik işbirliğini sağlamak amacıyla kurulmuş. G-7 ülkeleri Dünya ekonomisinin giderek küresel bir görünüm aldığını ve çözümlerin de küresel olarak bulunması gerektiğini görmüşler ve Dünya’daki en büyük ekonomileri bir araya getiren bu örgütü (G-20) oluşturmuşlar.
Rakamlar G-20 üyesi ülkelerin Dünya ekonomisinde oynadığı rolü çok açık olarak gösteriyor. G-20 üyesi ülkeler Dünya milli gelirinin %90’ını, Dünya ticaretinin %80’ını ve Dünya nüfusunun 2/3’ünü oluşturuyor. Başlangıçta daha çok ekonomik amaçlı işbirliği için kurulan G-20’nin son dönemlerde siyasi konuların da ele alındığı bir kuruluş haline geldiği izleniyor.
G-20 Zirveleri ise 2008 yılından beri yapılıyor. İlk önce yılda iki kez toplanan ve üye ülkelerin Devlet ve Hükümet Başkanlarını bir araya getiren Zirveler daha sonra yılda bir kez toplanmaya başlamış. Şimdiye kadar G-20 liderliğini yapan ve Zirve düzenleyen üye ülkeler ABD, İngiltere, Kanada, Güney Kore, Fransa, Meksika, Rusya, Avusturalya, Türkiye, Çin, Almanya ve Arjantin.
Bu yıl dönem başkanlığını yapan Japonya’dan sonra bu görev Suudi Arabistan, İtalya ve Hindistan’a geçecek. G-20 dönem başkanlığı yapmayan ve önümüzdeki yıllarda bu göreve aday olabilecek ülkeler Brezilya, Endonezya ve Güney Afrika.
İlk turun tamamlanmasından sonra 2. tura geçilecek ve üye ülkeler tekrar dönem başkanı olma ve G-20 toplantılarını düzenleme imkanı elde edecekler.
Türkiye’nin G-20 dönem başkanlığını 2015 yılında yürüttüğü ve G-20 Zirvesini aynı yılın Kasım ayında Antalya’da düzenlediği hala hatırlarda. G-20 toplantıları üye ülkelerin Ekonomi, Turizm ve Maliye Bakanlarını bir araya getiriyor. Dışişleri Bakanlarının da G-20 toplantıları çerçevesinde bir araya gelmeleri artık olağan sayılıyor. Japonya bu yıl içinde üye ülkelerin Tarım, Enerji, Sağlık, Turizm, Ticaret, Maliye ve Dışişleri Bakanlarını ayrı toplantılarda bir araya getiriyor.
Başkan Trump Birleşik Krallık’ta bulunduğu sırada 2. Dünya Savaşı’nda sonun başlangıcı olan Normandiya Çıkartmasının başlangıç yeri olan İngiltere’nin güney sahillerindeki Portsmouth’da düzenlenen törene katıldı. Bu tören Normandiya Çıkartması’nın 75. yıldönümünü anmak amacıyla düzenlenmişti.
Bugün Avrupa’da gördüğümüz siyasi yapının temelleri esasen 2. Dünya Savaşı sonrasına uzanıyor. 2. Dünya Savaşı’nda ABD-Birleşik Krallık ittifakı Almanya’nın Avrupa’yı ele geçirmesine karşı savaşmış, Nazi Almanyası yenilerek, Berlin’in Avrupa üzerindeki hakimiyeti engellenmişti. Normandiya Çıkartması 2. Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası’nın yenilmesinde dönüm noktasıydı.
Başkan Trump Londra ziyareti sırasında yaptığı konuşmalarda sıklıkla ABD ile Birleşik Krallık arasındaki “tarihi” ve “eşi görülmemiş” ittifaka atıf yaptı. Bu ittifakın güçlendirilmesini istedi. Başkan Trump’ın Birleşik Krallığın Avrupa Birliği’nden ayrılmasından sonra Vaşington ile Londra arasındaki ilişkilerin daha da güçleneceğine ve ABD-Birleşik Krallık “ittifakında” eskiye dönüleceğine inandığı anlaşılıyor.
Başkan Trump esasen daha Londra’ya gitmeden attığı “twitlerle” dikkatleri Birleşik Krallık ziyareti üzerine çekti. Birleşik Krallığın AB’den ayrılmasını, bu ayrılmanın sert Brexit seklinde gerçekleşmesini tercih ettiğini ortaya koydu. Aralarında Boris Johnson’un da bulunduğu sert Brexit savunucusu İngiliz siyasetçileri desteklediğini açık açık söylemesi Trump’ın İngiltere’nin içişlerine “karışıyor” suçlamalarının yeniden yükselmesine yol açtı.
Başkan Trump Londra’da iken her ne kadar (İngiltere’nin AB’den bir anlaşma ile ayrılmasını savunan) Başbakan May’e övgüler yağdırdıysa da, AB’ye karşı daha sert politikalar üretecek ve Birleşik Krallığın AB’den bir an önce ayrılmasını sağlayacak bir siyasetçinin (istifa eden) May’ın yerine Başbakan olmasını istediğini göstermeye devam etti.
Başkan Trump’ın Londra ziyareti zamanlaması bakımından dikkat çekiciydi. Başbakan May kısa süre önce iktidardaki Muhafazakar Parti liderliğinden ve Başbakanlıktan istifa ettiğini açıklamıştı. Muhafazakar Partinin bu ayın sonlarına doğru yeni liderini seçmesi ve bu kişinin Başbakanlık koltuğuna da oturması bekleniyor. Başkan Trump bu kişinin (adaylar arasında yer alan) Boris Johnson olmasını istediğini ifade etmekten çekinmiyor.
Londra ziyareti sırasında ABD ile Birleşik Krallık arasında çok kapsamlı bir ticaret anlaşmasından bahsetmesi ve bu anlaşmanın görüşmelerinin başlamasını istediğini ortaya koyması Başkan Trump’in Brexit’ten sonra Vaşington-Londra ilişkilerinin ve “ittifakının” daha da büyümesini istediğini ortaya çıkartıyor. Bugün Birleşik Krallığın en büyük ticaret ortağı AB ve Trump bu durumun değişmesini istiyor.
Birleşik Krallık bugün ticaretinin % 50 kadarını AB ile yapıyor. ABD’nin Birleşik Krallık ticaret hacmindeki yeri ise %15’e ancak varıyor. ABD-Birleşik Krallık ticaret hacmi 2018 yılında 260 milyar doların biraz üzerinde. Brexit’in (özellikle sert bir Brexit’in) ve ABD-Birleşik Krallık arasında yapılacak bir Serbest Ticaret Anlaşmasının bu tabloyu büyük ölçüde değiştireceğini tahmin etmek zor değil.