Benjamin Netanyahu 2009 yılından bu yana kesintisiz İsrail Başbakanlığı görevini yürütüyor. Daha önce de 1996-1999 yılları arasında 4 yıl kadar Başbakanlık görevinde bulunan Netanyahu ülkesinde en uzun süre Başbakan olmuş ikinci kişi unvanını şimdiden kazanmış durumda. 9 Nisan seçimlerinden sonra da Başbakanlık görevini sürdürmek ve İsrail’de en uzun süre Başbakanlık yapan kişi unvanını kazanmak istiyor.
Bu unvan şimdilik (İsrail’in ilk Başbakanı da olan) David Ben-Gurion’a ait. Ben-Gurion İsrail’de toplam 13 yıl 127 gün Başbakanlık yapmış. Netanyahu’nun Başbakan olarak toplam süresi ise 13 yıl 26 gün. 9 Nisan seçimlerini kazanarak Başbakan olabilirse Natanyahu, kısa sürede David Ben-Gurion’un rekorunu elinden almış olacak.
İsrail Parlamentosu “Knesset” 120 sandalyeden oluşuyor. İsrail Parlamento seçimlerine baktığımızda çok uzun bir zamandan beri hiçbir partinin 60’dan fazla sandalye kazanarak, tek başına iktidar oluşturamadığını görüyoruz. Yani uzun bir süreden beri İsrail’i koalisyon hükümetleri yönetiyor. 9 Nisan seçiminden sonra da İsrail’de bir koalisyon hükümeti oluşturmak gerekeceği ortada.
Benjamin Netanyahu Başbakanlığındaki mevcut (34.) İsrail Hükümeti de 6 partiden oluşan bir koalisyon. Buna rağmen 120 sandalyeli Knesset’ de sadece 61 üyesi var. Yani sadece 1 milletvekili ile iktidarda duruyor. Başbakan Netanyahu’yu erken seçime zorlayan unsurlardan biri bu. Hükümet içinde, Ortodoks Yahudilerin askerlikten muaf olup olmamaları da dahil, birçok konuda çıkan anlaşmazlıklar Başbakan Netanyahu’yu erken seçime iten diğer bir sebep.
Mevcut Knesset’de bazıları Birlik veya Cephe içinde birleşmiş 17 parti bulunuyor. İsrail’de seçim barajı %3,25. 9 Nisan seçimlerinde de çok sayıda (41) parti yarıştı. Bunlardan en azından 11’inin Knesset’te temsil edileceği anlaşılıyor.
İsrail’de 9 Nisan seçimlerinden önce yapılan kamuoyu yoklamaları İsrail seçmeninin %63 kadarının sağ partileri destekleyeceğini, seçmenlerin sadece %15’inin sol, %18’inin merkez partilere oy vermeyi düşündüğünü göstermekteydi. 9 Nisan seçim sonucu da, bu yazıyı kaleme aldığımda henüz kesinleşmemiş ve resmi olarak açıklanmamış olmakla beraber, bu durumu yansıtmaktaydı.
İlk seçim sonuçları eski Genel Kurmay Başkanı Benny Gantz’ın Mavi Beyaz Partisi’nin 35 ila 37 arasında, Başbakan Netanyahu’nun Likud Partisinin ise 33 ile 35 arasında sandalye kazanacağına işaret ediyor. İki partinin liderleri de seçimi kazandıklarını şimdiden açıkladılar. Gantz’in Mavi Beyaz Partisi Knesset’te daha fazla sandalye alsa da Başbakan Netanyahu’nun koalisyon kurmaya daha yakın olduğuna işaret ediliyor. Likud Partisi’nin koalisyon kurabileceği aşırı sağcı ve dinci partilerle Knesset’te 60 civarında bir blok oluşturabileceği, buna karşılık Mavi Beyaz Partisinin koalisyon oluşturabileceği partilerin Knesset’teki sandalya sayısının 50’yi geçemeyeceği anlaşılıyor. Knesset’teki Arap asıllı milletvekili sayısının ise 12 olacağı ortaya çıkmakta.
9 Nisan genel seçimlerinin nasıl sonuçlanacağı sadece İsrail’de değil, bütün Dünya’da ilgi ile izleniyor. Bunun temel sebebi de İsrail de kimin başbakan olacağının, 35. İsrail hükümetini kimin kuracağının ve hükümete katılacak partilerin Filistin sorunu, İsrail-Filistin ve İsrail-Arap ilişkileri üzerine yapacağı etki olduğu açık. İsrail’de kimin Başbakan olacağının Türkiye-İsrail ilişkilerini de etkilemesini beklemek gerekiyor.
Uzun bir süre Orta Doğu Genel Müdür Yardımcılığı görevinde bulunduktan sonra 2000 yılının ilk aylarında Suriye’ye Büyükelçi olarak tayin edildiğimi öğrendim. Şam benim ilk Büyükelçilik görevimdi. Suriye, Türkiye için her dönemde önemli bir ülke olmuştu. Her şeyden önce iki komşu ülke 911 km uzunluğunda ortak bir sınıra sahipti. Ama Türkiye-Suriye ilişkileri, bu ülkenin 1946 yılında bağımsızlığını kazanmasından sonra, hiçbir dönemde iyi bir düzeye çıkartılamamıştı.
Şam’ın, İskenderun Sancağı sorununun 1939 yılında çözümlendiğini kabul edememesi 2000 yılına gelindiğinde bile Türkiye ile Suriye arasında sürtüşme konusu olabiliyordu. Suriye’de basılan resmi haritalarda Türkiye’nin Hatay ilinin Suriye sınırları içinde veya tartışmalı bir alan gibi gösterilmesi Türkiye’de tepki yaratıyor, iki komşu ülke arasındaki ilişkileri ciddi ve olumsuz bir şekilde etkilemeye devam ediyordu.
2000’li yıllara gelindiğinde, Suriye’nin Fırat Nehri’nin sularının paylaşımını bir sorun haline getirme ve Türkiye’yi suların paylaşımı konusunda uluslararası bir anlaşma imzalamaya zorlama politikası başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Türkiye, bugün çoğunluğunu kendi kaynaklarıyla yapmak zorunda bırakılsa da, Fırat Nehri üzerindeki (1970’lı yıllarda başlattığı) baraj projelerini tek tek tamamlamış, Fırat Nehri’ni gerektiği şekilde kullanma konusunda büyük bir ilerleme sağlamıştı.
Her şeyden önce Ankara, Suriye’nin Türkiye’ye karşı kullandığı terörizm silahını çok başarılı bir şekilde Şam rejiminin elinden almış, 1998 yılında Suriye üzerinde kurduğu ağır baskı sonucu Şam’ı Türkiye’yle Adana Mutabakatı’nı imzalamaya zorlamıştı. Adana Mutabakatı’nın imzalanmasına giden süreçte Abdullah Öcalan Suriye’den çıkmaya zorlanmış, Suriye topraklarındaki ve kontrolü altındaki Lübnan’ın Beka vadisindeki PKK kampları kapatılmaya başlanmış, Türkiye ile Suriye arasında (1980’lı yıllardan bu yana ilk kez) PKK terörizmi konusunda gerçek bir işbirliği başlatılabilmişti.
Buna rağmen 2000’li yılların başında Türkiye-Suriye ilişkileri hala soğuk, iki ülke de birbirlerine karşı mesafeliydi. On yılı aşkın bir süreden beri PKK terörizmine verdiği destek nedeniyle Türkiye’de Şam rejimine karşı ciddi bir tepki oluşmuştu. Şam rejimi içindeki aşırı Baasçı bazı kişilerdeki Türkiye karşı tutum da Adana Mutabakatı’yla hemen değişmemiş, aksine Türkiye’nin ağır askeri baskısı bu kişilerdeki “Türkiye korkusunu” ve “tedirginliğini” daha da arttırmıştı.
Şam’a Büyükelçi olarak tayin edildiğimi 2000 yılının ilk aylarında öğrenmiştim. Şam’da göreve başlama tarihim Haziran ayı olarak tespit edilmişti. Bu sırada Suriye’de çok önemli bir gelişme meydana geldi. Suriye Cumhurbaşkanı Hafız Esad 10 Haziran 2000 tarihinde 69 yaşındayken hayatını kaybetti; bu Suriye için bir dönüm noktası olabilirdi. Hafız Esad 40 yıla yakın bir zamandan beri Suriye siyasi hayatında rol oynamaktaydı. Hafız Esad 1970 yılında darbeyle Suriye’de yönetimi tek başına ele geçirmiş, 30 yıldan beri de Suriye Cumhurbaşkanlığı makamında bulunuyordu.
Hafız Esad’ın ölümü Suriye’de onun yerine kimin Cumhurbaşkanı olacağı konusunu gündeme getirmişti. Suriye’de bir aile yönetimi olduğu biliniyordu. Ancak Hafız Esad’ın yerine geçirmek amacıyla hazırladığı oğlu Basel Esad 31 yaşında Şam’da geçirdiği bir trafik kazasında hayatını kaybetmiş, bu durum Suriye’de Cumhurbaşkanlığının kime geçeceği konusunda ciddi bir kafa karışıklığına yol açmıştı. Suriye Anayasası Cumhurbaşkanının en az 40 yaşında olmasını gerektiriyordu. Hafız Esad’ın (hayattaki) en büyük oğlu olan Başer Esad babası öldüğünde 36 yaşındaydı.
Hafız Esad’ın ölümü Türkiye için komşu ülkedeki “Cenaze Törenine” kimin katılacağı, Türkiye’nin (Cumhurbaşkanı makamında bulunurken hayatını kaybeden) Hafız Esad’ın cenazesinde hangi seviyede temsil edileceği sorusunu ortaya çıkartmıştı. Cenaze Töreni’nin 14 Haziran 2000 tarihinde yapılacağı açıklandı. Dışişleri Bakanlığı’nın önerisi Cenaze Töreni’nde Türkiye’nin Başbakan Yardımcısı düzeyinde temsil edilmesi oldu.
NATO hemen 2. Dünya Savaşı’ndan sonra 1949 yılında 12 ülke (ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, İtalya, Lüksemburg, Norveç, Portekiz, Danimarka ve İzlanda) tarafından oluşturulmuştur. NATO bu ülkeler tarafından 1949 yılında imzalanan Vaşington Anlaşması’yla kurulmuştur. Bir üye ülkeye yapılacak saldırının tüm ülkelere yapılmış sayılacağını belirten ve saldırıya uğrayan ülke veya ülkelere yardımı öngören 5. maddesi ise Vaşington Anlaşması’nın temelini oluşturmaktadır.
2. Dünya Savaşı’nın esas galipleri ABD ve Sovyetler Birliği’dir. Bu iki ülke Dünya’yı saran ve Avrupa ile Uzak Doğu ülkelerinde büyük yıkıma ve insan kaybına yol açan bir savaşın sonunda uluslararası sistemde güç merkezleri olarak ortaya çıkmışlardır. 2. Dünya Savaşı’ndan önce çok kutuplu (çok merkezli) olan uluslararası sistem de savaştan sonra değişmiş ve Vaşington ile Moskova merkezli, iki kutuplu bir görünüm almıştır.
2. Dünya Savaşı sırasında (Nazi Almanya’sına karşı) müttefik olan ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki ilişkiler savaşın bitimiyle birlikte hemen değişmiş, iki ülke arasında ciddi bir rekabet, nüfuz mücadelesi ve çekişme başlamıştır. Vaşington ve Moskova arasındaki bu mücadeleye “Soğuk Savaş” adı verilmiştir.
Vaşington ile Moskova arasında 2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra başlayan ve 1990 yılına kadar devam eden mücadele, yerel olarak bazı bölgelerde sıcak çatışmalara ve lokal savaşlara dönüşmekle beraber, “soğuk” olarak kalmış ve Dünya 1. ve 2. Dünya Savaşları sırasında yaşananlara benzer bir “felaketle” karşı karşıya kalmamıştır.
Vaşington ile Moskova arasında yaşanan mücadelenin bir özelliği ideolojik temeli olmuştur. “Soğuk Savaş” demokrasi ile yönetilen serbest piyasa ekonomisine sahip ABD (ve müttefikleri) ile tek parti tarafından yönetilen komünist ekonomiye sahip Sovyetler Birliği arasında yaşanmış, mücadele sadece iki başkent (Vaşington ve Moskova) arasında değil tamamen farklı iki (Batı ve Doğu) ideoloji arasında meydana gelmiştir.
Vaşington ile Moskova arasındaki mücadelenin yerel (sıcak) savaşlara dönüştüğü yerler arasında ilk akla gelenler Kore, Vietnam ve Afganistan’dır. Savaştan sonra Yunanistan ve Çin gibi ülkelerde de (milliyetçi ve komünist güçler arasında) iç savaşlar patlak vermiştir. ABD-Sovyetler Birliği mücadelesinin en çekişmeli yaşandığı kıta Avrupa olmuş, 2. Dünya Savaşı sırasında 4’lü (Sovyetler Birliği, ABD, İngiltere ve Fransa) işgale uğrayan Almanya ve başkenti Berlin adeta Soğuk Savaş’ın bir sembolü haline dönüşmüştür. Doğu ve Batı Berlin arasındaki duvarın Avrupa’yı ikiye bölen “Demir Perde” içindeki sembolik rolünün “Soğuk Savaş’a” da damgasını vurduğunu söylemek mümkündür.
İşte NATO, 2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin, Dünya Barışını korumak için kurulan Birleşmiş Milletlere rağmen, hızla bozulduğu bir dönemde 1949 yılında kurulmuş, varlığını bugüne kadar( 70 yıl) sürdürebilmiştir. NATO üyesi ülkelerin Dışişleri Bakanları 4 ve 5 Nisan tarihlerinde Vaşington’da toplanarak, İttifakı kuran Vaşington Anlaşması’nın 4 Nisan 1949 yılında imzalanmasının 70. yılını anmakta ve kutlamaktadır.
Türkiye Batılı müttefiklerinden olumlu bir yanıt alamayınca alternatif satıcı aramak zorunda kaldı. Çin ile bile görüşüldü. Hatta bir ara füzelerin Çin’den alınması söz konusu oldu. Sonuçta Rusya, Ankara’nın istediği şartlardan, S-400 hava savunma sistemini Türkiye’ye satmaya razı oldu. S-400 füzelerinin satış işlemleri tamamlandı. Rusya’nın S-400 füzelerini bu sene içinde Türkiye’ye teslim etmeye başlaması öngörülüyor.
Türkiye’nin S-400 savunma sistemini Rusya’dan alacağını açıklamasından sonra ABD’den itirazlar gelmeye başladı. ABD, Türkiye’nin S-400 hava savunma sistemini almasını istemediğini ortaya koymaya başladı ve ABD’den bu konuda gelen açıklamalar zaman zaman Vaşington’un bu konu ile başka konular arasında ilişki kurduğunu gösterdi.
Türkiye’nin ABD’den F-35 savaş uçakları alma projesi de var. Türkiye F-35 savaş uçaklarını sadece satın almıyor, bu uçakların yapımına da katılıyor. F-35 savaş uçaklarının bazı parçaları Türkiye’de üretiliyor. Başta TAI (Türk Havacılık ve Uzay Sanayii) olmak üzere 7 Türk şirketi başından beri F-35 projesi içinde yer alıyor.
Türkiye’nin F-35 savaş uçakları projesine ilgisi 2008 yılında başlamıştır. Türkiye F-35 savaş uçağı üretim projesine katılan ilk 9 ülke arasında yer almaktadır. Bu ülkeler Türkiye dışında ABD, Avusturalya, Kanada, Danimarka, İtalya, Hollanda, İngiltere ve Norveç’tir. Daha sonra İsrail, Japonya ve Kore gibi ülkeler de projeye katılmış ve F-35 savaş uçağı alacaklarını açıklamışlardır.
Türkiye bazı parçalarını ürettiği F-35 savaş uçaklarından 100 adet almayı planlamaktadır. Bu 100 uçağın Türkiye’ye maliyetinin 10 milyar dolar olacağı hesaplanıyor. Türkiye’nin F-35 projesi için şimdiye kadar 1,2 milyar dolar harcadığı bilgisi basında yer alıyor.
ABD Yönetimi’nden F-35 projesi ile Türkiye’nin S-400 satımı alımı arasında bağ kuran açıklamalar gelirken geçen sene ABD Kongresi’nin ABD Savunma Bütçesine bir madde ekleyerek bu bağı açıkça kurduğu ve ABD Savunma Bakanlığından Türkiye-ABD ilişkileri konusunda bir rapor istediği de hatırlanıyor.
Özellikle ABD Kongresi’nden F-35 projesi ile S-400’ler arasında doğrudan bağ kurma girişimleri gelirken Türkiye’nin satın aldığı savaş uçaklarından 2’sinin üretici Lockheed Martin firması tarafından geçen sene Türkiye’ye teslim edildiği de hatırlarda. Bu uçaklar halen ABD’de ve Türk pilotların uçaklarla eğitimleri Arizona eyaletindeki Luke Hava Üssü’nde devam ediyor. Bu iki F-35 savaş uçağının bu sene Kasım ayında Türk pilotlarca Türkiye’ye getirilmesi ve Türk Hava Kuvvetleri’ne katılması bekleniyor. Basın haberlerinde üretici firmanın kısa bir süre içinde 2 F-35 savaş uçağını daha Türkiye’ye teslim edeceğine ve Türk pilotların bu uçaklarla eğitim faaliyetlerinin ABD’de başlayacağına işaret ediyor.
Diğer bütün konularda olduğu gibi F-35 savaş uçakları konusunda da ABD’den farklı açıklamalar, farklı tutumlar gelmeye devam ediyor. Daha geçen hafta başında ABD Savunma Bakan Vekili Patrick Shanahan Türkiye’nin F-35 projesine katkısının devamını desteklediğini, ancak Vaşington’un Türkiye’nin ABD’den Patriot hava savunma sistemi alması gerektiğini ifade etmiş, bu durum Vaşington’un F-35’lerle S-400’ler arsında doğrudan bir bağ kurmayacağı şeklinde yorumlanmıştır.
Golan Tepeleriyle ilgili “Başkanlık Kararı” 25 Mart Pazartesi günü Beyaz Saray’da, Başkan Trump’ın İsrail Başbakanı Netanyahu’yla yaptığı görüşmeden sonra düzenlenen törenle imzalandı. Başkan Trump kararı imzaladığı kalemi Başbakan Netanyahu’ya hediye etti.
Başbakan Netanyahu törende Başkan Trump’a övgüler yağdırdı, Başkan Trump’ın tarihteki üç önemli şahsiyetle birlikte Yahudilerin ve İsrail’in en büyük “dostları” arasında şimdiden yer aldığını vurguladı.
Başbakan Netanyahu’nun bahsettiği tarihi şahsiyetlerden birisi Lord Balfour’du. Arthur Balfour 1916-1919 yılları arasında İngiltere Dışişleri Bakanlığı yapmıştı. Lord Balfour 1917 yılında İngiltere’deki Zionist hareketin lideri Lord Rothschild’a o dönemki İngiltere hükümetinin Filistin’de bir Yahudi anavatanı kurulmasını onayladığını belirten mektubu göndermişti. Daha sonra Balfour Deklarasyonu olarak tanınan bu mektup 1948’de İsrail Devleti’nin kurulmasına giden süreçte bir dönüm noktasıydı.
Başbakan Netanyahu’nun bahsettiği ikinci isim Başkan Truman’dı. Başkan Truman 2. Dünya Savaşı’ndan sonra İsrail Devleti’nin kurulmasında önemli bir rol oynamış, Başkan Truman yönetimindeki ABD 1948 yılında kurulan İsrail Devletini tanıyan ilk ülke olmuştu.
İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour ve ABD Başkanı Truman’ın İsrail Devletinin kurulmasındaki rol ve destekleri iyi bilindiği için Başbakan Netanyahu’nun Başkan Trump’ı bu şahsiyetlere benzetmesi, Trump’ın adını bu şahsiyetlerle birlikte sayması normal karşılandı. Ancak esas ilgi Başbakan Netanyahu’nun ismini andığı 3. tarihi şahsiyet üzerinde toplandı.
Başbakan Netanyahu’nun Yahudilerin tarihteki en büyük “dostları” arasında saydığı 3. kişi 2.500 yıl önce yaşamış olan Pers Kralı Büyük Cyrus (2.Kiros) idi. Yahudiler Büyük Cyrus’un kendilerini esaretten kurtardığına, Büyük Cyrus döneminde Filistin’e geri dönmelerine izin verildiğine ve Kudüs’teki 2. büyük Yahudi Mabedinin bu dönemde kurulduğuna, bu Mabedin daha sonra Roma İmparatorluğu döneminde yıkıldığına inanıyorlar.
Büyük Cyrus’un bugünkü önemi ise Başkan Trump’ın Evangelist seçmen tabanının Hıristiyanların kutsal kitabı olan İncil’de de yer alan bu tarihi hikayeye inanması, Başkan Trump’ın bugünkü Büyük Cyrus olduğu yönündeki görüşün Amerikan Evangalist seçmen tabanında yayılmak istenmesi.
Başbakan Netanyahu’nun Beyaz Saray’daki imza “töreninde” Pers Kralı Büyük Cyrus’dan bahsetmesinin ve Başkan Trump ile Kral Cyrus arasında (Yahudilerin dostları olarak) benzerlik kurmasının esas hedefinin 2020 Amerikan seçimleri olduğuna işaret ediliyor. Golan’la ilgili son gelişmelerin Başbakan Netanyahu’nun İsrail’de 9 Nisan’da ve Başkan Trump’ın ABD’de 2020 yılı Kasım ayında yapılacak seçimlerde ellerinin kuvvetlenmesine hizmet etmek amacını taşıdığına inanların sayısı oldukça çok.
Nitekim İİT İstanbul Toplantısı’ndan sonra yayınlanan sonuç bildirisinde de ağırlıklı olarak bu konuya yer verildi. Toplantı sonucunda yayınlanan bildiride 15 Mart’ın “İslamafobiye karşı Uluslararası Dayanışma Günü” olarak ilan edilmesi istenildi, BM ile Avrupa Konseyi’nden dini nefret, düşmanlık ve şiddet eylemlerinin izlenmesi ve rapor edilmesi için birer gözlem mekanizmaları kurmaları talep edildi. Sonuç bildirisinde BM Genel Kurulu’nun özel bir oturumla toplanması ve bu oturumda İslamafobinin ırkçılığın bir biçimi olduğunun ilan edilmesi çağrısı da yer aldı.
Yeni Zelanda Dışişleri Bakanı Winston Peters de davet üzerine Türkiye’ye gelerek, İİT İstanbul Toplantısı’na katıldı. Esasen Yeni Zelanda’nın Christchurch terör saldırısı karşısında aldığı tutum son derece olumluydu. Bu durum İİT İstanbul Toplantısı’nın bitiminde kabul edilen sonuç bildirisinde de yansıtıldı. Özellikle Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern’in Yeni Zelanda’da meydana gelen bu terör saldırısı sonrasındaki tutumu örnek olacak şekildeydi. İİT İstanbul Toplantısı sonuç bildirisinde de Başbakan Ardern’in kararlı tutumunun memnuniyetle karşılandığı ve takdir edildiği kaydedildi.
Türkiye’nin önünde Yeni Zelanda ile dayanışma gösterilmesi ve tarihi acı olayların bugün ülkeler arasında dostluk bağlarının güçlenmesi yönünde nasıl kullanılması gereğinin vurgulanması için önemli bir fırsat bulunmaktadır. Çanakkale Savaşı ve Anzak Günü’nü anma amacıyla önümüzdeki 24 Nisan’da Çanakkale’de yapılacak törenlere Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Arden’in özel olarak daveti Dünya verilebilecek iyi bir dostluk mesajı olacaktır.
Christchurch cami saldırılarını görüşmek amacıyla yapılsa da, İİT İstanbul Toplantı’sında gerçekleştirilen konuşmaların önemli bölümünde İslam Dünyasını ilgilendiren başka bir olay, ABD Başkanı Trump’ın (toplantının yapılmasından çok kısa bir zaman önce gelen) Golan Tepeleriyle ilgili ifadeleri vardı.
Geçen hafta Başkan Trump’ın İsrail’in Golan Tepelerini ilhakını tanıyacağı yönündeki ifadeleri Dünya’da ciddi bir tepki yarattı. Başkan Trump aradan geçen 52 yıldan sonra artık Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıma zamanı geldiğini belirterek, ABD’nin bu kez de İsrail’in Golan’da genişlemesini destekleyeceği mesajını vermiş oldu.
Golan Tepeleri 1967 İsrail-Arap Savaşı sırasında İsrail tarafından işgal edilen 1.800 km2 büyüklüğünde bir Suriye toprağı. Suriye Golan’ı 1973 İsrail-Arap Savaşı sırasında geri almayı denedi, ama başarılı olamadı. Golan Tepeleri 1967 yılından beri, yani 52 yıldan bu yana İsrail işgali altında. Ama uluslararası hukuka göre Golan Tepeleri hala İsrail işgalindeki, İsrail kontrolü altında bulunan bir Suriye toprağı olarak sayılıyor.
İsrail 1981 yılında Golan Tepeleri’ni ilhak ve kendi kanunlarının bu bölgede geçerli olduğunu kabul eden bir kanun kabul etmiştir. Ama İsrail’in Golan Tepeleri’ni ilhakı uluslararası toplum tarafından tanınmamıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 1981 yılında kabul ettiği bir kararla İsrail’in Golan’ı ilhak kararını “yok ve geçersiz” saymış, BM ve uluslararası toplum açısından Golan Tepeleri işgal altındaki Suriye toprakları olarak kalmıştır.
İsrail’in ilhak kararından sonra çok sayıdaki Yahudi Golan Tepelerine yerleşmeye başlamış, Golan bölgesinde yaşayan İsrail vatandaşı sayısı 20 bine ulaşmıştır. İsrail işgali sırasında Golan’dan kaçan 150 bin civarındaki Suriyeli ülkenin diğer bölgelerine yerleşmiştir. Golan’da kalmaya devam eden 20 bin civarındaki Suriyeli (çoğunluğu Dürzidir) daha sonra İsrail’in vatandaşlık önerisini kabul etmemiştir.
Yeni Zelanda ve Avusturalya Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere’ye bağlı ve İngilizler Çanakkale Boğazı’nı geçerek Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’u ele geçirme çabalarında bu iki sömürgesinden topladığı askerleri de kullanmıştır. Çanakkale Savaşları Yeni Zelanda ve Avusturalya’nın tarihinde de çok önemli bir rol oynamış, bu iki ülkenin bağımsızlığa kavuşma sürecinde bir dönüm noktası olmuştur. Anzak güçleri adı altında Çanakkale Savaşı’na asker gönderen Yeni Zelanda ve Avusturalya özellikle Gelibolu yarımadasındaki kara savaşlarında çok büyük kayıplar vermişlerdir.
Birinci Dünya Savaşı sırasında düşman olmalarına ve savaşmalarına rağmen bugün Türkiye ile Yeni Zelanda ve Avusturalya aralarında sağlam bir dostluk kurabilmişler, Çanakkale Savaşlarını bir dostluk köprüsü haline dönüştürülebilmişlerdir. Çanakkale kara savaşları için 104. yıl anma törenleri her sene olduğu gibi bu yıl da, Yeni Zelanda ve Avusturalya’dan üst düzey yetkililerin, savaşta hayatını kaybeden ve yaralananların torunlarının katılımıyla, 24 Nisan günü yapılacaktır.
Ancak maalesef geçen Cuma günü Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrinde 28 yaşındaki bir Avusturalyalı iki camide katliam gerçekleştirmiş, saldırıda 50 Müslüman hayatlarını kaybetmişlerdir. Bu terör olayına Avusturalyalı bir teröristin gerçekleştirdiği izole bir nefret saldırısı olarak bakma imkanı yoktur. Avusturalyalı teröristin Dünya’ya göndermeyi amaçladığı ırkçı, yabancı düşmanı, islamafobik mesajın arkasında ne yazık ki organize bir düşünce, bir müddetten beri Batı’da yayılmasına çalışılan, bazı politikacılar tarafından da desteklenen bir davranışlar bütünü yatmaktadır.
Son zamanlarda Batı toplumlarında organize bir şekilde yayılmasına çalışılan, popülist politikacılar tarafından aktif bir şekilde desteklenen ırkçı, yabancı düşmanı, islamafobik bu düşünceler çoğunlukla beyaz ırkın üstünlüğü şeklini almakta, köklerini tarihin nefret politikalarına ve dönemlerine dayandırmaktadır. Tarihteki din ve ırk esasına dayanan savaşların özlemini taşıyan bu düşünce ve davranış biçimleri Batı dünyasında yayılmakta ve destek bulabilmektedir.
Yeni Zelanda’daki ırkçı saldırısını gerçekleştiren saldırganın ailesinden gelen açıklamalar, terörist Brenton Tarrant’ın nefret üzerine kurulan bu düşünce ve davranış biçimiyle son dönemlerde karşılaştığını, teröristin Avusturalya dışına yaptığı ziyaretlerin ırkçı, yabancı ve İslam düşmanı bir terörist haline dönüşmesinde rol oynadığına işaret etmektedir. Teröristin iki camideki cinayetlerini işlemeden önce kaleme aldığı bildirideki Türk karşıtı görüşler, katliamında kullandığı silahlar üzerindeki yazılar esasında Avrupa’daki nefret söylemlerini akla getirmekte, bu nefret dilinin Batı’da vardığı seviyeyi gözler önüne sermektedir.
Nefret üzerine kurulu düşünce ve davranış biçimlerinin bugün Dünya’da yeni bir “kutsal savaş” özlemi içinde olduklarına şüphe bulunmamaktadır. Uluslararası ilişkilerde bir kez daha ırkçı söylemlerin hakim olmasının önlenmesi, yabancı düşmanlığı ve kültürel ayrımcılık ile nefret üzerine kurulu politikalardan uzak durulması büyük önem taşımaktadır. Dini ve kültürel değerleri hedef alan davranış ve politikalara müsamaha gösterilmemesi; ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve ayrımcılık üzerinden siyaset yapanların desteklenmemesi önem kazanmaktadır.
Bu yönde sosyal medyaya da büyük görev düşmektedir. Christchurch saldırılarından sonra nefret mesajlarını yaymakta oynadıkları rol nedeniyle “facebook”, “twitter” gibi sosyal medya aracıları yoğun eleştirilere hedef olmuşlardır. Christchurh saldırısından sonra Hollanda’nın Utrecht kent merkezinde patlak veren terörist saldırı, amacı henüz belli olmasa da, terörizmin mevcut uluslararası sistem için ortaya çıkarttığı tehdidi bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır. Eğer terörizme karşı uluslararası bir işbirliği ve ortak dayanışma isteniyorsa “çifte standartlı” davranışlardan mutlaka kaçınılması gerekmektedir.
Belçika yargı sisteminin geçen hafta aldığı, PKK mensubu teröristlerin Belçika’da yargılanamayacakları yönündeki karar, PKK’yı terör örgütü olarak kabul eden bir ülkeden gelmesi sebebiyle hayret yaratmakta, bazı ülkelerin terörizmle mücadele konusunda hala “ciddi” olmadıkları mesajını vermektedir. Batı ülkelerinden geçmişte terörizmle mücadele konusunda birçok kez “çifte standartla” karşılaşan Türkiye için çok büyük bir sürpriz olmasa da, bu tip davranışların uluslararası toplumun terörizmle mücadelesini zayıflattığı, terörizme karşı ortak bir cephe kurulmasını güçleştirdiği açıktır.
Lizbon Anlaşması’na göre İngiltere’nin çıkmak için yaptığı resmi müracaatın 6 aylık süresi 29 Mart 2019 tarihinde doluyor ve İngiltere’nin bu tarihte AB’den ayrılması gerekiyor. Ama İngiltere ile AB’nin “ayrılmayı” düzenlemek için yaptıkları Anlaşma İngiltere Parlamentosu tarafından onaylanmadığı için şimdi bu ayrılmanın (Brexit) “anlaşmasız” olması gerekiyor. Yani üyelikten ayrılışından sonra İngiltere ile AB arasındaki ilişkilerin düzenlenmeden bu ülkenin AB’den çıkışı söz konusu. Buna “sert çıkış” veya “sert Brexit” de deniyor.
Geçen hafta İngiltere’de yapılan oylamaların ilkinde Parlamento yine büyük bir çoğunlukla Başbakan Theresa May’ın AB ile yaptığı Brexit (çıkış) Anlaşmasını onaylamayı 2. kez reddetti. Parlamento ikinci oylamada anlaşmasız (sert) bir çıkışı istemediğini ortaya koydu. Üçüncü oylamada Parlamento Brexit için tekrar halk oylamasına gidilmesi alternatifini, yani İngiltere halkına AB üyeliğini isteyip istemediğinin tekrar sorulmasını reddetti. Dördüncü oylamada ise Parlamento AB’den (Brüksel’den) Brexit tarihini ertelemesi için ek müddet istemesini onayladığını gösterdi.
İngiltere Parlamentosu’ndaki bu Brexit “oylamaları” İngiltere’de Brexit ve Brexit’in nasıl “gerçekleştirileceği” konusundaki görüş ayrılıklarını ve “kafa karışıklığını” ortaya koymaktadır. Parlamento bir yandan Başbakan May’ın, uzun bir süre AB ile yaptığı müzakereler sonucu ortaya çıkan, Brexit Anlaşmasını onaylamamakta, ancak anlaşmasız bir çıkışı da (sert Brexit) istememektedir. Parlamento tekrar başa dönüp İngiliz halkına AB üyeliğine evet veya hayır demesi imkanının verilmesini, yani AB üyeliği konusunda ikinci bir referandum yapılması alternatifini kabul etmemekte, buna karşılık Brexit’in 29 Mayıs yerine daha geç bir tarihte gerçekleşmesini, yani çıkış tarihinin ertelenmesini kabul etmektedir.
Konuyla ilgili yapılan yorumlarda Başbakan Theresa May’in Brexit stratejisini baştan itibaren İngiltere’nin AB üyeliğinden bir anlaşmayla çıkmak üzerine kurduğuna, bu yönde uzun müzakerelerden sonra AB ile (Brüksel’le) bir Anlaşmayı ortaya çıkarttığına, ancak Başbakan May’in varılan bu Anlaşmayı bırakın İngiliz Parlamentosu’na kendi Hükümetine bile kabul ettiremediğine işaret edilmektedir. Nitekim İngiltere-AB Brexit Anlaşmasına olan tepki nedeniyle Başbakan May kendi hükümet üyelerini bile Parlamento’daki oylamalarda (istedikleri şekilde oy vermek konusunda) serbest bırakmak zorunda kalmıştır.
Brexit Anlaşmasına duyulan tepkiye rağmen Başbakan May’in stratejisi değişmemiş, May Anlaşmayı onaylatmaya zorlamak amacıyla Parlamentoyu Anlaşmayı onaylamak veya anlaşmasız sert Brexit seçenekleriyle baş başa bırakmayı denemeye devam etmiştir. İngiliz Parlamento’sundaki son oylamalar sonucu ortaya çıkan durumda Başbakan May’in AB’den (Brüksel’den) Haziran ayı sonuna kadar bir erteleme isteyeceği ve bu süre içinde AB ile vardığı Brexit Anlaşmasını Parlamento’dan geçirmeyi bir kez daha (3.kez) deneyeceği konuşulmuştur. Brexit’in gerçekleşeceği 29 Mayıs tarihine sadece 10 gün kadar bir zaman kalması durumu ilginç bir hale getirmekte, Dünya kamuoyunun dikkatlerinin Brexit üzerine çevrilmesine sebep olmaktadır.
Esasen Başbakan May’ın önünde başka bir seçenek de kalmamış görünmektedir. AB (Brüksel) Anlaşmayı yeniden müzakere etmeye yanaşmamaktadır. İngiliz Parlamentosu’nun Brexit Anlaşmasını ilk oylamasından sonra Başbakan May Anlaşmayı Brüksel’le görüşmeye çalışmış, Anlaşmaya getirilen bazı yorumlara dayanarak giriştiği Anlaşmayı Parlamento’dan 2.kez geçirme teşebbüsü de başarısız olmuştur.
Son olarak Londra’dan gelen haberler ise Başbakan May’in Brexit Anlaşmasını bu hafta içinde Parlamento’ya getirebileceğine ve Anlaşma üzerindeki 3 oylamanın bu hafta içinde yapabileceğine işaret etmektedir. Başbakan May’in bu kez Parlamento’yu Brexit Anlaşmasının onaylanmaması halinde AB’den (Brüksel’den) “uzun bir erteleme” isteyeceği (böylece Brexit’in uzun bir süre gerçekleşmeyeceği) hususuyla ikna ve Anlaşmayı onaylamaya razı etmeye çalışacağı izlenmektedir.
AB’nin (Brüksel’in) İngiltere’ye Brexit’in uygulanması için “uzatma” tanıyıp tanımayacağı da henüz açıklık kazanmamıştır. Şimdiye kadar AB yetkililerinin yaptığı açıklamalar (yararlı olması halinde) AB’nin uzatmaya karşı çıkmayacağına işaret etmiştir. Geçen hafta ortaya çıkan durum ise AB’nin artık İngiltere’den Brexit konusunda kesin bir karar beklediğini ortaya koymaktadır. Uzatma olsa da AB’nin (Brüksel’in) Brexit Anlaşmasını yeniden müzakere etmek istemediği ortaya çıkmakta, durum daha da karmaşık bir hal almakta, Londra’daki “kafa karışıklığı” ve “kararsızlık” Brüksel’i de etkilemektedir.