Ancak Türkiye, Orta Doğu gibi, coğrafyasındaki diğer bölgelerde Balkanlar, Kafkasya, Karadeniz ve Doğu Akdeniz’de ciddi ve her an dış politika gündeminde ön plana çıkabilecek, krize dönüşebilecek sorunlarla karşı karşıyadır.
Karadeniz’de Rusya-Ukrayna çatışması devam etmekte, Rusya’nın Kırım’ı işgali ve daha sonra ilhak etmesi sadece Rusya-Ukrayna ilişkilerini değil, Rusya’nın tüm Dünya ile bağlarını olumsuz bir şekilde etkilemeye devam etmektedir. Ukrayna’nın bazı doğu eyaletlerini kapsayan Rusya destekli ayaklanma sürmekte, Ukrayna bu bölgelerde kontrolünü sağlayamamaktadır.
Karadeniz’de Türkiye için en ciddi potansiyel tehlike üyesi olduğu NATO ittifakı ile (yakın ilişkiler kurduğu) Rusya arasında bölgedeki dengelerin değiştirilmek istenmesi, askeri bir tırmanma yaşanması, Karadeniz’deki istikrarın bozulmasıdır. Bugün Karadeniz’e sahildar Bulgaristan ve Romanya NATO üyesidir. Moskova, NATO’nun Moldova, Gürcistan ve Ukrayna’yı da içine alacak şekilde Karadeniz’de daha fazla genişlemesine karşı çıkmakta, Batı ile ilişkileri konusunda dikkatli davranmaya zorlamak için, bu üç ülkedeki ayrılıkçı hareketlere ve bağımsızlığını ilan eden mini devletlere destek sağlamaktadır.
Doğu Akdeniz’deki durum Ankara için giderek sorunlu bir hal almakta, Kıbrıs meselesi çözümsüzlüğünü sürdürürken, Türkiye’nin karşısında bir “blok” oluşturulmaya çalışılmaktadır. Doğu Akdeniz’deki sorunun temelinde bölgede doğal gaz bulunması ve kıyıdaş ülkelerin Doğu Akdeniz’in deniz tabanında bulunan doğal gazı ve diğer zenginlikleri paylaşma endişesi yatmaktadır.
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Ada çevresindeki deniz zenginliklerine tek başına sahip çıkmaya çalışmakta, Türkiye ise bir yandan Doğu Akdeniz’de kendi, diğer yandan Kıbrıs Türk Toplumu haklarını savunmaya çalışmakta ve bu konuda kararlı olduğunu Dünya’ya ilan etmektedir. Kıbrıslı Rumların Yunanistan’la işbirliği halinde bazı bölge ülkelerini (Mısır ve İsrail) ve küresel güçleri (ABD ve Fransa) soruna bulaştırma ve yanına çekme gayretleri Doğu Akdeniz’de kriz ve tırmanma tehlikesini arttırmaktadır.
Bölünmüş Kıbrıs Adası’nı üyeliğe kabul ederek Kıbrıs Sorununun çözümünü daha da zorlaştıran ve nerede ise imkansız hale getiren Avrupa Birliğinin şimdi Doğu Akdeniz’deki sorunlarda Kıbrıs Rumlarını destekler açıklamalar yapması Brüksel’in Kıbrıs’a bakışının ne kadar çarpıklaştığını ve kendi ortaya koyduğu “temel prensiplerle” bile çatıştığını ortaya çıkartmaktadır. Görünen tablo bazı AB üyesi ülkelerin Kıbrıs meselesini ve Doğu Akdeniz’deki sorunları kendi çıkarlarına ve Türkiye’yi AB dışında tutma konusundaki kararlılıklarına alet ettikleri yönündedir.
Ankara açısından Kafkasya istikrarsızlığını korumaktadır. Ermenistan’ın değişmez tarihi bir “gerçek” olarak kabul ederek, iki ülkenin ortak geçmişine getirdiği “yorumların” esiri haline geldiği görülmektedir. Ermenistan’ın Türkiye ile ilişkilerini, 1915 olayları ve Türk-Ermeni tarihi konusunda getirdiği “yorumlar” üzerine inşa etmek istemesi, başlangıçtan beri Ankara-Erivan ilişkilerinin sağlam ve gerçekçi bir zemin üzerine oturtulmasını imkansız hale getirmiştir.
Kafkasya’daki istikrarsızlığın temel sebebi Ermenistan-Azerbaycan ilişkilerindeki sorunlardır. Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarının %20 kadarını işgali altında tutması, Karabağ Sorununun devamı Kafkasya’da normalleşmenin önünde önemli bir engel olarak ortaya çıkmaktadır. Her ne kadar Gürcistan-Rusya ilişkileri bir ölçüde normale dönmüş gibi gözükse de, Güney Osetya ve Abhazya sorunları ve Moskova’nın bu iki “ayrılıkçı” yapıya verdiği destek devam etmektedir.
İsrail’de seçimler 9 Nisan 2019 tarihinde yapılmış, hem iktidardaki Likud hem de ana muhalefetteki Mavi ve Beyaz Partisi 35’şer milletvekili çıkartmıştı. Mavi ve Beyaz Partisi lideri Benny Gantz’ın seçim gecesi tam sonuçları beklemeden erken bir saatte “partisinin zaferini” ilan etmesi daha sonra eleştirilmiş, gerçekten de seçimde Başbakan Netanyahu’nun Likud Partisi çok az bir oy fazlasıyla birinci Parti çıkmıştı.
9 Nisan Seçiminde Likud % 26.46, Mavi ve Beyaz Partisi ise % 26.13 oranında oy aldı. Seçim gecesinin sonunda “zaferi” kutlayan Başbakan Benjamin Netanyahu idi. Başbakan Netanyahu’yu ilk kutlayan yabancı lider de ABD Başkanı Trump oldu. Ancak şimdi Netanyahu’nun da “zafer kutlamasının” erken olduğu ortaya çıkmış durumda. İsrail, Başbakan Netanyahu’nun isteği doğrultusunda yeniden bir seçime gidiyor ve yaz aylarının İsrail’de iç politika çekişmeleriyle geçeceği anlaşılıyor.
9 Nisan Seçimleri esasen erken bir seçimdi. Normal olarak İsrail’de Parlamento Seçiminin bu yılın Kasım ayında yapılması gerekiyordu. Ancak Hükümeti içindeki görüş ayrılıklarından ve hakkındaki yolsuzluk soruşturmalarından “sıkılan” Başbakan Netanyahu erken seçim kararı aldı. Başlangıçta Netanyahu 9 Nisanda istediğini elde etmiş ve yeni İsrail hükümetini kurabilecek gibi görünüyordu.
Ancak, Başbakan Netanyahu’yu erken seçime zorlayan sorun hükümet çalışmaları sırasında da devam etti ve Netanyahu’nun başarısızlığına neden oldu. İsrail kurulduğundan beri Haredi adı verilen aşırı-dinci Yahudiler askerlik yapmıyor ve askerlik servisinden muaf tutuluyorlar. Bu şimdi de böyle. Ancak aşırı milliyetçi (ancak seküler) olan Parti ve gruplar bu durumun değişmesini ve Haredilerin de zorunlu olarak askerlik yapmasını istiyorlar.
İşte Başbakan Netanyahu’nun aşırı dinci ve aşırı milliyetçi partilerden oluşan Hükümeti’nin önündeki en büyük sorun buydu. Aşırı dinci Partiler Haredilere sağlanan muafiyetin devam etmesini isterken, (o zaman Savunma Bakanı da olan) Avigtor Lieberman’ın İsrail Evimiz Partisi muafiyetin kaldırılması ve
Haredilere askerlik yolunun açılması konusunda ısrarlıydı. Şimdi seçimlerden sonra durumun değişmediği ortaya çıktı ve aynı sorun Başbakan Netanyahu’nun bir koalisyon hükümeti kurmasını önledi.
İsrail Parlamentosu Knesset 120 üyeden oluşuyor. Hükümet kurabilmesi için Likud Partisi lideri Netanyahu’nun en az 61 sandalyenin desteğini sağlaması gerekiyor. Bu da Netanyahu’nun kendi partisinin 35 sandalyesi dışında en az 26 milletvekilinin daha desteğini sağlaması ve Likud öncülüğünde kurulacak yeni koalisyon hükümetine 4 küçük partinin girmesi zorunluluğunu doğuruyor.
İsrail Parlamentosu Knesset’e 9 Nisan seçimlerinde %2.75 barajını geçerek girebilen 11 Parti var. Bunlardan 2’si İsrailli Arapların kurduğu Partiler. Diğer 4 Parti de sol ve merkez sol eğilimli. Knesset aritmetiği Likud Partisinin diğer 4 (dinci ve aşırı milliyetçi) Parti ile koalisyon hükümeti kurmasını zorunlu hale getiriyor ve Likud ile diğer 4 partinin sandalye sayısı hükümet kurmak için gerekli 61 rakamına ancak ulaşıyor.
Obama Yönetimi döneminde ABD Savunma Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı görevinde bulunan Andrew Exum geçen hafta ABD Kongresi’nin Temsilciler Meclis kanadında yapılan bir toplantıya katıldı. Exum’um Obama Yönetimi’nin Suriye’de Beşar Esad rejiminin düşürülmesi politikasından vazgeçtiğini, Esad rejiminin düşmesi halinde ortaya çıkacak “belirsizliğin” Obama Yönetimini rahatsız ettiğini, bunun üzerine Rusya ile temasa geçildiğini açıkladı.
Andrew Exum’un verdiği bilgilerden Obama döneminde Beşar Esad rejiminin çökmesinin Suriye’de yaratacağı “belirsizliğin” Vaşington’da giderek artan ölçülerde “korkuya” neden olduğu, bu “korkunun” 2015 yılında en üst düzeye çıktığı ve ABD Savunma Bakanlığı’nın dönemin ABD Başkanı Barack Obama’nın doğrudan talimatı üzerine Rusya ile temasa geçtiği anlaşılıyor.
Andrew Exum Rusya ile Suriye konusunda yapılan görüşmelerde neler konuşulduğunu açıklamadı. Ancak 2015 yılında Rusya’nın Suriye’ye doğrudan müdahale ettiği, Rusya’nın bu askeri müdahalesinin Beşar Esad rejimini düşmekten kurtardığı, bundan sonra Şam rejiminin güçlendiği ve Suriye’nin büyük bir bölümünde kontrolü ele geçirdiği biliniyor.
Bilinen diğer bir husus da Obama Yönetimi’nin Rusya’nın 2015 yılında Suriye’ye doğrudan askeri müdahalesine karşı çıkmadığı ve Rusya’nın bu müdahalesini hiçbir uluslararası karşı çıkma olmadan kolaylıkla gerçekleştirmiş olduğudur. Bu çerçevede bütün işaretler Obama Yönetimi’nin Rusya’yı Şam rejimini “kurtarmak” amacıyla Suriye’ye müdahale etmeye “teşvik ettiğini” göstermektedir.
Andrew Exum’un Temsilciler Meclisi toplantısında verdiği bilgiler Obama Yönetimini Suriye’de politika “değiştirmeye” ve Beşar Esad rejiminin düşmemesi yönünde “gayret göstermeye” teşvik eden diğer hususun da “İsrail’in güvenliğinin tehlikeye atılmaması” olduğunu ortaya koymaktadır. Exum, Şam rejiminin “kurtarılması” için Rusya ile işbirliğine girildiğini, Esad rejiminin devrilmemesi için Rusya ile “temasa geçilmesi” talimatını doğrudan Başkan Barack Obama’nın verdiğini ifade etmiştir.
Andrew Exum’un verdiği ilginç bir bilgi de 2015 yılından sonra ABD’nin Suriye’deki çıkarlarını yeniden tanımladığı ve önceliğin “İsrail’in güvenliğine ve DEAŞ’ın yenilmesine” verildiğini göstermektedir. Obama döneminin Savunma Bakan Yardımcısı Andrew Exum 2015’den sonra Vaşington’un Suriye’de uyguladığı politikayı “yıkıcı başarı” olarak değerlendirmekte ve Vaşington’un Suriye politikasının koordinasyonu için ABD kuruluşları arasında koordinasyonun bu tarihten sonra başladığını açıklamaktadır.
Andrew Exum’un ABD Temsilciler Meclisi’nde verdiği bilgiler ABD’nin 2015 yılında Suriye’de Rusya ile nasıl bir işbirliğine girdiğini ortaya koyması bakımından önemlidir. Bilinmeyen bir diğer husus da Obama Yönetimi’nin Suriye’deki politika değişikliği konusunda Ankara dahil diğer müttefiklerine bilgi verip vermediğidir. “Belirsizliği” önlemek ve “İsrail’in güvenliğini kollamak” için Beşar Esad rejimini “kurtarmak” amacıyla Rusya ile “görüşmelere” ve “işbirliğine” giren Obama Yönetimi’nin, değişen Suriye politikasını bölgesel ve Avrupalı müttefikleri ile “istişare ettiği” yönünde bir bilgi bulunmamaktadır.
Şimdiye kadar elimizdeki bilgiler 2015 yılında Beşar Esad rejimini kurtarmak amacıyla İran’ın da Rusya ile temas kurduğuna, Rusya’nın Suriye’ye doğrudan müdahalesinin İran Devrim Muhafızları Komutanı Kasım Süleyman’ın Moskova’ya yaptığı ziyaretten sonra geldiğine işaret etmekteydi. Esasen Şam rejimini kurtarmak amacıyla ilk dış müdahale İran’ın talimatıyla ( Lübnan’dan Suriye’ye geçen) Hizbullah’tan gelmiş, bu yetmeyince İran kendi özel kuvvetleriyle Suriye savaşına müdahale etmişti. Bu da yeterli olmayınca Tahran’ın (Suriye’ye doğrudan askeri müdahalesini sağlamak için)) Moskova ile temas kurduğu bilinmekteydi.
AB Parlamentosu 751 üyeden oluşuyor. Her 5 yılda bir yapılan seçimlerde AB üyesi ülkelerde var olan partiler seçimlere giriyor ve merkezi Fransa’nın Strazburg şehrinde olan Parlamento’da üye ülkeler nüfusları oranında temsil ediliyor. Bu üye ülke partileri siyasi yelpazenin içindeki yerlerine göre, AB Parlamentosu içinde siyasi bloklar oluşturuyorlar.
AB’nin yürütme organları (AB Komisyonu ve Konsey) Brüksel’de iken AB’nin yasama organı sayılan Parlamento’nun Strazburg şehrinde bulunması bazen dikkat ve eleştiri çekiyor. Ancak, Fransa AB Parlamentosu’nun Brüksel’e taşınmasına karşı çıkıyor ve önlüyor. Her ne kadar genelde aldığı kararlar her zaman bağlayıcı olmasa da AB Parlamentosu önemli ve kararları AB üyesi ülkelerin görüşlerini yansıtabiliyor.
Buna rağmen üye ülkelerde AB Parlamento seçimlerine ilgi “geleneksel” olarak çok fazla değil. 2014 seçimlerinde katılma oranının sadece % 42,5 olduğu hatırlanıyor. Ancak Avrupa’da aşırı sağın yükselişi ve aşırı sağ partilerin üye ülkelerde ortaya çıkarttığı siyasi kutuplaşmanın AB Parlamentosu seçimlerine de ilgiyi bir ölçüde arttırdığı, geçen hafta içinde tamamlanan seçimlere katılım oranının %50’nin üzerine çıktığı izleniyor.
2019 seçimleri AB Parlamentosu içinde de kutuplaşmanın arttığı işaretlerini veriyor. Bir yanda bazen ırkçı, yabancı düşmanı, islamofobik eğilimleri bile yansıtan aşırı sağın, diğer yandan çevreci ve sol eğilimleri savunan yeşillerin Parlamento içinde güçlenmesi önümüzdeki 5 sene içinde AB Parlamentosu içinde artacak bir siyasi mücadelenin habercisi gibi görünüyor.
AB Parlamento seçimlerinin ortaya koyduğu diğer bir işaret de Türkiye-AB ilişkilerindeki zor şartların devam edeceği yönünde. AB Parlamentosunun oluşmakta olan yeni yapısıyla Türkiye’ye ve Türkiye-AB ilişkilerine bakışında yumuşama olmayacağını düşünmek gerekiyor. Ankara’nın AB Parlamentosu seçimlerini her üye ülkede (Türkiye ve Avrupa için) doğuracağı sonuçlar itibariyle yakından izlediğine şüphe yok.
Bununla birlikte 2 ülkede yapılan AB Parlamento seçiminin doğurduğu ve doğuracağı sonuçlar itibariyle daha da ilgi çekici olduğunu, Ankara’nın yakın takibinde bulunduğunu düşünmek mümkün. Bu ülkelerden ilki, AB Parlamento seçimlerine girmesiyle bile dikkat çeken Birleşik Krallık. Birleşik Krallık’ta AB Parlamento seçimini ülkenin AB’den çekilmesini savunan Nigel Farange’in Brexit Partisi’nin kazanması gerçekten ilginç.
Bakıldığında esasen Birleşik Krallığın 31 Mart 2019 tarihi itibariyle AB’den çıkmış ve AB Parlamento seçimlerine de katılmamış olması gerekiyordu. Ancak Birleşik Krallık hala AB üyesi ve AB Parlamento seçimlerine de katılmak zorunda bile kaldı. Ülkede Brexit nedeniyle kafalar Başbakan Theresa May’ın 7 Haziran tarihi itibariyle Muhafazakar Parti liderliğinden ve Başbakanlıktan ayrılacağını açıklamasıyla daha da arttı. Başbakan May’ın ilk önce makam aracının arka koltuğunda çekilen gözleri yaşlı resimleri, daha sonra istifasını açıklarken kendisini tutamayarak ağlaması Dünya kamuoyunun ilgisini bir daha Brexit üzerine çekmiş durumda.
Birleşik Krallık’ta ülkenin AB’den çekilmesi (Brexit) kararının çıktığı referandum 23 Haziran 2016’da yapıldı. Zamanın Başbakanı David Cameron sonucun AB’de kalma yönünde olacağına inanarak referanduma gitti ve beklemediği bir sonuçla karşılaştı. Birleşik Krallık halkı (% 51,9 ayrılma, % 48,1 kalma oyuyla) Brexit’e karar verdi. Bu “beklenmeyen” sonuç Başbakan Cameron’a görevine mal oldu ve istifa etti.
Bu yazımda da Trump Yönetimi’nin İran’la ilişkilerinin hızla bir savaş ortamına sürüklemesine bölgesel ülkelerin nasıl tepki gösterdiklerine, Vaşington-Tahran ilişkilerinin Trump Yönetimi sırasında bozulmasının bölgesel ülkeleri nasıl etkilediğine bakmaya gayret göstereceğim.
Başkan Trump, Vaşington’da yönetime geldiğinden bu yana Orta Doğu’yla yakından ilgilenmekte, ABD’nin Orta Doğu’daki varlığı artmış gözükmektedir. Başkan Trump iktidara geldikten sonra ilk ziyaretini Orta Doğu’ya yapmış, Suudi Arabistan ve İsrail’i ziyaret etmiştir. Başkan Trump’ın İsrail Başbakanı Netanyahu ve Suudi Arabistan kraliyet ailesiyle ilişkilerinin yakın olduğu bilinmektedir.
Trump yönetimi altındaki ABD’nin Orta Doğu politikası şimdiye kadar en fazla Başbakan Netanyahu’ya yaramıştır. Hatta Trump Yönetimi’nin Orta Doğu politikasının Başkan Netanyahu’nun etkisi altında şekillendiğine inananların sayısı çok fazladır. Trump Yönetimi’nin İran, Suriye ve Filistin politikaları ve kararlarından en fazla memnun gözüken bölgesel liderin İsrail Başbakanı Netanyahu olduğuna şüphe bulunmamaktadır.
Başbakan Netanyahu’ya göre Trump’ın ABD’yi İran Nükleer Anlaşması’ndan çekmesi tamamen haklı sebeplere dayanmaktadır. Esasen İran Nükleer Anlaşması’nı ilk eleştiren ülke Başbakan Netanyahu idaresindeki İsrail olmuş; Başkan Trump, Natanyahu’nun Anlaşma’ya yönelttiği eleştirileri aynen kabul etmiştir. Başkan Trump ile Başbakan Netanyahu arasında İran Nükleer Anlaşması’nın “kötü” bir anlaşma olduğu konusundaki görüş birliği tamdır.
Başbakan Netanyahu İran Nükleer Anlaşması’nın yok farz edilmesini, İran’ın yeni bir Anlaşmaya zorlanmasını ve “yeni” Anlaşmanın İran’ın nükleer ve füze programlarının doğurduğu tehdidi tamamen ortadan kaldırmasını ve İran’ın bölgesel politikalarının kontrol altına alınmasının sağlamasını istemektedir. Vaşington’un bu yönde hareket etmesi ve İran’ı zorlayıcı (ekonomik ve askeri) tedbirlere başvurması İsrail’i son derece memnun etmiştir.
Başbakan Netanyahu’nun, nükleer ve füze programlarına devam etmesi halinde, İran’a karşı askeri operasyonları savunduğu, gerekli olması halinde İran’ın nükleer tesislerinin askeri operasyonlarla yok edilmesini istediği bilinmektedir.
Her ne kadar Başkan Trump İran’a karşı askeri operasyonlara çok sıcak görünmese de, Vaşington’un Tahran’a karşı attığı adımların ABD’yi kaçınılmaz olarak İran’la askeri bir çatışmaya doğru sürükleyebileceği açıktır. Başkan Trump olmasa da Beyaz Saray Milli Güvenlik Danışmanı John Bolton’un İran “meselesinin” sonuçta askeri müdahaleyle halledilebileceğine inandığına, Vaşington’da Başbakan Netanyahu’nun “askeri seçenek” konusunda da müttefiklerinin olduğuna işaret edenler de bulunmaktadır.
Başbakan Netanyahu, İsrail’in çıkarları için en ciddi tehlikenin İran’dan geldiğine inanmakta, İran tehdidinin (her türlü yolla) karşılanması gerektiği savunmaktadır. İsrail’in kendisi nükleer bir güç olmasına rağmen, Başbakan Netanyahu’nun İran’ın nükleer ve füze programlarını ülkesinin “hayati” çıkarları için “tehdit” olarak gördüğü, bunun da dışında İran’ın bölgede güçlenmesinden, artan nüfuz ve etkisinden, özellikle Lübnan’da Hizbullah’la olan bağlarından büyük bir “endişe” duyduğu anlaşılmaktadır.
Merak edilen diğer hususlar da Vaşington ile Tahran arasındaki son gerginliğin nasıl başladığı ve askeri bir çatışmaya, hatta bir savaşa dönüşüp dönüşmeyeceği. Vaşington’un (aynen 2003 yılında Irak’a yaptığı gibi) İran’ı işgal etmeye, Tahran’daki rejimi askeri müdahale ile yıkmaya kalkışıp kalkışmayacağı. ABD-İran ilişkilerinin bu kadar kısa zamanda iki ülkeyi bir savaşın eşiğine getirecek şekilde nasıl bu kadar hızlı bir şekilde tırmandığı da konunun merak edilen başka bir yönü.
ABD-İran ilişkileri esasen 1979 yılında Şah rejiminin yıkılıp yerine teokratik bir yönetim gelmesinden beri bozuk. 1979 yılı öncesi Şah idaresindeki İran’ın ABD’nin (ve İsrail’in) Orta Doğu’daki en yakın “ortağı” olduğu biliniyor. Bu durum Ayetullah Humeyni’nin İran’a dönmesinden ve Tahran’da teokratik bir rejim kurulmasından sonra tamamen değişiyor.
ABD halkının hiçbir zaman unutmadığı olay ise Tahran’daki ABD Büyükelçiliğinin 1979 yılında Humeyni yönetimi tarafından desteklenen İranlı milislerce ele geçirilmesi ve Amerikalı diplomatların 1,5 seneye yakın bir zaman elçilikte rehine tutulması, bu olayın ABD için yarattığı çok zor durum. O dönemde ABD’nin rehinelerini kurtarmak için giriştiği kurtarma operasyonunun başarısızlıkla sonuçlandığı, ABD’nin bir helikopteri ile bir C-130 nakliye uçağının çöl fırtınası sırasında çarpıştığı, başarısız askeri operasyon sırasında 8 ABD askerinin hayatını kaybettiği hatırlanıyor.
Bütün olayın yarattığı travmanın dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’in Başkanlık seçimini kaybetmesinde ve ikinci dönem için seçilememesinde önemli bir rol oynadığı da biliniyor. Vaşington-Tahran ilişkilerinin 1979’dan beri kopuk olduğu, iki ülkenin birbirlerini “hasım” hatta “düşman” olarak gördükleri çok açık.
Ancak ABD-İran ilişkilerinin bugün içinde bulunduğu durumun temelinde Tahran’ın bölgesel nüfuz politikaları, komşu Arap ülkelerindeki Şii nüfus ile kurduğu bağların bulunduğu açık. İran’ın Bahreyn, Lübnan, Suriye, Irak ve Yemen’de uyguladığı müdahaleci politikalar ABD’nin (ve Vaşington’un bölgesel müttefiklerinin) çıkarlarıyla ters düşüyor.
Hele İran’ın Şah döneminde başladığı bilinen nükleer programına 1990’lı yıllarda hız vermesi, nükleer askeri bir programı uygulamaya başlaması, daha da ileri giderek (kısa, orta ve uzun menzilli) füze üretmeye başlaması Vaşington’u (ve bölgesel müttefiklerini) çok rahatsız ediyor. ABD ve bölgesel güçler (İsrail, Suudi Arabistan) İran’ın nükleer programının ve füze üretme çalışmalarının kendileri için büyük bir tehdit oluşturduğunu ve durdurulması gerektiğini düşünüyorlar.
İran’ın nükleer ve füze programlarından diğer küresel ve bölgesel güçlerin de rahatsız oldukları açık. Bütün bu ülkelerin İran’ı nükleer bomba üretmekten vazgeçirmeye çalıştıkları, Türkiye dahil bir çok ülkenin Tahran’la geçmişte yürütülen görüşmelerde rol oynadıkları, diplomasinin Tahran’ın nükleer programını durdurma yönünde kullanıldığı biliniyor.
ABD de Obama Yönetimi sırasında bu diplomatik çalışma ve görüşmelere aktif bir şekilde katılıyor. Diplomatik görüşmeler sonuç veriyor ve 2015 yılında 5+1 (ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa ve Almanya) ile İran arasında bir Anlaşma imzalanıyor. Nükleer Anlaşma İran’ın uranyum zenginleştirme kapasitesini (böylece nükleer bomba üretme imkanını) kısıtlıyor, buna karşılık İran’a karşı uygulanan ekonomik yaptırımların kaldırılmasını öngörüyor.
Son dönemde Türkiye-Irak arasındaki diplomatik trafik hız kazanmış görünüyor. Ankara-Bağdat arasındaki ilişkileri her alanda geliştirmek yönünde ciddi bir gayret gösteriliyor. Kısa bir süre önce Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Irak’taydı; Bağdat, Basra ve Erbil’de temaslarda bulundu.
Irak Cumhurbaşkanı Bahram Salih 3 Ocak 2019 tarihinde Türkiye’yi ziyaret etmişti. Geçen hafta ise Irak Başbakanı Adil Abdül Mehdi Türkiye’ye geldi. Başbakan Abdül Mehdi’nin Ankara temaslarının olumlu geçtiği, iki ülke arasındaki görüşmelerde ekonomik ilişkilere, Ovacık sınır kapısından su konusunda yapılacaklara, tüm işbirliği alanlarının ele alındığı ortaya çıkıyor.
Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Irak Başbakanı Abdül Mehdi Ankara’da gerçekleştirdikleri ikili ve heyetler halindeki görüşmelerden sonra ortak bir basın toplantısı da düzenlediler. Basın toplantısından Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Abdül Mehdi tarafından verilen bilgiler iki ülke arasında yeni anlaşmaların yapılmasının planladığını ve bu yönde hazırlıkların başladığını gösteriyor.
Türkiye açısından Irak’la ilişkilerde güvenlik konusu büyük önem taşıyor. PKK terör örgütünün Irak’ta önemli bir varlığı var ve son dönemlerde Ankara, PKK ile Irak içinde mücadeleye hız vermiş görünüyor. Ankara’nın stratejisinin PKK ile mücadelenin teröristlerin Türkiye’ye sızmadan önce, Irak içinde yapılması yönünde değiştiği anlaşılıyor. Ankara’nın Irak’ta Kandil’den sonra Sincar bölgesinin de PKK’nın bir yerleşim alanı olmasını istemediği açık.
Ankara ile Bağdat’ın güvenlik konusundaki işbirliklerini arttırma kararı aldıkları, Türkiye ile Irak’ın yeni bir “Askeri İşbirliği ve Güvenlik Anlaşması” imzalayacakları, bu yönde görüşmelerin kısa sürede başlayacağı açıklanmış bulunuyor. Yeni anlaşma için görüşmelerin Türkiye ile Irak Dışişleri ile Savunma Bakanlıkları ve iki ülke İstihbarat Teşkilatları arasında yakında başlayacağı anlaşılıyor. İki ülkenin böyle bir anlaşmayı imzalayacak olmaları askeri işbirliği ve terörle mücadele alanında Ankara ve Bağdat’ın atacağı yeni bir adım olarak nitelendiriliyor.
Ekonomik işbirliğinin arttırılması iki ülke için de önem taşıyor. Irak’ın Türkiye’nin önemli bir ticari ortağı olduğu zaten biliniyor. İki ülke arasındaki ticaret hacmi
2018 yılında 10 milyar doları aştı. 2013 yılında Türkiye’nin Irak’a ihracatının 12 milyar doları aşarak rekor kırdığı ve Irak’ın Türkiye’nin ihracatında 2. sıraya oturduğu hatırlanıyor.
İki ülke arasındaki ticaret hacminin 20 milyar dolara çıkartılması konusunda açıklanmış bir hedef zaten var. Bu yönde Habur sınır kapısının hemen batısında Ovacık’ta açılması planlanan ikinci sınır kapısı önem kazanıyor. Başbakan Abdül Mehdi’nin Ankara temasları sırasında Ovacık Sınır Kapısı’nın gündemde olduğunu tahmin etmek zor değil.
6 Mayıs günü gerçekleştirilen NATO Akdeniz Diyaloğu önemli bir toplantı. NATO üyeleri ile 7 Akdeniz ülkesinin (Cezayir, Mısır, Ürdün, Moritanya, Fas, Tunus ve İsrail) üst düzey diplomatlarını bir araya getiriyor. Bu sene Türkiye’de gerçekleştirilen Akdeniz Diyaloğu 25. yıl dönümü toplantısıydı. NATO üyesi ülkeler için Akdeniz’in güvenliği önemi giderek artan bir durum.
Akdeniz Diyaloğu toplantılarına katılan 7 “ortağın” 6’sı Arap ülkesi. Bu seneki toplantıya NATO üyesi olma sürecini tamamlamakta olan Kuzey Makedonya da katıldı. Kuzey Makedonya’nın katılmasıyla NATO üyesi ülkelerin sayısı 29’a çıkmış olacak. Akdeniz Diyaloğu toplantısının gündeminde bulunan en önemli konular düzensiz göç ve terör tehdidiyle mücadeleydi.
Stoltenberg’in Ankara’da Türk yetkilileriyle ikili temaslarında ön plana çıkan konu ise S-400’ler oldu. NATO Genel Sekreteri başından beri hangi silah sistemlerini satın alacaklarının NATO üyesi ülkelerin kendilerinin karar vermesi gereken bir husus olduğunu savunuyor.
Stoltenberg’in bu kez S-400 ve F-35’ler konusunda Türkiye ile ABD arasında bir tırmanmadan oldukça tedirgin olduğu görüldü. Stoltenberg’in tedirginliğinin NATO üyesi bir ülkenin diğer NATO üyesi bir ülkeye silah satışı konusunda “yaptırımlar” uygulaması ihtimalinin hala ortada olmasından kaynaklandığı anlaşılıyor.