Paylaş
İsrail’de Büyükelçi olarak görevli olduğum dönemde Kudüs’le ilgili turistik bir kitabı okuyordum. Burada “David Kulesi” olarak tanıtılan bir yapıt dikkatimi çekti. Kitapta bu “kule” Kudüs’ün simgesi olarak gösteriliyordu. Daha sonra bu yapının Osmanlı döneminden eski şehri çevreleyen surlarda yapılan bir caminin minaresi olduğunu öğrendim.
Eski şehri çevreleyen ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlılar tarafından inşa edilen surlar ve eski şehre giriş kapıları bugün de Kudüs’e büyük bir güzellik katmakta, şehrin 3 semavi din için de önemli kutsal olan tarihi geçmişini ilk bakışta gözler önüne sermektedir. Surlarla çevrili eski şehrin Hıristiyan, Ermeni, Yahudi ve Müslüman bölümlerinde yapılacak bir gezi Osmanlı döneminden günümüze kalan birçok eseri gözler önüne sermekte, aynı zamanda üç semavi dinin barış içinde bir arada yaşadığı bir dönemi de hatırlara getirmektedir.
Kudüs şehri geçmişte birçok yönetim altında kalmış, 1915-1917 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu tarafından yönetilmiş, şehrin yönetimi 1917 yılında 1. Dünya Savaşı sırasında İngiltere’ye geçmiştir. Kudüs 1917-1948 yılları arasında Filistin’deki İngiliz manda idaresinin bir parçası olmuş, 1948 Yahudi-Arap Savaşı sırasında ikiye bölünmüş, şehrin daha yeni modern Batı kısmı İsrail, Haram-i Şerif’in de içinde bulunduğu eski şehir (Doğu Kudüs) ise Ürdün yönetimi altına girmiştir.
Filistin sorunu Siyonist hareketin Avrupa’da başladığı, Siyonistlerin Filistin’de bir Yahudi Devleti kurmak için harekete geçtikleri 19. yüzyıldan beri devam etmektedir. İngiltere’nin Filistin sorununu 2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra yeni kurulan Birleşmiş Milletler (BM) Örgütü’ne götürme kararının temelinde Filistin topraklarının bölünmesi ve bu topraklarda bir Yahudi Devleti kurulmasının amaçlandığına şüphe yoktur.
İngiltere tarafından beklendiği gibi, BM tarafından oluşturulan Komite Filistin topraklarının Yahudi ve Arap Devletlerine bölünmesi kararını almış, bu karar daha sonra BM Genel Kurulu’nda oylanarak kabul edilmiş, Yahudiler tarafından kabul, Araplar tarafından reddedilmiştir. BM Filistin topraklarını taksim planı ve kararı Kudüs ve çevresini uluslararası bir yönetim altına koymuş, Kudüs şehrinin BM tarafından yönetilmesini öngörmüştür.
1947 BM Taksim Planı’nın Filistinli Araplar ve Filistin’in Arap komşuları (Mısır, Ürdün ve Suriye) tarafından reddedilmesi üzerine ilk Yahudi-Arap Savaşı patlak vermiş, 1948 yılı Mayıs ayında İsrail Devleti ilan edilmiştir. 1948-1949 İsrail-Arap Savaşı Filistinli Araplar için sonuçları bugüne kadar gelen büyük bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
1947 BM Taksim Planı Filistin topraklarını Araplar ve Yahudiler arasında % 43 / % 56 oranında bölerken, 1948-1949 Savaşı sonrasında İsrail Filistin topraklarının büyük bölümünü ele geçirmiş, BM Taksim Planı’nda Araplara ayrılan toprakların büyük bölümü İsrail’in eline geçmiş, bu bölgelerde yaşayan 700 bin civarındaki Filistinli Arap evlerinden kaçmak zorunda kalmıştır. BM Taksim Planı’nda Arap Devletine ayrılan Batı Şeria Ürdün, Gazze ise Mısır yönetimi altına geçmiştir.
İsrail Devleti’nin kurulduğu topraklardan kaçmak zorunda kalan 700 bin Filistinli ya Batı Şeria ve Gazze’de yerleşmiş, ya da Filistin’in komşusu Arap ülkelerine giderek bu ülkelerde kurulan kamplarda sığınmacı durumuna düşmüştür. Bugün Dünya’daki Filistinli Arap sığınmacıların sayısının 7 milyonun üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. Bu Filistinli sığınmacıların 4,3 milyon kadarı 1948-49 Savaşı sonucu kurulan İsrail Devleti topraklarından kaçmak zorunda kalanların devamı olup, BM Filistin Mültecilerine Yardım Ajansı (UNWRA) tarafından kurulan kamplarda yaşamaktadır.
Arapların 1947 BM Taksim Planını kabul etmemeleri ile 1948-1949 Savaşı’nın önemli bir sonucu da Kudüs’te BM yönetiminin kurulamaması, şehrin Batı bölümünün İsrail, Doğu bölümünün (eski şehrin ve Haram-i Şerif’in) Ürdün yönetimine girmesi olmuştur. 1948 Savaşı’nın Araplarca kaybedilmesinde Filistin’in Arap komşularının savaş stratejilerini birleştirememeleri, ayrı amaçlar ve hedefler peşinde koşmaları, o dönemde ordularının yönetimi dahil İngiliz etkisi altında bulunmaları gösterilmiştir. Nitekim Ürdün 1948 Savaşı’nda kontrolü altına geçirdiği Batı Şeria’yı daha sonra ilhak etmiş, Ürdün Kralı I. Abdullah 1951 yılında Haram-i Şerif’te bir Filistinlinin saldırısına uğramış ve hayatını kaybetmiştir.
1948 Savaşı Filistinli Araplar için tam bir felaket olmasına ve bu adla (Al-Nakba) anılmasına rağmen, Doğu Kudüs ve Müslümanlar için dini bakımdan önemli olan Haram-i Şerif 1967 yılına kadar Ürdün kontrolünde kalmıştır. Haram-i Şerif külliyesi ve buradaki camiler (Kubbed’üs Sahra ve Mecid-i Aksa) 20 yıl kadar Ürdün tarafından yönetilmiş, Ürdün’ün Doğu Kudüs’ü 1949 yılında ilhakı ve Ürdün’ün o dönemde İsrail’le gizli müzakereler yürüttüğü haberleri Filistinli Araplar üzerinde çok olumsuz yansımalar yapmıştır.
Kudüs’ün statüsünde çok önemli bir değişiklik 1967 yılında meydana gelmiştir. 1950’li ve 1960’lı yıllar Arap Dünya’sında Batı yanlısı rejimlerin yıkıldığı, Arap milliyetçisi ve Batı karşıtı rejimlerin iktidara geldikleri bir dönemdir. Bu değişikliklerden en önemlisi 1953 yılında Mısır’da meydana gelmiş, Nasır askeri bir darbe ile İngiliz taraftarı Kral Faruk rejimini yıkarak, iktidara gelmiştir. Daha sonra benzer askeri darbeler Irak ve Libya gibi Arap ülkelerinde benzer yönetimleri iktidara taşımış, Irak’ta Kral Faysal ve Libya’da Kral İdris yönetimleri darbe ile yıkılmıştır.
Kudüs şehri bakımından önemli bir tarih de 1980 yılıdır. İsrail Parlamentosu Knesset 1980 yılında 1967 Savaşı sırasında işgal edilen Doğu Kudüs’ü ilhak eden bir kanun çıkartmıştır. Esasen 1967 yılında da İsrail’in Batı Kudüs’ün sınırlarını Doğu Kudüs’e genişleten bir kararı bulunmaktadır. BM Genel Kurul’u 1980 yılında Doğu Kudüs’ün sınırlarının değiştirilemeyeceği yönünde bir karar tasarısını kabul etmiştir. İsrail’in 1980 yılında Doğu Kudüs’ü ilhak etmesinden sonra da bu kez BM Güvenlik Konseyi aldığı bir kararla İsrail’in ilhak kararını “yok ve geçersiz” saymış, Doğu Kudüs’ün statüsünün tek taraflı olarak değiştirilemeyeceğini ilan etmiştir.
Filistin tarafının da Kudüs’le ilgili tek taraflı kararları bulunmaktadır. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün yasama organı Filistin Milli Konseyi 1988 yılında Tunus’ta yaptığı toplantıda Filistin Devletini ilan ederken Doğu Kudüs’ü de yeni kurulan devletin başkenti olarak tanımıştır. 1993 Oslo Anlaşmalarıyla kurulan Filistin Yönetimi de 2000 yılında kabul ettiği bir kanunla Doğu Kudüs’ü Filistin’in başkenti olarak kabul etmiştir.
İsrail ile FKÖ arasında imzalanan Oslo Anlaşmaları Oslo sürecinin sonucunda bağımsız, İsrail Devleti ile yan yana ve barış içinde yaşayacak bir Filistin Devleti kurulmasını öngörmektedir. 1993 Oslo Anlaşmaları Kudüs’ün statüsünün İsrail Filistin görüşme sürecinin sonunda ele alınmasını ve Kudüs’ün statüsünün görüşmelerin son aşamasında masa başında iki tarafça tespit edilmesini öngörmektedir.
Ancak İsrail ile Filistin Yönetimi arasında 25 yılı aşkın bir süreden beri devam eden görüşmeler bugüne kadar sonuç vermemiştir. Birçok kişi Oslo Anlaşmalarının ve sürecinin başarısızlıkla bittiğine inanmaktadır. Bugün İsrail’le yan yana yaşayacak bir Filistin Devletinin masa başında görüşmeler yoluyla kurulmasından çok uzak bir noktada bulunulmaktadır. İsrail’in Oslo Sürecini ve Oslo Anlaşmalarını artık geçerli saymadığı, İsrail’de büyük çoğunluğun gerçek bir Filistin Devleti’nin kurulmasını desteklemediği ortaya çıkmakta, Filistin sorununu masa başında görüşmeler yoluyla kurmak fikrinden giderek uzaklaşılmaktadır.
Gerçek “İki Devletli “ bir çözümden uzaklaşılmasının Filistin sorununu hangi noktaya getirdiği üzerinde durulan bir husustur. İsrail’in Batı Şeria’daki uluslararası hukuka aykırı olarak inşa ettiği yerleşim bölgelerinin kapsadığı alanın giderek büyümesi Batı Şeria’nın kolonileştirilmesi anlamına gelmektedir. Bu Yahudi yerleşim birimlerinin önemli bir bölümünün Kudüs’ün Batı Şeria ile temas ve ilişkisini kesmeyi amaçlayan bir şekilde kurulduğu izlenmektedir. Rakamlar sayıları giderek artan Yahudi yerleşim birimlerinin Batı Şeria’nın % 10 ila 15 kadarını kapsadığını, halen Batı Şeria’da uluslararası hukuka göre işgal altındaki Filistin toprakları sayılan bölgelerde yaşayan Yahudi nüfusunun 600 ila 700 bine yükseldiğini göstermektedir.
İsrail Başbakanı Netanyahu son 9 Nisan seçimlerinden hemen önce aşırılık politikalarını yeni bir seviyeye taşımış ve Başbakanlığının devam etmesi halinde Yahudi yerleşim birimlerinin bulunduğu Batı Şeria topraklarını ilhak edeceğini açıklamıştır. İsrail’in Doğu Kudüs’ten sonra şimdi de Batı Şeria’nın önemli bir bölümünü ilhak etmesi sadece bugün için değil, ileriye dönük olarak da İsrail-Filistin görüşmelerini daha da zora sokacak, gerçek “İki Devletli” bir çözümün gerçekleşmesini ve Filistin sorununun çözümünü giderek imkansız hale getirecektir.
Batı Şeria’da kurulan Yahudi yerleşim birimlerinin önemli bir bölümü Doğu Kudüs çevresinde bulunmakta ve Kudüs’ün Batı Şeria ile coğrafi ilişkisini de kesmektedir. Bu bölgelerin İsrail’e ilhakının Kudüs’ün Filistinlilerle bağını ileri dönük olarak daha fazla kesmek amacını taşıdığını düşünmek mümkündür. Başbakan Netanyahu yönetimindeki İsrail politikalarının Doğu Kudüs’teki Arap Filistinlilerin günlük yaşamını giderek zorlaştırdığı zaten sıklıkla işaret edilen bir husustur. Önümüzdeki dönemde Arap Filistinliler için Kudüs’teki yaşamın giderek zorlaşacağı ve Kudüs’te yaşayan Filistinliler üzerindeki baskıların artacağı ortaya çıkmaktadır.
İslam ülkelerinin Kudüs konusundaki hassasiyetinin temelinde Haram-i Şerif ve bu külliye içinde bulunan Kubbet’üs Sahra ve Mescid-i Aksa Camileri bulunmaktadır. İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) daha önce aldığı Doğu Kudüs’ü Filistin Devleti’nin başkenti olarak tanıyan kararlar vardır. Esasen İİT üyesi tüm ülkeler 1988 yılında tek yanlı olarak ilan edilen Filistin Devletini tanımışlar ve böylece Doğu Kudüs’ü de Filistin Devleti’nin başkenti olarak kabul etmişlerdir.
Yahudilerin Haram-i Şerif’in bulunduğu bölgeyi “kutsal” olarak kabul etmeleri, “Tapınak Dağı” olarak isimlendirdikleri bu bölgenin altında Babil ve Roma İmparatorlukları tarafından yıkıldığını belirttikleri 2 Yahudi Tapınağı’nın kalıntılarının bulunduğuna inanmaları 1967 yılından beri Doğu Kudüs üzerindeki baskıları daha da arttırmıştır. İsrail yetkililerinin Haram-i Şerif’in altında sürdürdükleri “arkeolojik çalışmaların” şimdiye kadar bir sonuç vermemiş olmasına rağmen, aşırı Yahudi parti ve kuruluşlarının Haram-i Şerif üzerindeki iddia ve baskıları sürdürülmekte, konu “dini bir çatışmaya” döndürülmek istenmektedir.
Şimdiki uygulama Haram-i Şerif’i herkesin ziyaret etmesine izin vermekte, ancak Haram-i Şerif Külliyesi içinde sadece Müslümanlar ibadet edebilmektedir. Yahudiler Haram-i Şerif’in dışında, Külliye’yi çevreleyen duvarların bir bölümünde (Batı Duvarı’nda) ibadet etmektedir. Aşırı görüşlü Yahudi parti ve kuruluşlarının mevcut uygulamayı değiştirme ve Haram-i Şerif Külliyesi içinde ibadet etme istekleri ciddi bir çatışma tehlikesini sürekli olarak gündemde tutmaktadır. (Kudüs Şehri’nin Filistin Sorunu içindeki konumunu daha sonraki yazılarımda açıklamaya devam edeceğim).
Paylaş