Cezayir’de toplumun önemli bir bölümü tarafından desteklendiği anlaşılan öğrenci gösterileri ve işçi eylemleri ülkede yapılması öngörülen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Cezayir için doğuracağı sonuçları şimdiden “belirsiz” hale getirmiştir. Seçimlerin ertelenmesi yönündeki talepler bu hafta başında karşılanmakla birlikte, ülkedeki belirsizlikler ortadan kalkmamıştır. Cezayir’deki gelişmeleri 2010’lu yıllarda diğer Arap ülkelerindeki huzursuzluk, sokak gösterileri ve patlayan “Arap Baharıyla” karşılaştıranların sayısı artmaktadır.
Cezayir’deki göstericilerin talebi 20 yılı aşkın bir süreden beri ülkeyi yöneten, iktidarı elinde bulunduran Abdülaziz Buteflika’nın adaylıktan çekilmesi, 18 Nisan seçiminin yeni adayların ortaya çıkması için ertelenmesi, ülke Cumhurbaşkanlığı seçiminin yeni adaylarla yapılması olmuştur.
Gösterilerin genişlemesi ve bütün ülkeye yayılması üzerine, bu hafta başında Cumhurbaşkanı Buteflika adaylığını geri çektiğini açıklamış ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerini ertelemiştir. Ancak, Buteflika iktidarda kalmaya devam etmektedir. Ülkede seçimlerin ne zaman yapılacağı belli değildir. Buteflika’nın yeni hükümeti kurmakla şimdiki içişleri bakanını görevlendirmesi ile ülkede yeni bir anayasa yapımından bahsetmesinin göstericileri memnun etmediği görülmektedir.
Cumhurbaşkanı Buteflika Cezayir’de çok uzun bir zamandan beri iktidardadır. Sorun 82 yaşındaki Buteflika’nın 2013 yılında geçirdiği kalp krizinden sonra sağlığının bozulması, felçli kalarak tekerli sandalyeye mahkum kalmasıdır. Buteflika uzun bir zamandan beri halk arasına çok ender çıkabilmekte, sağlık durumunun ülkeyi yönetmesine izin vermediği ileri sürülmektedir. Bozuk sağlık durumuna rağmen Cumhurbaşkanı Buteflika’nın bir süre önce 18 Nisan seçimleri için tekrar (5. kez) aday olduğunu açıklaması Cezayir’deki olumsuz gelişmeleri başlatmıştır.
Cezayir’de birçok kişi kararları artık Buteflika’nın kendisinin almadığına, Buteflika’nın arkasında “bilinmeyen başka güçlerin” bulunduğuna, ülkeyi esasen bu “güçlerin” yönettiğine inanmaktadır. İlerleyen yaşına, sağlık durumuna rağmen Buteflika’nın iktidarda kalmaya devam etmesi bu “güçlerin” kim olduğu, Cezayir’i esasında kimin veya kimlerin yönettiği konusundaki tartışmaları alevlendirmektedir. Bir Arap ülkesinin daha istikrarsızlığa, daha kötüsü çatışmaya sürüklenmesi Arap Dünyası için büyük bir talihsizlik olacaktır.
Cezayir 2010 yılında Arap Dünyası’nı saran Arap Baharı’ndan fazla etkilenmemiştir. Ancak Cezayir 1992-2002 yılları arasında yıkıcı bir iç savaş yaşamış, ülke bu iç savaştan çok olumsuz şekilde etkilenmiştir. Cezayir iç savaşı ülkenin 1962 yılından bağımsızlığını kazanmasından sonra yapılan ilk serbest seçimleri İslami Selamet Cephesi’nin (FIS) kazanması, ancak iktidarı FIS’e vermek istemeyen Ordunun 1992 yılında askeri bir darbe ile yönetime el koymasından sonra patlak vermiş, Cezayir aynı yıl darbe yönetimi ile çeşitli İslamcı gruplar arasında yaşanan, 10 yıl kadar süren ve 100 binden fazla kişinin hayatını kaybettiği bir iç savaşın içerisine sürüklenmiştir.
Türk kamuoyu Cezayir’i daha çok bu ülkenin Fransa’ya karşı verdiği bağımsızlık mücadelesiyle tanımaktadır. Fransa’nın Cezayir’deki sömürge yönetimi 132 yıl sürmüş, Cezayir 1962 yılında 12 yıl süren bir savaştan sonra bağımsızlığını kazanabilmiştir. Cezayir, Fransız sömürge yönetimi altına 1830 yılında, Fransa’nın Cezayir’i Osmanlı İmparatorluğu’ndan almasıyla girmiş; Fransız işgali Cezayir’de 1525 yılında Barbaros Hayreddin Paşa’nın Cezayir şehrini almasıyla başlayan Osmanlı yönetimini sonlandırmıştır.
Cezayir’in Fransa’dan bağımsızlığını kazanabilmesi için yapılan mücadele bugün bile hem Cezayir hem de Fransa’da etkilerini sürdürmekte, inceleme ve tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Cezayir kaynakları ülke bağımsızlık savaşındaki kayıpları 1,5 milyona kadar çıkartmaktadır. Cezayir 1962 yılında bağımsızlığını kazandığında 900 bin kadar Avrupalı yerleşimci ve yerel işbirlikçileri ülkeden ayrılmak zorunda kalmış, Cezayir’le Fransa arasında diplomatik ilişkilerin kurulması bile ancak bağımsızlıktan 2 sene sonra mümkün olabilmiştir.
Konu artık sadece Cemal Kaşıkçı’nın Suudi ajanları tarafından Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda vahşi bir şekilde öldürülmesi de değil. Suudi Arabistan’ın tüm insan hakları sicili uluslararası toplumun incelemesi altına girmiş bir durumda. Suudi Arabistan’ın Yemen’de giriştiği savaş ve bu savaşın ortaya çıkarttığı insani sorunlar da giderek artan bir şekilde inceleniyor.
Kaşıkçı cinayetinin ve daha sonra Suudi Arabistan’ın aldığı cinayeti “örtbas etme” yönündeki tutumun, Riyad’ın beklemediği ölçülerde uluslararası bir tepki doğurduğu, bu tepkinin giderek büyüdüğü izleniyor. Bu durumun son örneği Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Konseyi’nin aldığı Suudi Arabistan’ı Kaşıkçı cinayeti konusunda uluslararası toplumla işbirliği yapmaya ve tutukladığı kadın hakları savunucularını serbest bırakmaya çağıran karar.
Bu kararın BM İnsan Hakları Konseyi’nin 47 üyesinin 36’sının oyuyla alınması ve tüm AB üyeleri tarafından desteklenmesi çok dikkat çekici bir durum. Kararı destekleyen ülkeler arasında Kanada ve Avusturalya gibi Batılı ülkeler de bulunuyor. Bunun önümüzdeki dönemde Riyad üzerindeki uluslararası baskının daha da büyüyebileceğine, Suudi Arabistan’ın hem Kaşıkçı cinayeti hem de insan hakları konusundaki tutumunun uluslararası denetim altına daha fazla girebileceğine işaret ettiği de vurgulanıyor.
BM Yargısız İnfazlar Özel Raportörü Agnes Callamard’ın hazırladığı Kaşıkçı cinayeti raporunun Haziran ayında BM İnsan Hakları Konseyi’ne sunulması ve Konsey’de görüşülmesi bekleniyor. İnsan Hakları Konseyi2nin nasıl bir karar alacağı henüz bilinmemekle beraber bu durumun da Suudi Arabistan üzerindeki baskıyı bir ölçüde de olsa arttırması beklentisi var.
Bilindiği gibi Agnes Callamard bu yılın Ocak ayında Türkiye’ye gelmiş, Kaşıkçı Cinayeti konusunda hazırladığı rapor için görüşme ve incelemeler yapmıştı. Türkiye’nin Callamard ile işbirliği yapmasına karşılık, Suudi Arabistan BM Özel Raportörü ile işbirliği yapmaktan kaçınmış, Callamard’ın Suudi Arabistan’a gitmesine ve orada temaslar yapmasına, hatta Callamard’ın İstanbul’daki Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’na girmesine izin vermemişti.
Trump Yönetimi ise, ABD Kongresi’nde alınan kararlara rağmen, Riyad’ı desteklemeye ve “korumaya” devam ediyor. Trump Yönetimi’nin Riyad üzerinde ne Kaşıkçı cinayeti ne de insan hakları konusunda uluslararası bir baskı istemediği açık. ABD, BM İnsan Hakları Konseyi’nin üyesi de değil. Trump Yönetimi geçen sene Konsey’den ayrıldığını ve (İsrail aleyhtarı tutumu nedeniyle) Konsey’le işbirliği yapmayacağını açıklamıştı.
Bu çerçevede Trump Yönetimi’nin Kaşıkçı Cinayeti nedeniyle BM’nin Suudi Arabistan üzerinde daha ağır bir “baskı” oluşturmasını, Kaşıkçı Cinayeti konusunun İnsan Hakları Konseyi dışında (örneğin BM Güvenlik Konseyi’nde) görüşülmesini ve (bağlayıcı bir) karar alınmasını önleyeceğini tahmin etmek zor değil.
Son günlerde Suudi Arabistan’dan gelen bazı haberler Suudi Arabistan Kralı Salman ile (oğlu) Veliaht Prens Muhammed Salman arasında ülkeyi yönetme ve dış politika konusunda görüş ayrılıklarının çıktığına işaret ediyor. Bu haberlerin ne kadar doğru olduğu henüz açıklık kazanmış değil. Ancak Suudi kraliyet ailesi içinde güç mücadelesi, rekabet ve çatışma çok yeni bir durum değil.
Vaşington Büyükelçiliği’ndeki görevim Senatör Bryd’un ziyaretine katılarak Türkiye’ye dönmemle bitti. Senatör Byrd’un Türkiye ziyareti Ermeni “soykırım” iddiaları konusundaki karar tasarısını önleme konusunda gösterdiği başarı üzerine dönemin Cumhurbaşkanı Özal’ın daveti üzerine yapılmıştı. Senatör Bryd Türkiye’ye 1991 yılı Ağustos ayında geldi. Bu ziyaretten kısa bir süre önce Irak Ağustos ayı başında Kuveyt’i işgal etmişti. Bu Irak lideri Saddam Hüseyin’in yaptığı büyük bir hataydı.
Irak’ın İran’la başlattığı 8 yıl süren ve Irak’a büyük zarar veren savaştan sonra bu kez Kuveyt’e dönmesi ve Kuveyt’i işgali uluslararası toplumda büyük bir tepki doğurdu. Dönemin ABD Başkanı George Bush Kuveyt’i Irak işgalinden kurtarmakta kararlıydı. Ağustos 1990 ile Ocak 1991 tarihleri arasında Başkan Bush Irak’a karşı uluslararası bir koalisyon oluşturdu ve bu koalisyon içinde Türkiye önemli bir rol oynuyordu. Cumhurbaşkanı Özal ile Başkan Bush arasında yakın ilişkiler de bu dönemde kuruldu.
ABD’nin Irak’a askeri müdahalesi 1991 Ocak ayında geldi. Saddam Hüseyin’in Kuveyt’ten barışçı bir şekilde çekilmeyi kabul etmemesi üzerine ABD’nin Kuveyt’te askeri müdahalesi 17 Ocak tarihinde başladı. 28 Şubat tarihinde ABD ve koalisyon kuvvetleri tüm Kuveyt’i Irak işgalinden kurtarmış, Irak büyük bir yenilgiye uğramış, Kuveyt’teki Irak kuvvetleri Bağdat’a doğru çekilmeye zorlanmıştı.
Saddam Hüseyin’in İran’la 1980-1988 yılları arasında süren 8 yıllık yıkıcı bir savaştan sonra, bu kez İran savaşı sırasında Irak’ı destekleyen Arap ülkesi Kuveyt’e dönmesi ve Irak’ı yeni bir dış maceraya sürüklemesinin nedenleri bugün bile tartışılmaktadır. Saddam Hüseyin’in 25 Temmuz tarihinde, Kuveyt’i işgalinden sadece bir hafta kadar önce, ABD Büyükelçisi April Glaspie ile yaptığı görüşme de bu tartışmanın bir parçasıdır. Saddam Hüseyin’in bu görüşmede ABD Büyükelçisinin Irak’ın Kuveyt’e yapacağı askeri bir müdahalenin sonuçları konusundaki ifadelerini yanlış algıladığı ve ABD’nin Irak’ın Kuveyt’i işgaline tepkisinin farklı olacağını düşündüğü üzerinde durulan bir husustur.
Sonuç olarak Kuveyt’i işgali Irak’a çok pahalıya mal olmuş, ilk Körfez Savaşı’ndan sonra Irak Kuveyt’ten çekilmeye zorlanmış, Saddam Hüseyin’in askeri gücü büyük ölçüde yok edilmiştir. İlk Körfez Savaşı Irak ve Saddam Hüseyin rejimi için bir dönüm noktası olmuştur. ABD kuvvetleri Kuveyt’i Irak işgalinden kurtardıktan sonra Bağdat’a yönelmişler; ancak Başkan Bush, Körfez Arap ülkelerinin telkinleri doğrultusunda, Bağdat’a girmemiştir ve savaşı durdurmuştur. ABD’nin savaşı durdurmasının amacı Saddam Hüseyin rejimini yıkmamak ve bölgedeki İran-Irak dengesini bozmamak olarak ortaya çıkmıştır.
Başkan Bush’un savaşı Kuveyt’in Irak işgalinden kurtarılmasından hemen sonra durdurması nedeniyle Saddam Hüseyin rejimi Bağdat’ta devam etmiş, ancak Irak siyasi ve ekonomik bakımdan sıkı bir uluslararası denetim altına sokulmuştur. Irak, ABD’nin 2003 yılındaki işgaline kadar (2. Körfez Savaşı) 12 yıl kadar ağır uluslararası bir denetim altında tutulmuş, 2003 yılında ABD (başkent Bağdat dahil) tüm Irak’ı işgal etmiş, Saddam Hüseyin rejimini yıkmış, Irak’taki iç dengeleri tamamen değiştirmiştir.
Birinci Körfez Savaşından sonra ABD’nin ilk yaptığı iş Irak’ın petrol satışlarının uluslararası kontrol altına alınmasının sağlanması olmuştur. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 1991 yılı Ağustos ayında Irak’ın petrol satışlarını ve elde ettiği para ile gıda ve ilaç maddeleri satın almasını düzenleyen bir karar çıkartmıştır. Daha sonra “Gıda Karşılığı Petrol” adını alan bu program, Irak’ın petrol ihracatı gelirlerinin uluslararası bir hesapta tutulmasını ve bu para ile Irak’ın gıda maddeleri ithalatı yapmasını düzenlemiştir.
Bu program çerçevesinde Irak 12 yıllık bu dönemde 53 milyar dolarlık bir geliş elde etmiş, BM bu paranın sadece gıda ve ilaç gibi temel maddelere harcanmasını denetlemiştir. “Gıda Karşılığı Petrol” programının birçok yönden istismar edildiği ve yolsuzluklara neden olduğu hususu bugün bile tartışılmaktadır. ABD, Irak’ın petrol gelirlerini kontrol altına alarak, Irak’ın silahlanmaya para harcamasını önlemeyi hedeflemiştir.
Esasen bu Başkan Trump’ın Kim Jong-un ile 2. görüşmesiydi. Trump ile Kim daha önce, geçen yılın Haziran ayında, Singapur’da bir araya gelmiş, bu görüşme ABD ve Kuzey Kore liderlerinin ilk görüşmesi, bir araya gelmesi olarak tarihe geçmişti.
ABD için Kuzey Kore önemli bir sorun ve Kuzey Kore’nin ortaya çıkarttığı nükleer tehdit çözülmesi gerekli bir mesele. Kuzey Kore’nin başarılı bir şekilde nükleer silah üretmesi, askeri bir güç haline gelmesi ve yürüttüğü füze programı Vaşington’u büyük ölçüde rahatsız ediyor.
Kore yarımadası (2. Dünya Savaşı’nın bittiği) 1945 yılından beri ikiye (Kuzey ve Güney Kore) bölünmüş durumda. Soğuk Savaş’ın çıktığı sıralarda, 1950-1953 yılları arasında patlak veren Kore Savaşı’nın sonuçları hala Kore yarımadasındaki siyasi durumu etkiliyor. İki Kore arasında ateşkes sağlanmış olmasına rağmen (aradan geçen 56 yıldan bu yana) barış anlaşması imzalanmış değil; yani iki Kore arasındaki savaş durumu hukuken devam ediyor.
Güney Kore, ABD’nin Uzak Doğu’daki (Japonya ile birlikte) en önde gelen iki müttefikinden birisi. Güney Kore’de çok sayıda Amerikan askeri ve Amerikan askeri üsleri var. ABD 1950’li yıllardan beri Kore yarımadasında nükleer silah da bulunduruyor. Güney Kore siyasi ve ekonomik alanda çok başarılı ve Dünya’daki en güçlü 10 ekonomi arasına girmiş bir ülke.
Kuzey Kore’de ise Komünist Partisi’nin yönlendirdiği totaliter bir rejim bulunuyor. Kuzey Kore’nin ekonomisi küçük ve Kuzey Kore Dünya’dan izole edilmiş bir durumda. Pyongyang’ın müttefikleri (dış destekleyicileri) Çin ve bir ölçüde Rusya.
Bu tabloya rağmen, Kuzey Kore’yi uluslararası ilişkilerde önemli yapan husus bu ülkenin askeri gücü ve kitle imha silahlarına sahip olması. Kuzey Kore’nin askeri nükleer programı 1060’lı yıllarda başlamış. Pyongyang’ın 1990’lı yıllarda nükleer silah ürettiği ve ilk nükleer silah denemesini 1996 yılında gerçekleştirdiği biliniyor.
Kuzey Kore 2003 yılında Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’ndan ayrılmış ve 2006 yılında nükleer silah ürettiğini kabul etmiş. Vaşington’u endişelendiren diğer bir gelişme de Kuzey Kore’nin 2000’li yıllardan itibaren füze denemelerine başlamış olması. Kuzey Kore’nin kısa ve orta menzilli füzeler yanında uzun menzilli füzeler de üretmeye çalıştığı biliniyor. Füze programı ve üretimi Kuzey Kore’yi Dünya’da önemli askeri (nükleer) bir güç haline getiriyor. Bugün Kuzey Kore’nin ABD’nin New York, Şikago, Los Angeles gibi büyük şehirlerine, başkent Vaşington’a ulaşabilecek nükleer askeri bir güç haline gelmesi ABD’yi ciddi olarak kaygılandırıyor.
Nükleer silah üretmesi ve füze programı nedeniyle Kuzey Kore’ye hem Birleşmiş Milletler hem de ABD (tek taraflı) ekonomik yaptırımlar uyguluyor. Trump Yönetimi iktidara geldiğinden bu yana Kuzey Kore’ye uygulanan ağır yaptırımlar rejimi daha da genişletilmiş durumda. Kuzey Kore’nin bu ekonomik yaptırımlardan çok olumsuz şekilde etkilendiği anlaşılıyor.
Afganistan’da savaş 18 yıldır, ABD’nin Taliban Yönetimini yıkmak amacıyla ülkeyi istilasından bu yana sürüyor. Afganistan savaşının ABD tarihindeki en uzun süren savaş olduğuna işaret ediliyor. ABD, Afganistan’ı 2001 yılında El Kaide’nin düzenlediği 11 Eylül saldırılarından sonra işgal etmiş, Taliban’ı yönetimden uzaklaştırarak, Afganistan’da Batı yanlısı bir rejim oluşturmuştu.
Doğal olarak Afganistan sorunun tarihini çok daha eskilere, Sovyetler Birliği’nin bu ülkeyi 1979 yılında işgaline kadar götürmek mümkün. Sovyetler Birliği-Afganistan savaşının 10 yıl kadar sürdüğü, 1989’da Sovyet kuvvetlerinin ülkeden çekilmeye zorlandığı, hatta Afganistan “macerasının” Sovyetler Birliği’nin 1990 yılında yıkılması ve dağılmasında bile rol oynadığı hatırlarda.
Daha önce “içine kapanık” ama istikrarın hakim olduğu bir ülke olan Afganistan’da 1979 Sovyet işgalinden sonra bütün dengeler değişmiştir. Afganistan, Sovyetler Birliği’nin çekilmesinden sonra da istikrar kazanmamış, 1990’lı yılların başında aşırı dini görüşleriyle bilinen ve temelini (ülkedeki en kalabalık etnik grup olan) Peştunların oluşturduğu Taliban ortaya çıkmıştır. Taliban 1996 yılında ülkenin büyük bir kısmını ve başkent Kabil’i ele geçirerek Afganistan’da iktidara gelmiştir.
Bu gelişmeler çerçevesinde Afganistan’ın 1979’dan bu yana savaş içinde bulunduğunu, ülkenin savaş ve Taliban’ın sert yönetimi altında büyük ölçüde yıkıma maruz kaldığını söylemek gerekmektedir. Taliban gibi aşırı, radikal bir grubun Afganistan’da ortaya çıkmasının sebepleri de yine 1979-1989 Sovyetler Birliği-Afgan savaşında yatmaktadır.
Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ve Kabil’de komünist bir rejim oluşturmasından sonra, başta ABD olmak üzere birçok ülke Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne karşı savaşan güçlere (Afgan Mücahitleri) yardım sağlamaya başladı. ABD’nin Afganistan’daki operasyonları Amerikan gizli servisince (CIA) yönetiliyordu. Bu dönemde Pakistan ile Suudi Arabistan da Afgan savaşına karışmışlardı.
ABD, Suudi Arabistan ve Pakistan’ın dış mücadelelerinin Sovyetler Birliği’nin Afganistan’daki mücadeleyi kaybetmesinde ve Afganistan’dan çekilmesinde önemli bir rol oynadığı muhakkaktır. Ancak bu dönemde Afgan direnişi içinde aşırı radikal görüşlerin ve (kendisi Suudi Arabistanlı olan) Osama Bin Ladin’in adının ön plana çıkmaya başladığı görülmektedir. Afganistan direnişindeki radikalleşme daha sonra El Kaide ve Taliban gibi Batı menfaatlerini hedef alan örgütlerin ortaya çıkmasına sebep olmuş, Vaşington için ciddi bir sorun haline dönüşmüştür.
Suudi Arabistan ve Pakistan’ın 1996 yılında Afganistan’da Taliban yönetimini tanımalarına rağmen, Vaşington Taliban yönetimindeki Afganistan’a karşı mesafeli bir tutum almış, aşırı ve radikal Taliban politika ve uygulamaları kısa sürede Dünya kamuoyunun dikkatlerinin Afganistan üzerinde toplanmasına neden olmuştur. Özellikle Osama Bin Ladin idaresindeki Afganistan’a yerleşen El Kaide bütün Dünya’da terörist faaliyetlerini arttırmış, El Kaide ABD ve Batı’nın terörist örgütler listesinde en üst sıraya yerleşmiştir.
Aşırı ve radikal uygulamaları ve El Kaide ile ilişkileri nedeniyle Taliban da Vaşington’dan tepki görmeye başlamış, Osama Bin Ladin’e verdiği desteği kesmemesi Taliban’ı Vaşington’un (doğrudan) hedefi haline getirmiştir. El Kaide’nin 11 Eylül 2001 yılında ABD’de düzenlediği terör saldırılarında 3 binden fazla kişinin hayatını kaybetmesinden sonra, ABD Osama Bin Ladin’i Taliban Yönetiminden istemiş, Kabil’in olumsuz yanıtı üzerine Aralık 2001 yılında Afganistan’a askeri müdahalede bulunarak, Taliban’ı Kabil’den ve yönetimden uzaklaştırmıştır.
Bu kafa karışıklığının esas sebebini Vaşington’un birbiriyle uyuşmayan amaçlarının olmasına bağlayanlar çoğunlukta. Her şeyden önce Vaşington DEAŞ’ı Suriye’den tamamen temizlemek istiyor. ABD bu amacına hemen hemen ulaşmış gibi. Zaten 2 ay önce de Başkan Trump Suriye’den çekileceklerini açıkladığında DEAŞ’ın yenildiğini açıklamıştı. DEAŞ’ın elinde kalan bir iki köyün ve bölgenin alınmasından sonra Başkan Trump’ın DEAŞ’a karşı “zaferin” sağlandığını tekrar açıklaması da bekleniyor.
Ama Vaşington’un bir yandan NATO müttefiki Türkiye’yi “tatmin etmek” istemesi, öte yandan hala kısa bir süre önceye kadar “yerel ortağı” olarak nitelendirdiği PYD/YPG’yi korumak istemesi çok çelişkili bir durumu ortaya çıkartıyor. Vaşington’un bir yandan Türkiye’nin “güvenlik endişelerini” anladığını ve Ankara’ya hak verdiğini açıklarken, diğer yandan PYD/YPG’ye verdiği desteği devam ettirmeye çalışması, kendi çekildikten sonra da PYD/YPG’yi bir şekilde koruyacak bir yapıyı arkasında bırakmak istemesi Vaşington açısından Suriye’de ciddi bir çelişkiyi ortaya koyuyor.
Vaşington’da herhalde PYD/YPG’nin NATO müttefiki Türkiye’yi hedef alan terör örgütü PKK’nin Suriye’deki uzantısı olduğunu bilmeyen hiç bir yetkili yok. ABD’nin DEAŞ’la mücadele ederken başka bir terör örgütüyle işbirliği yapması kendi başına ciddi bir sorun. Şimdi DEAŞ Suriye sahnesinde önemli bir oyuncu olmaktan çıkarken, Vaşington’un hala PYD/YPG’yi koruma “içgüdüsüyle” hareket etmesi ise Türkiye ile ABD’nin Suriye’de işbirliğinin önünde duran en büyük engel.
Vaşington’un bugüne kadar Türkiye’ye verdiği sözleri tutmaması iki ülke arasındaki “güven” bunalımının bitmesini de engelliyor. Aradan bir sene kadar bir süre geçmesine rağmen Münbiç Mutabakatı hala uygulamaya geçirilmiş değil. PYD/YPG’nin Münbiç’teki varlığı devam ediyor. ABD’nin Türkiye’ye verdiği DEAŞ yenildikten sonra PYD/YPG’ye sağladığı ağır silahları geri alma sözünü yerine getirip getirmeyeceği de açık değil.
Diğer yandan, Vaşington’un artık Türkiye’nin Suriye’de, hemen sınırının güneyinde Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve siyasi birliğini yıkmaya yönelik bir “oluşuma” (hiçbir şart altında) izin vermeyeceğini anladığı da açıkça görülüyor. Vaşington’un (veya daha doğrusu Vaşington’da kimlerin) Suriye’de PYD/YPG öncülüğünde bir yapılanmayı (bir Kürt devleti) kurmayı amaçladığı bugün için bile çok açık değil. Ama bütün işaretler (en azından) ABD’nin eski DEAŞ’la Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk gibi bazı yetkililerin böyle bir planı uygulamak istediklerini (arzu ettiklerini) gösteriyor.
ABD’nin çekilme kararıyla birlikte yeniden gündeme getirdiği “Güvenli Bölge” fikri de aradan geçen 2 aya rağmen açıklık kazanmış değil. Geçmişte ABD’nin Türkiye-Suriye sınırı boyunca “Gözlem Noktaları” gibi fikirleri Türkiye’nin “güvenlik ihtiyaçlarını” karşılamak amacıyla ortaya attığını açıkladığını, ancak bu fikirlerin arkasındaki esas amacın PYD/YPG’yi Türkiye’den korumak olduğunu hatırlayanların başından itibaren Vaşington’dan gelen önerilere zaten bir ölçüde şüpheyle yaklaştıkları açık. “Güvenli Bölge” fikrinin de Ankara ve Vaşington’da benzer şekilde anlaşılıp anlaşılmadığı henüz tam görülemiyor.
Türkiye “Güvenli Bölgenin” kendi kontrolünde olmasında ısrarlı davranıyor. Ankara için önemli olan Fırat Nehri’nden Irak sınırına kadar uzanacak 32-40 kilometre derinliğindeki bu “Güvenli Bölgenin” Türkiye’nin güvenlik ihtiyaçlarını karşılaması. Vaşington ise ABD askerlerinin çekilmesinden sonra Doğu Suriye’de uluslararası bir güç bırakma fikri üzerinde çalışıyor gibi görülüyor. Hatta Başkan Trump bunun bir NATO gücü olabileceğine de değindi ve ABD’nin de Suriye’de bir miktar asker bırakarak (200 ila 400 asker olacağı anlaşılıyor) bu uluslararası güç içinde temsil edilebileceğini belirtti.
Türkiye ile ABD arasında en üst düzeyde devam eden bir diyalog var. İki ülke Dışişleri ve Savunma Bakanları da sıklıkla görüşüyor ve Suriye konusunu ele alıyorlar. Türkiye Savunma Bakanı ve Genel Kurmay Başkanı daha geçen hafta Vaşington’daydı ve ABD’li karşıtlarıyla görüştüler. Bu diyalog ve temaslar önemli ve devam etmesi gerekiyor. Ankara için Vaşington’un Türkiye’nin Doğu Suriye’deki güvenlik ihtiyaçlarının karşılanması noktasına getirilmesi kadar, ABD’nin Suriye’den çekilmesinin düzenli ve Türkiye ile işbirliği içinde yapılasının sağlanması da önemli.
Daha önceki 3 yazımda New York (Birleşmiş Milletler), Beyrut (Lübnan) ve Vaşington (ABD) ile ilgili bazı anılarımı kaleme almış, son yazımda Başkonsolos olarak bulunduğum Los Angeles’la ilgili anı ve görüşlerimi aktarmaya başlamıştım.
Çevresiyle birlikte 18 milyon gibi bir nüfusa sahip olan Los Angeles, ABD’nin Kaliforniya eyaletinin en büyük şehridir. 35 milyona yaklaşan nüfusuyla Kaliforniya ise ABD’nin (nüfus açısından sıralamada) 1 numaralı eyaletidir. Kaliforniya eyaletinin ekonomisi de büyüktür. Hatta Kaliforniyalılar bağımsız bir devlet olmuş olması halinde eyaletlerinin Dünya’daki sıralamada 6. büyük ekonomi olacağına “iftiharla” işaret etmektedir.
Kaliforniya’nın diğer bir özelliği de nüfusunun etnik köken bakımından çeşitliliğidir. Kaliforniya’da ana lisan olarak (veya sadece) İspanyolca konuşan ve 15 milyon civarında olduğu tahmin edilen Hispanik bir topluluk yaşamaktadır. Bu rakam Kaliforniya eyaletinin toplam nüfusunun %40’ı kadarını oluşturmaktadır.
Bizim açımızdan bakıldığında ise Kaliforniya eyaletinde geniş Ermeni asıllı bir nüfus bulunması önem kazanmaktadır. Kaliforniya’da sayıları yarım milyona yaklaşan Ermeni asıllı bir nüfusun yaşadığı tahmin edilmekte, tüm ABD’deki Ermeni asıllı nüfusun sayısını 1,5 milyona kadar çıkartan rakamlar bulunmaktadır. Büyük Los Angeles bölgesindeki Ermeni asıllı nüfusun sayısını 300 bin olarak tahmin eden istatistikler de vardır.
Geçmişte Los Angeles’te Ermeni terörist örgütlerince Türkiye menfaatlerine yönelik çok sayıda saldırı gerçekleştirilmiştir. Esasen Türkiye menfaatlerine yönelik Ermeni terör saldırıları 1970’lı yılların başında Los Angeles Başkonsolosluğumuz hedef alınarak başlatılmıştır.
Los Angeles Başkonsolosumuz Mehmet Baydar ve Konsolos Bahadır Demir 27 Ocak 1973 tarihinde bir Ermeni tarafından şehit edilmiştir. Daha sonra 1982 yılında yine Los Angeles Başkonsolosumuz Kemal Arıkan arabasında uğradığı saldırıda Ermeni teröristlerce şehit edilmiş, Başkonsolosumuzu şehit eden Ermeni terörist 2016 yılında serbest bırakılmıştır. Ermeni teröristler 1984 yılında Los Angeles’te yapılan yaz Olimpiyatları sırasında Türk spor kafilesini de hedef almak istemiş, sporcularımıza yönelik bombalı saldırı son anda engellenebilmiştir.
Los Angeles Başkonsolosluğu görevime 1993 yılında başladığımda ABD makamlarının Başkonsolosluğumuzu korumak için aldıkları önlemler çok yoğundu. Başkonsolos ve Başkonsolosluk 24 saat üzerinden ABD makamlarının yoğun bir koruması altındaydı. ABD makamları bu korumayı özel bir güvenlik şirketi aracılığıyla gerçekleştiriyorlardı. O dönemde ABD makamları bu koruma için bir milyon doların çok üzerinde bir harcama yaptıklarını belirtmekteydiler.
Ancak Ermeni terörizmi Ermenistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra farklı bir boyut almaya ve 1990’lı yıllardan sonra kaybolmaya başladı. Bunda Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla Ermenistan’ın 1991 yılında bağımsızlığını kazanması kadar, 1983 yılında Ermeni teröristlerin Paris Orly Havaalanında THY bürosuna yaptıkları saldırının Fransa’da doğurduğu tepki de rol oynamıştı.
Soçi’de yapılan Zirve’de Astana Süreci temelinde Rusya, İran ve Türkiye Devlet Başkanları bir araya geldiler ve Suriye’yi görüştüler. Varşova Toplantısı ise temelde Orta Doğu’da kurulmakta olan İran karşıtı cepheyi güçlendirmeyi amaçlıyordu. Varşova Toplantısı katılımı arttırmak ve katılım seviyesini yükseltmek amacıyla “Orta Doğu’da Barış ve Güvenliğin Geleceğini Desteklemek” adıyla yapıldı.
Varşova Toplantısı için hazırlıklar Trump Yönetimi’nce bir süreden beri sürdürülmekteydi. Toplantının yapılacağıyla ilgili haberler ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun kısa bir süre önce Arap ülkeleri başkentlerine gerçekleştirdiği ziyaretler sırasında basına sızdırılmıştı. Pompeo’nun Arap ülkeleri turu gibi, Varşova Toplantısı’nın amacı da Orta Doğu’da İran “tehdidinin” ön plana çıkartılması, Körfez Arap ülkeleriyle İsrail arasında oluşmakta olan “bağların” güçlendirilmesiydi.
Nitekim Varşova Toplantısına katılan ABD Dışişleri Bakanı Pompeo yaptığı konuşmada toplantının amacını açık bir şekilde ortaya koydu ve İran ile “yüzleşmeden”, İran’a karşı “cepheleşmeden” Orta Doğu’da “barış ve bölgesel istikrara” ulaşılamayacağını vurguladı. Varşova Toplantısına katılan İsrail Başbakanı Netanyahu Arap ülkelerini İran “tehdidine” karşı İsrail ile birlikte hareket etmeye ve “cepheleşmeye” çağırdı.
Trump Yönetimi Varşova Toplantısı’na üst düzey bir heyetle katıldı. ABD’yi toplantıda Başkan Yardımcısı Mike Pence ve Dışişleri Bakanı Pompeo temsil etti. Toplantıda Başkan Trump’ın damadı (ve Orta Doğu konularındaki danışmanı) Jared Kushner’in de bulunması, bir acıdan zaten toplantının amacını ortaya koymaktaydı. Kusher’in toplantıda bulunması Trump Yönetimi’nin (İsrail-Filistin sorununu çözmeyi amaçlayan) “Asrın Planını” kısa süre içinde açıklayabileceği yönündeki beklentileri de arttırdı.
Varşova Toplantısı’na (ABD yanında) üst düzeyde katılan diğer ülke de İsrail idi. İsrail’i Varşova’da (Dışişleri Bakanlığı görevini de üstünde bulunduran) Başbakan Netanyahu temsil etti. Netanyahu toplantı süresince “görünürlüğünü” ısrarla sürdürdü ve (aralarında Oman, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin de bulunduğu) Arap ülkeleriyle “ikili temaslar” gerçekleştirdiğinin İsrail basınında geniş bir şekilde yer alması sağlandı. Böylece Başbakan Netanyahu, Varşova Toplantısı’nı 9 Nisanda İsrail’de yapılacak genel seçimler için (iç politikada) kullanmayı da ihmal etmedi.
Aralarında Oman, Suudi Arabistan, Bahreyn, Yemen, Ürdün, BAE, Mısır, Kuveyt, Fas ve Tunus’un bulunduğu Arap ülkeleri ise Varşova Toplantısı’nda “bakan” düzeyinde temsil edildiler. Suudi Arabistan’ı toplantıda (kısa bir süre önce Dışişleri Bakanlığı görevinden alınarak dış ilişkilerle görevli Devlet Bakanı makamına getirilen ve Türk kamuoyunca Kaşıkçı cinayetiyle ilgili demeçleriyle yakından tanınan) Adil el Cubeyr temsil etti.
Beklendiği gibi Varşova Toplantısı’na en “sesli” tepkiler Tahran’dan geldi. İran Dışişleri Bakanı Varşova Toplantısı’nı bir “sirk” olarak nitelendirdi. İran Dışişleri Bakanlığı sözcüsü toplantının “karar alıcılıktan uzak ve saygınlıktan yoksun olduğunu” ilan etti; “Türkiye, Irak, Lübnan, Filistin ve İran’ın bulunmadığı bir Orta Doğu toplantısının zaten “ciddi” olamayacağını vurguladı. Tahran, Trump Yönetimini “bir taraftan Orta Doğu’da barış ve güvenlik konferansı düzenlerken, diğer taraftan bölgede teröristleri destekleyerek bölge halkları arasında ümitsizlik, fakirlik ve savaşı arttırmakla”, bölgeyi “istikrarsızlaştırmakla” suçladı.
Varşova Toplantısı’na İran gibi Lübnan, Irak ve Filistin Yönetimi de katılmadı. Rusya ve Çin gibi küresel oyuncular da Varşova’da yoktu. Türkiye toplantıyı sadece Varşova’daki Büyükelçiliğince izledi ve böylece toplantıya katılımını en alt düzeyde tuttu.