Paylaş
Yeni Zelanda ile karşılaştırıldığında Sri Lanka iç “şiddete” çok yabancı bir ülke değil. Sri Lanka’da yıkıcı bir iç savaş daha yeni, 2009 yılında bitmiş. Buna rağmen ülkede, etnik ve dini farklılıklar üzerinden şiddet hareketleri ve çatışmaların, aşırılıkların çok yakın bir geçmişte de sürdürülmeye çalışıldığı izleniyor.
Daha önce 1970’lı yıllara kadar Seylan adıyla bilinen, Sri Lanka’nın zengin tarihi ve tabii güzellikleriyle tanındığını, Seylan adının bile akıllara hayaller ülkesi Şangri-La’yi getirdiği dönemler öyle çok uzaklarda da değil. Tanınmış yazar James Hilton’un “Yitik Ufuklar” romanındaki hayaller ülkesi Şangri-La’yı Himalaya Dağları’nı düşünerek yazdığı anlaşılıyor. Ancak, Seylan’ın da bu hayaller ülkesine uyan özelliklere, çarpıcı egzotik güzelliklere sahip olduğu ortada.
Bu güzel ülkeye Batılı kolonyalist ülkelerin ilgisi de erken dönemlerde 16. yüzyılda başlamış. Portekizlilerden sonra İngilizler Seylan’la ilgilenmiş. Seylan 19. yüzyılın başında İngiliz İmparatorluğu’nun doğrudan kontrolüne girmiş, ada 1815-1948 yılları arasında doğrudan İngiltere İmparatorluğu’nun yönetimi altında kalmış. Seylan’ın bağımsızlığını tekrar kazandığı tarih ise 1948. Seylan 1972 yılından bu yana da Sri Lanka adını kullanıyor, bu isimle tanınıyor.
Hindistan’ın hemen güneyinde, Hint Okyanusu’nun kuzeyinde yer alan bir ada ülkesi olan Sri Lanka’nın büyüklüğü 65,6 bin km2, nüfusu ise 20 milyon. Üç bin yılı aşan zengin tarihi, arkeolojik ve doğal güzellikleriyle Şangri-La hayaller ülkesini çağrıştırmasına rağmen, Sri Lanka’nın nüfusu etnik ve dini olarak çok bölünmüş ve Sri Lanka halkı bir arada, farklılıklara ve çoğulculuğa saygı içinde yaşama konusunda çok da başarılı değil.
Ülke nüfusunun çoğunluğunu %74 ile Sinhalalar oluşturuyor. Diğer büyük etnik grup ise %14 ile Tamiller. Sinhalaların çoğunluğu Budist, Tamillerin çoğunluğu ise Hindu. Tamiller ülkenin kuzey ve doğu sahillerinde yaşıyor. Tamillerin Sri Lanka’dan ayrılmak için mücadele ettikleri, Tamil Ealam adı verilen bağımsız bir ülke oluşturmak amacıyla başlatılan mücadelenin Sri Lanka’yı 1982-2009 yılları arasında kanlı bir iç savaşa sürüklendiği, bu iç savaşta verilen kaybın 40 ila 100 bin arasında olduğu, iç savaşın başlamasında ve bitirilmesinde komşu Hindistan’ın rolü hatırlanıyor.
Sri Lanka nüfusunun dini temelde bölünmesi de ilginç. Ülke nüfusunun %70’ı Budist, %12’si Hindu, %10’a yakını Müslüman ve %7,4’ü Hıristiyan. Ülkede Sinhalalar ile Tamiller arasında yaşanan yıkıcı iç savaşın bitmesine rağmen Sri Lanka’da 4 büyük dini grup arasında sürtüşmeler, zaman zaman patlak veren şiddet hareketleri devam ediyor. Ülkede Müslümanlık Araplarla, Hıristiyanlık ise Portekizlilerle geçmişte yapılan temaslar sonucu yayılmış ve kök tutmuş. Müslümanların çoğunluğunun Sünni, Hıristiyanların ise Katolik olduğu biliniyor.
Çoğunluktaki Budist grupların geçmişte Müslüman ve Hıristiyan azınlığı rahatsız ettiği ve baskı altında tuttuğu, bu durumun şiddet hareketlerine döndüğü görülüyor. Sri Lanka’dan ilk terörist saldırı haberleri geldiğinde bazı gözlemcilerin bu saldırıların da Sri Lanka dini grupları arasındaki çatışmalardan kaynaklanabileceği yönündeki ilk tepkisinin temelinde de bu durum yatmaktadır.
Ancak daha sonra ortaya çıkan tablo Sri Lanka’daki terörist saldırıların DEAŞ’la ilgili olduğunu ortaya çıkartmaktadır. Sri Lanka makamlarının saldırıları yerel bir terörist örgütün (Ulusal Tevhid Cemaati) DEAŞ ile işbirliği içinde gerçekleştirdiği görüşünde olduğu anlaşılmaktadır. Üç şehirde (Kolombo, Batticaloa ve Katana) kilise ve otelleri hedef alan 8 saldırıda 300 ‘den fazla kişi hayatını kaybetmiş, 700’ den fazla kişi yaralanmıştır. Hayatını kaybedenler arasında 2’si Türk olmak üzere çok sayıda yabancı ülke vatandaşı da bulunmaktadır.
Kiliselerin hedef alınmasının Sri Lanka ve Dünya’da dinler arası harmoni ve barışı, otellerin hedef alınmasının ise Sri Lanka ekonomisi ve turizm sektörünü hedef aldığı açıktır. Terörist saldırıların yapılış biçimi, teröristler arasındaki eşgüdüm kadar, saldırıları gerçekleştiren teröristlerin profilleri de Dünya’da endişe uyandırmış görünmektedir. Teröristlerin eğitimli olmaları, zengin ailelerden gelmeleri, teröristler arasında yabancıların da bulunması dikkat çekmekte, DEAŞ’ın ortaya çıkarttığı tehlikeyi açıkça göstermektedir.
Sri Lanka’daki şiddet olayları DEAŞ’ın Suriye ve Irak dışında düzenlediği en “kanlı”, “büyük” terör saldırıları olarak nitelendirilmiştir. Sri Lanka saldırıları, Suriye ve Irak’ta yenilmesine rağmen, bir terör olarak DEAŞ’ın varlığını ve etkinliğini devam ettirdiğini göstermektedir. Konunun uzmanlarından birçoğu esasen Arap Dünyası’ndaki varlık sebepleri devam ettiği sürece, El Kaide ve DEAŞ tipi terörist örgütlerin ortadan kaldırılmasının çok zor olduğuna işaret etmektedir.
Yeni Zelanda ve Sri Lanka saldırılarının arka planındaki çarpık düşünce sistemi esasında birbirine çok benzerdir. Kendisine benzemeyen, giyinmeyen ve davranmayanlardan nefret yeni bir olgu da değildir. Tarihte bu çarpık düşünce sistemlerinin etkin hale getirildiği ve büyük felaketlere yol açtığı da izlenmiştir. Yeni Zelanda ve Sri Lanka gibi terörist saldırılarını günümüzde daha da tehlikeli kılan, tarihteki acı örneklere rağmen, bu saldırıların arkasındaki fikir ve düşünce sistemlerinin Dünya’da popülist siyasetçiler tarafından desteklenmesi ve hatta teşvik edilmesidir.
DEAŞ ne kadar tehlikeli bir terör örgütü olarak devam ettiğini Dünya’ya gösterirken, Arap Dünyası hala ciddi bir reform ve değişme sürecine girmiş gibi görülmemektedir. Arap ülkelerindeki halkın değişim, siyasi ve ekonomik reform istekleri bu ülkelerde iktidara sıkı sıkıya tutunan (ve iktidara halk tarafından getirilmemiş) yönetimler tarafından önemsenmemeye, göz ardı edilmeye çalışılmakta, daha kötüsü birçok örnekte olduğu gibi şiddet yoluyla bastırılmaya çalışılmaktadır.
İç savaş ve ciddi sorunlar yaşayan Arap ülkelerinin sayısı artmakta, Arap ülkelerinin kendi sorunlarını siyasi, sosyal ve ekonomik reformlar, yenilenme ve halkın yönetimlere gerçek katılımıyla çözmekte karşılaştığı sorunlar, dış güçlerin bu ülkelere dolaylı ve doğrudan müdahaleleri için gerekli ortamı da hazırlamaktadır.
Son dönemde Libya’da yaşanan savaş hız kazanmıştır. Cezayir ve Sudan’da halkın yönetime katılma, değişim, siyasi ve ekonomik reform istekleri Arap Baharı’nın ilk çıktığı günleri hatırlatmaktadır. Cezayir ve Sudan’da halkın ısrarlı değişim talepleri devam etmektedir. Ancak ne Cezayir ne de Sudan’da uluslararası standartlarda çoğulcu serbest seçimlerin yapılıp yapılamayacağı, yönetimin halkın tercihi sivil iktidara bırakılıp bırakılmayacağı belirsizliğini korumaktadır.
Libya’da başından beri ülkedeki savaşa dış güçlerin müdahalesi devam etmektedir. Son dönemde bu müdahalenin yeniden arttığı, başkent Trablus’u almak için harekete geçen General Haftar’ın dış güçler tarafından savaşı hızlandırmaya teşvik edildiği anlaşılmaktadır. Basın-yayın organlarında Sudan’daki gelişmelerin arkasında da bölgesel ve küresel dış güçlerin bulunduğu yönündeki yorumlar yoğunlaşmaktadır. Bu durum Libya, Cezayir ve Sudan’daki gelişmelerin bu ülke halklarının değil, bölgeyi kendi istekleri doğrultusunda şekillendirmek isteyen bölgesel ve küresel güçlerin istediği yönde gelişmesi tehlikesini getirmektedir.
Geçen hafta dış politikayla ilgili önemli sayılan haberlerden ilki ABD’den, diğeri ise Rusya’dan geldi. Başkan Trump’ın damadı ve Orta Doğu konularındaki danışmanı Jared Kushner çok fazla konuşan biri olarak tanınmıyor. Geçen hafta New York’taki konuşması bu açıdan dikkat çekti, Filistin Sorunu konusunda önemli bazı açıklamalar yaptı. Kushner, Filistin Sorununu çözmek için hazırladığı planın yakında açıklanacağını, planın açıklanmasının Ramazan sonrasına kaldığını duyurdu.
Jared Kushner’in, Trump Yönetimi’nin “Asrın Çözümü” adını taktığı, bu planı 2 senedir hazırladığı biliniyor. Esasen çözümle ilgili basın-yayın organlarında çok sayıda haber çıkıyor, spekülasyon yayılıyor. Bu haber ve spekülasyonların ne kadarının gerçeği yansıttığı da bilinmiyor. Bilinen tek husus Trump Yönetimi’nin İsrail ve Filistin’le ilgili olarak şimdiye kadar aldığı kararların hepsinin İsrail yanlısı olduğu, Başbakan Netanyahu’yu desteklemek amacını taşıdığı.
Bu durum Filistin Yönetimi’ni büyük ölçüde rahatsız ediyor ve Filistinliler Trump Yönetimi’nin “adil” arabulucu niteliğini tamamen kaybettiğini belirterek, Trump Yönetimi ile çözüm konusunu konuşmayı bile reddediyorlar. Jared Kushner’in, Filistinliler ile konuşmasa bile, Çözüm Planını ABD yanlısı Arap ülkeleriyle temas halinde hazırladığı, sıklıkla bölgeyi ziyaret ettiği biliniyor. Basın-yayın organlarında Trump Yönetimi’nin Filistinlilere “Çözüm Planını” bu Arap ülkelerini kullanarak kabul ettirmeye çalışacağı konuşuluyor. Bu Arap ülkelerinin Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır olduğu anlaşılıyor.
Basın-yayın organlarında yer alan haberlerde “Çözüm” Planı’nın Doğu Kudüs’ü ve Batı Şeria’nın Yahudi yerleşim birimlerinin bulunduğu bölümlerini İsrail’e bırakacağı iddiası yer alıyor. Bu durum bile Planın Arap ve İslam Dünya’sında olumlu karşılanmayacağının bir işareti. Jared Kushner geçen hafta yaptığı konuşmada barış için hem Filistinlilerin hem de İsrail’in “fedakarlıklar” yapması, iki tarafın da “zor tavizler” vermesi gerektiğini belirtti.
Şimdiye kadar “Asrın Planı” ile ilgili olarak çıkan haberler Filistinlilerden istenilenleri bir ölçüde ortaya koyuyor. Ama İsrail’den Plan’da istenen “tavizlerin” ne olduğu henüz belli değil. Kushner’in yaptığı açıklamalarda Plan’ın “çekici” olmasının ve bölgesel desteğin sağlanması için “bölgesel bir ekonomik işbirliği” sağlamaya çalışacak bir yanının olduğu da ortaya çıkıyor. Planın bölgesel ekonomik bir işbirliğini kapsayacağı, Plan’ın finansal yükünün zengin Körfez Arap ülkeleri tarafından üstlenileceği de bir süreden beri konuşuluyor.
Rusya’dan gelen haber ise Kuzey Kore ve Rusya Devlet Başkanları Kim Jong-un ile Vladimir Putin’in Rusya’da bir araya gelmeleriydi. Geçmişte Kuzey Kore’nin dış temaslarının uluslararası ilgiyi bu derece üzerine çekmediği biliniyor. Ancak Başkan Trump’ın iktidara gelmesinden sonra Kuzey Kore’ye gösterdiği “ilginin” dikkatleri daha fazla bu ülke üzerine topladığı görülüyor.
Başkan Trump’ın ilk önce Kuzey Kore liderine yönelttiği tehditler ve daha sonra Kim Jong-un ile kurduğu “yakın” diyalogun Dünya’nın ilgisini Kore Yarımadası’na çektiği, Kim Jong-un ile Trump’ın şimdiye kadar 2 kere bir arada geldikleri biliniyor. Trump’ın kendi “çarpıcı” üslubuyla Kuzey Kore lideriyle ilişkilerinin “çok iyi” olduğunu belirtmesinin Kim Jong-un’u Dünya’da ismi bilinen, tanınan ve izlenen ülke liderleri arasına soktuğu da izleniyor. Kuzey Kore Dünya’da ekonomik açıdan başarılı bir ülke olmasa da, esasen özellikle nükleer ve füze programlarıyla uluslararası ilgiliyi üzerine çeken bir ülke olarak tanınıyor.
Trump ile Kim Jong-un arasında Vietnam’ın başkenti Hanoi’de yapılan son zirvenin başarılı geçmemesi üzerine Pekin ve Moskova’nın da devreye girdikleri düşünülüyor. ABD gibi Çin ve Rusya’nın da Kuzey Kore’nin nükleer silah ve füze programlarından fazla hoşnut olmadıkları, Pekin ve Moskova’nın Kuzey Kore’yi bu programlarını durdurmaya ve Kuzey Kore’nin elindeki nükleer silahları ve tesisleri kademeli olarak imhaya ikna etmeye çalıştıkları izleniyor.
Kim Jong-un ile Putin’in Rusya’nın doğusundaki Vladivostok kentinde gerçekleştirdikleri zirvenin Dünya kamuoyunun ilgisini bu ölçüde çekmesinin arka planında yatan tablo bu. Kuzey Kore lideri Rusya’da yaptığı bu ilk ziyaretle Trump Yönetimi’ne ülkesinin ekonomik zorluklardan çıkmak için ABD’ye bağımlı olmadığı mesajını gönderiyor. Rusya lideri için ise ülkesini uluslararası alanda rol oynayan bir güç yapmak, Rusya’nın süper güç niteliğini Dünya’ya kabul ettirmek, Rusya’yı tekrar Kore Yarımadası’ndaki gelişmeleri yönlendiren güçlerden biri durumuna sokmak önem taşıyor.
Trump Yönetimi’nin Kuzey Kore ve İran’a (bu ülkelerin nükleer silahlanma programlarına) niye farklı şekilde yanaştığı, bu ülkelere karşı niye farklı politikalar uyguladığı da sıklıkla akla gelen bir soru. Burada Başkan Trump’ın İran konusunda sertlik yanlısı Başbakan Netanyahu’ya kulak verirken, Kuzey Kore konusunda Güney Kore Cumhurbaşkanı Moon Jae-in tarafından seslendirilen diyalog yanlısı ılımlı görüşleri dinlemeyi tercih ettiğini düşünmek mümkün.
Paylaş